Türkiye Fotoğrafçılığının Sansür Tarihi - 1. Bölüm: 1970'lerden 2000'e / 2016

Sanatçı Belit Gür, Aksanat tarafından sansürlenen çalışmasını yeniden biçimlendirdiği videoda şöyle diyor: “(…) Beni en çok etkileyense sansürün mantıklı açıklamalarının olabilmesi… Hani her şeyin açıklanabildiği bir mantık vardır ya… Keyfi gibi görünse de tam da o yüzden, sınırları kesin çizgilerle çizilmediği için tanımlanması zor… Sansürü kim kime uyguluyor, belirsizleşiyor. Bu ise daha geniş bir sansüre neden oluyor. Tekrar ederek güçlendirdiği bu korku kültürünü yeniden yeniden üreten ve tanımlayan kurumlar bunlar.” (Ayhan ve Ben, Belit Gür - 2016)
Sansür… Kendimizi ifade etme yöntemlerimizin sınırlandırılması, bastırılması; bir algı yönetimi uygulaması... İki yönü var: Biri, otorite tarafından, dışarıdan uygulanıyor; diğeri, otoritenin eğilimleri doğrultusunda içeride oluşuyor hatta bazen farkına bile varılmıyor, varılıyorsa da itiraf edilemiyor, yaşanan ve yaşatılan utanç unutmaya, unutulmaya terkediliyor.
Bireyin iradesini sarsan, hiçe sayan, bilince saldıran, özgürlük alanlarımızı tahrip eden bir eylem olarak sansür gündemimizden bir türlü düşmüyor. Biz kadar eski, bugün kadar yeni hikâyelerle dolu bir sansür tarihi var insanlığın ve fakat çoğu zaman onun içimizdeki derin izlerini görmeden, hissetmeden, sonuçlarını ayırt edemeden; en felaketi de önemsemeden, görmezden gelerek, binbir gerekçe ile üstünü örtmeye çalışarak yaşamaya devam ediyoruz.
İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde yapılan Fotoİstanbul adlı uluslararası fotoğraf festivalinin 1 Ekim’de başlayan üçüncüsünde gerçekleşen sansür ve ardından yaşanan gelişmeler, fotoğraf dünyasının gündemine bu konuyu ne yazık ki bir kez daha taşıdı. Bir kez daha diyorum çünkü bu yaşadığımız ilk vak’a değildi fakat başa çıkamadığımız, gereken tepkiyi örgütleyemediğimiz önemli bir örnek olarak karanlık tarihimize kaydoldu.
Bu olaydan yola çıkarak, tanıkların aktarımı, kişisel deneyimler ve yazılı kaynaklar üzerinden Türkiye’de fotoğrafı hedef alan sansür olaylarının bir dökümünü oluşturmaya çalıştım. Bilgisine, tanıklığına ulaşamadıklarımın ilerleyen günlerde verecekleri destekle, şu aşamada sınırlı kaldığını tahmin ettiğim bu dökümü eksiksiz hale getirmeyi umuyorum. Diğer yandan umalım ki burada yazdıklarımdan daha fazlası yaşanmamıştır ve gelecek için de dileyelim ki yeni örnekleri eklemek durumunda kalmayalım.

1970-80’ler

Daha öncesine dair henüz bir bilgi ve belgeye ulaşamadığım için Türkiye’de fotoğraf alanındaki sansür uygulamaları hakkında yazmaya 1970’lerden başlayabiliyorum. Bu tarihten öncesine ait karanlık hikâyelerin olmaması ihtimali neredeyse yok gibi. Baskıcı yönetimlerin kıskacından yüzyıllardır kurtulamamış bu coğrafyanın makûs talihinden yereldeki fotoğrafçılar, gazete ve dergi fotoğrafçıları muhakkak paylarına düşeni çeşitli biçimlerde almış olmalı.
Örneğin fotoğrafçı İbrahim Akyürek’in notlarında geçen şu sansür vak’alarını çoğumuz bilmiyor, hatırlamıyoruz:
Zonguldak 1975: İFSAK “Halktan Yansıma/1” konulu sergi “Zonguldak hassas şehir” gerekçesiyle bir haftayla sınırlandırdı.
Zonguldak 1975: İFSAK “Halktan Yansıma/2” konulu sergi açıldığı Halkevinin o tarihteki Adalet Partili başkanı tarafından ilk haftasının sonunda toplattırıldı.
Samsun Fuarı 1977: TMMOB’nin Muradiye Çaldıran Depremi konulu sergisi komandolar (Bu dönemde militer eğitim almış ülkücü militanlar Komando olarak adlandırılıyordu. /YT) tarafından tahrip edildi.
Samsun Fuarı 1977: İKD’nin "Türkiye’de Kadın" konulu sergisi yine komandolar tarafından tahrip edildi. 
(Bu iki sergi tekrar düzenlenerek açıldı.)
Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi dönemlerini kapsayacak biçimde akademik araştırmalar yapan fotoğraf tarihçileri benim eksik bıraktığım bu parçaları tamamlayacaklardır diye umuyorum.
Detaylarına ulaşabildiğim en eski sansür hadiselerinden birinin muhatabı fotoğrafçı İrfan Demirkol. Demirkol’un çektiği ve o dönemde Cumhuriyet Gazetesi, Kitle, 7 Gün, Sosyalist Gençlik gibi gazetelerde de yayınlanmış fotoğraflar, 22 Şubat 1975’de Bartın’daki bir sergide bir araya getiriliyor. Ancak sergi, 1 Mart 1975’de emniyet amirliğince, halkı tahrik ettiği, polisi küçük düşürdüğü gerekçesiyle kapatılıyor. Neler var pekiyi serginin içeriğinde? Çeşitli işçi mitinglerinden fotoğraflar ve Demirkol’un foto-karikatür diye ifade ettiği fotomontajlar…
Bu olayı İrfan Demirkol şöyle anlatıyor: “Bartın’da sergi hazırlıkları yaparken, reklamcı vitrinine koyduğum birkaç fotoğrafı birileri polise ihbar etmişti. Ondan sonra da zaten polis fotoğraflarımı gözaltına aldı. Sergimdeki, Hürriyet Meydanı’nda çektiğim 11, Kerim Yaman’ın cenaze töreninde çektiğim 20 ve önceki sergilerimden derlediğim 14 fotoğrafa el kondu. Bir de tutanağa yazmak için polis her bir fotoğrafın ismini soruyordu. Kimisini ben o anda uyduruyordum, kimisine de polis sormadan isim yazıyordu. Polise hakaretten dava açıldı. Ve fotoğraflarımı gözaltında tutmaya devam ettiler.”
(İrfan Demirkol, açık hava sergisinde sunduğu basın bildirisi dolayısıyla Bartın Ağır Ceza Mahkemesi tarafından on ay ağır hapse, üç ay da Konya’da emniyet gözetiminde tutulmaya mahkûm edilmişti.)

AFSAD’a kuruluş yılında fraksiyon sansürü

1977 yılının Mayıs ayına gelindiğinde, Türkiye’nin en köklü fotoğraf derneklerinden birinin kuruluş hazırlıklarının başladığını görüyoruz: Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği (AFSAD). Çağdaş Sahne’de düzenlenen fotoğraf etkinlerine gösterilen ilgi üzerine bağımsız bir dernek yapısı inşa edilmeye başlandı. O yılların sosyal ve politik ortamı doğal olarak fotoğraf alanına da yansıyor, fotoğraf ve toplum, fotoğraf sanatının işlevi gibi konular tartışmalarda ağırlık kazanıyordu.
AFSAD’ın temellerini oluşturan fotoğrafçılardan Kemal Cengizkan, Özcan Yurdalan, Alparslan Aydın ve Ercan Öztürk, o günlerde başlayan DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası’nın işveren sendikası MESS’e karşı yürüttüğü ve yurt çapında giderek büyüyen grevlerini belgelemeye karar vermişlerdi. Çalışma Eylül ayında tamamlandı ve serginin Çağdaş Sahne’de açılması için yönetim ile anlaşıldı.
Bu arada 3 Eylül 1977’de AFSAD’ın ilk genel kurulu yapıldı. Yönetim kuruluna Kemal Cengizkan, Özcan Yurdalan, Alparslan Aydın ve Ercan Öztürk birlikte Sevim İpekçi, Bülent Demirel, Celal Ertem ve Çağdaş Sahne yönetiminden Sinan Çetin ve Aydın Ener seçildiler ancak dernek başkanı belirlenemedi. Çağdaş Sahne yönetimi Sinan Çetin’in başkanlığını isterken, diğer gruptakiler Alpaslan Aydın’ı başkan olarak düşünüyordu.
Bu seçim telaşı sırasında “Grev” adlı sergi, demir ustası Murtaza Vural’ın heykelleri, kardeşi Cevdet Vural’ın karikatürleriyle birlikte 16 Eylül 1977’de açıldı. Sergi açılışından birkaç gün sonra Çağdaş Sahne yönetimi bazı fotoğrafların sergiden kaldırılmasını istedi. Bu fotoğraflarda “işçi sınıfı partisine özgürlük”, “141-142’ye hayır” gibi sloganlar gözükmekteydi; bu sloganlar Çağdaş Sahne yönetiminin politik görüşlerine ters düşüyordu. Çağdaş Sahne dışındaki üyeler fotoğrafların kaldırılmasına karşı çıktı. Yapılan görüşmelerden olumlu sonuç alınamayınca “Grev” sergisi salondan kaldırıldı ve Maden İş Sendikası’na taşındı.
(AFSAD yönetim kurulunda başkanlık seçiminde anlaşma sağlanamayınca olağanüstü genel kurul yapılması kararlaştırıldı. Ancak seçimler Çağdaş Sahne yönetiminin planladığı gibi sonuçlanmadı ve Fikret Otyam’ın başkanlığında bir yönetim oluştu. Bunun üzerine Çağdaş Sahne yönetimi, kuruluşuna fırsat sağladıkları AFSAD’ın artık Çağdaş Sahne imkânlarını kullanmasına izin vermeyeceklerini bildirdi ve mekânı hemen terk etmelerini istedi. AFSAD üyeleri ve yöneticileri, bir akşam vakti, dernek defterleri kollarının altında, kendilerini kapı önünde buldu.)
Dönemin önemli fotoğrafçılarından olan İsa Çelik, politik göndermeleri olan fotoğrafları nedeniyle 70'li yıllarda devletin dikkatini çekecekti.  Birinde toplum polislerinin, diğerinde ise aynı biçimde çekilmiş koyun fotoğrafının bulunduğu fotoğrafları nedeniyle hakkında soruşturma açıldı. Ancak bunlar iki ayrı fotoğraf oldukları için soruşturmadan aleyhine bir sonuç çıkmadı.
1970’lerin “sağ-sol” çatışması olarak basitleştirilip önemsizleştirilen siyasi dalgalanması içerisinde fotoğrafçı İbrahim Demirel’in rolünü unutmamak gerekiyor. 1980 öncesinde yaygın olarak basılan ve satılan Umut Poster Kartpostalları, İbrahim Demirel’in Anadolu’da çektiği fotoğraflarla Nazım Hikmet, Ahmet Arif gibi şairlerin şiirlerinin kompozisyonundan oluşuyordu. Büyük ilgi gören bu kartpostallara getirilen yasak, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’yle başlayan cunta yönetiminin ilk yasakları arasında yer alacaktı. Hatta Demirel bu dönemde Almanya'da açtığı bir serginin içeriği nedeniyle Türk yetkililer tarafından uyarılacaktı.

Sansürün çeşitli biçimleri

Sansürün çoğu zaman fotoğrafların üretilme aşamasında oluştuğunu da hatırlamakta fayda var sanırım. Belki de en sık rastlanan, hatta neredeyse olağanlaşan bir sansür tarzı… Bu ülke topraklarında “Yasak kardeşim!” uyarısının çınlamadığı tek bir yer neredeyse yoktur.  Öyle çok duyarız ki, genel olarak “Bunun gerekçesi, yasal zemini nedir?” diye sorgulamadan makineler indirilir, yola devam edilir. Otoritenin büyülü emri çoğu kez işe yarar.
İşte bu türden sayısız örnek içinden 1980’lere ait iki tanesi:
1981 yılının ilk ayları... Merter Oral, Özer Esmer, Kemal Cengizkan, Ateş Erinanç, Tuğrul Çakar, Ercan Öztürk, Ali Rıza Akalın ve Dora Günel’in aralarında bulunduğu bir grup fotoğrafçı Bartın ve Amasra’da deniz emekçilerinin derdine ortak olmak, yaşamlarını belgelemek, sonuçları paylaşmak amacıyla yola çıkar. Kemal Cengizkan, gruptan bir gün önce Bartın’a varmış ve Kadınlar Pazarı olarak adlandırılan, tezgâhlarda yalnızca kadınların durduğu, ürünlerini satışa sunduğu pazarı görmüştür. Ertesi gün gelenlere bu heyecanlı haberi ivedilikle iletir.
20'li, 30'lu yaşlardaki gençler fotoğraf makineleri ile geniş pazar alanına hemen yayılırlar. Fakat işte o büyük otorite bu noktada bir zabıta kılığında, gençlerin karşısına dikilir:
- “Burada fotoğraf çekemezsiniz! Yasak”.
- “Peki neden?”
- “Yasak işte!”
İlk aşamadaki hayal kırıklığı, o günlerde bolca bulunan inanç, umut, mücadele üçlüsü ile aşılır. Belediye başkanına kadar gidilir. Burada meselenin, dönemin tek TV kanalı olan TRT’de yayınlanan bir haberin pazar esnafı üzerinde yarattığı hassasiyetten kaynaklandığı anlaşılır. Grubun televizyoncu değil, fotoğrafçı olması iznin çıkmasını sağlar. Ancak tüm bunlar olup biterken saatler ilerlemiş ve pazardaki tezgâhlar neredeyse kapanmıştır. Fotoğrafçı grup pazarcı kadınları fotoğraflayamaz ama ertesi gün balıkçı tekneleriyle yola çıkıp sonuçlarını yılar sonra “Fotoğraf” dergisinin Nisan 1984 yılındaki on yedinci sayısında yayınlayabilecekleri fotoğraflarla Ankara’ya geri dönerler.
Bu hatırayı paylaşan Dora Günel şöyle diyor: “Bu olayın üzerinden otuz beş yıl geçti. Memlekette o günden bugüne bu konuda bir değişiklik var mı, diye baktığımda, gözümün önüne yakın dönemdeki toplumsal olaylarda tartaklanan, gözaltına alınan, yaralanan, kurşunlanan ve dahi tutuklanan fotoğrafçı dostlarımız geliyor sadece. Mesele gerçekten halkın incinmiş olmasından dolayı tepki vermesi miydi, devletin çalışanı olduğundan dolayı kendine vazife çıkaran zabıtanın işgüzarlığı mıydı, yoksa insanların 12 Eylül’ün baskısından ve sistemleştirdiği jurnalcilikten kendilerine rol biçmesi miydi?”
Dora Günel, Kemal Cengizkan ve Ali Rıza Akalın, deniz emekçilerini fotoğraflama kararlılığıyla ertesi yıl bu kez Sinop’un ilçelerinden Ayancık’a hareket ederler. Hedef Ayancık’taki bir balıkçı köyüdür. Fotoğraf makineli üç kişi Sinop sahilinde birer çay içip, birkaç fotoğraf çektikten sonra otobüse doğru yürürlerken bir grup sivil polis tarafından yolları kesilir, kimlikleri istenir. Dönemin rutin uygulamalarından olduğu için yadırgazlar. Kimlik kontrolü tamamlanınca, kendilerini köye götürecek balıkçı arkadaşlarıyla buluşup Ayancık otobüsüne binerler. Otobüs hareket ettikten çok kısa bir süre sonra henüz şehirden çıkmamışlardır ki, durdurulurlar. Kimlik kontrolü var denir. Tüm yolcuların kimliğine üstünkörü bakılırken üç fotoğrafçının kimlikler alınır ve dışarıda telsiz konuşmalarıyla kontroller yapılır. Artık tedirgin olmaya başlarlar, özel muameleye tabi tutuldukları aşikârdır zira.
Kimliklerin iade edilmesiyle otobüs yeniden hareket eder. Ayancık yolunun muhteşem doğası kontrollerin yarattığı olumsuz havayı dağıtmıştır ancak bu uzun sürmez. Bir dönemeçte yine durdurulurlar. Şoför kapıyı açtığında jandarmanın ilk sorusu şu olur: “Yolda inen binen var mı?”
Kimlikler yeniden kontrol edilir, üç fotoğrafçının kimliklerini de gören jandarmaların rahatladıkları çok açık bir biçimde yüzlerinden anlaşılıyordur.
İki buçuk saatlik yolculuktan sonra Ayancık’a varırlar. Gökyüzü iyice bulutlanmış ve hafif hafif yağmur sepelemeye başlamıştır. Kayığın gelmesine yarım saat vardır, açık havada durup ıslanmamak için meydandaki kahveye giderler, birer çay söylerler. Peşlerinden başkaları da içeri girmeye başlar. Ceketlerinin altında, bel kısmındaki kabarıklıklar, montlarının altından sarkan düdükler ya da bazılarının belindeki kelepçelerin zincirleri fark edilmeyecek gibi değildir. Sayıları çoktur ve fotoğrafçılara sorgulayan gözlerle bakarak adeta taciz ediyorlardır.
Yağmur hafifleyince kalkıp dışarı çıkarlar. Köye gidecekleri teknenin yanaşacağı iskeleye doğru yürümeye başlayınca bütün o siviller de aynı yöne yürümeye başlar. İskeleye yaklaştıklarında polislerin çemberi iyice daralmıştır fakat biri bile ağzını açıp bir şey sormaz, söylemez. Sonunda soruyu yine fotoğrafçılar sorar: “Evet, ne istiyorsunuz?”
Adeta bu soruyu bekliyorlarmış gibi birden rahatlarlar ve fotoğrafçılara kendileriyle beraber karakola gelmelerini söylerler. Bir an önce gidip meseleyi çözmek ve yollarına devam etmek isteyen fotoğrafçılar sivil polislerle beraber karakolun yolunu tutar.
Nöbetçi karakol amiri olarak tanıtan kişi ilk olarak ne yaptıklarını, neden buraya geldiklerini sorar. İkinci sorusu meseleyi açıklar niteliktedir: “Rusya’ya mı, Bulgarya’ya mı, Romanya’ya mı kaçacaktınız?”
Fotoğrafçı olduklarını söylemeleri üzerine komiser, bu bölgede film çekmenin izine tabi olduğunu belirtir. Film çekmediklerini, fotoğraf çekmeye geldiklerini tekrarlamalarına rağmen komiser ısrar eder, film çekmenin yasak olduğunu tekrarlar. Gerilim artar. Fotoğrafçılar, belediye başkanı ile görüşmek istediklerini söyler. Komiserin hemen kabul etmesine de şaşırırlar.
Komiser, kollu, manyetolu telefona davranır. Ahizeyi kulağına dayar, kolu birkaç kez çevirip mikrofona “Evladım, belediye başkanını bağla bana!”diyerek komut verir. Bir süre sonra telefon çalar: “Ha, öyle mi?”, diyerek kapatır. Başkan bey yerinde yoktur. Bunun üzerine başkan yoksa garnizon komutanıyla da görüşebileceklerini söyler fotoğrafçılar. Bu kez telefon bağlantısı kurulmaya çalışılırken önce berber, ardından, terzi, sonra bakkal derken neredeyse tüm Ayancık esnafı ile iletişim sağlanır. Ancak garnizon komutanına ulaşılamıyordur.
Dora Günel öfkelenir, fotoğraf çantasını açıp, kullandıklarının film değil fotoğraf makinesi olduğunu ısrarla tekrarlar. Polisler hızla üşüşürler çantanın başına, fotoğraf makinesine baktılarsa da sonuç değişmez. Ardından Kemal Cengizkan bir deneme yapar ve elindeki ‘Gösteri’ dergisinin henüz çıkmış olan Mayıs 1982 sayısındaki “Fotoğraf Sanat mıdır?” başlıklı dosya konusunu ve AFSAD ile ilgili sayfaları gösterir; bu çaba da sorunu çözmeye de yetmez.
Fotoğrafçıların kararlı ve ısrarlı duruşu karşısında kendilerine verilen son bilgi şu olur: Şehirdeki tek otelde hiç yer yok ve son otobüs saat beşte hareket edecek, yani çok kısa bir süre sonra...
Fotoğrafçılar saat beşte otobüsteydiler. Arkalarındaki koltuğa, kollarında fotoğraf çantasına benzer çanta taşıyan iki kişi oturmuştu. Şüphelilerin bölgeyi terk ettiğini görmek, garanti altına almak istiyorlardı muhtemelen.
Bu deneyimi aktaran Dora Günel, “Bugünden o güne bakmakla o günden bugüne bakmanın arasında bir fark yaratamamış olmak sanırım daha uzun süre tartışma konumuz olacak.” diyor sözlerinin sonunda.

1990’ların alacakaranlığında

1980’ler, askeri darbenin sersemlettiği toplumun yavaş yavaş toparlanması, toplumsal muhalefetin yeniden örgütlenme çabası içine girmesiyle geçti.
Medya üzerindeki yoğun baskılar bu dönemde de devam etti. Basın fotoğrafçılığı alanı dışında politik içerikli fotoğraf üretimin oldukça azaldığı, gezi fotoğrafçılığının yükselmeye başladığı bir dönem olduğu için olsa gerek, bu döneme ait doğrudan fotoğraf alanında yaşanmış sansür hadisesi kayıtlarına rastlamadım.
80’lerin sonları, 90’ların büyük bölümünde toplumsal muhalefet yükselişteydi. 12 Eylül Anayasası’nın tırpanladığı haklarından mahrum kalan kitleler hem yeni kazanımlar elde etmek, hem de eldekini daha fazla kaybetmemek için güçlü ancak dağınık bir direniş sergiliyordu. Siyasi Kürt hareketinin ağırlığını iyice hissettirmesiyle devlet, şiddetinin dozunu arttırarak savaşı tırmandırmaya, kuralsızlaştırmaya başladı ve Türkiye uzun zaman nefessiz kaldı.
Muhalif medya üzerinde büyük bir baskının olduğu bu dönemde asıl baskı ve şiddet Kürt medyasına yönelmişti. Birçok siyasi infaz ve siyasi kayıp vak’alarının yanı sıra gazeteler bombalanmaya, devlet memurları tarafından gazeteciler öldürülmeye başlanmıştı.
1982 yılında Ayancık’ta yaşananların pek çok engelleme olayı 1990’larda da yaşanmaya devam etti. Cizre’de yaşanan ve o dönemde Kürt İntifadası olarak anılan olayların yaşandığı dönemde güvenlik kuvvetleri tarafından ölümle tehdit edilen Ali Öz, gazeteci arkadaşlarının yardımıyla bir otomobilin bagajında bölgeden çıkarılarak güvenli bir alana getirilmişti.
1992 yılında muhabir arkadaşım Okşan Özferendeci ile gittiğimiz Hakkari, Çukurca’da, tıpkı Ayancık’taki gibi uzun saatler boyunca emniyet müdürlüğünde tutulmuş, güya çay içip sohbet ediyormuşuz gibi dışarı çıkmamız engellenmişti. Saat 17.00’de başlayacak sokağa çıkma yasağına takılmamamız için son anda otomobilimize bindirilip Hakkari’ye yollanmıştık.
Hakkari’de araçtan inip otele doğru yürürken kapkaranlık bir grup silahlı Özel Harekatçı tarafından yerlere yatırılıp, bağırılıp çağırılıp hakarete maruz bırakılmış, “Valiliğin, tugay komutanlığının Hakkari’de bulunuşumuzdan bilgisi var” diyerek yaptığımız itirazlar “bizim haberimiz yok, burada devlet biziz!” denilerek dinlenmemişti bile.
Sokak ortasında yerlerde sürüklenen biz, yaklaşık aynı günlerde otomobilin bagajında kaçırılan Ali Öz ve yıllar sonra benzer biçimde bölgeden kaçırılan Ahmet Şık, şanslı olanlardık.
Fotoğraf makinesini kullandıkları için öldürülen iki fotoğrafçı arkadaşımız bizler kadar şanslı değildi ve 90’lı yıllardaki devlet şiddetinin kurbanı oldular: Sabah Gazetesi fotomuhabiri İzzet Kezer Cizre’de polis panzerinden açılan ateşle başından vurularak, Evrensel Gazetesi muhabiri ve fotoğrafçısı Metin Göktepe İstanbul’da bir grup polis tarafından dövülerek öldürüldü. Gazetecilere yönelik en radikal sansür bu tür cinayetler ve yine aynı dönemde Özgür Gündem Gazetesi’nin bombalanması gibi kontrgerilla eylemleri olsa gerek.
Alacakaranlığın hüküm sürdüğü o yıllarda gazetecilik ve basın fotoğrafçılığının dışında kalan fotoğrafçılık alanlarında yaşanan sansür olaylarının dökümü henüz oluşturulamamış durumda.

Aksanat, Cumartesi Anneleri’ne karşı

Yazının başında sanatçı Belit Gür’ün çalışmasını sansürlediğini belirttiğim sanat kurumu Aksanat, sansür olayları dökümü oluşturulduğunda listede adı birkaç kez yer alacak muhtemelen. Aksanat, benim ilk kez tanık olduğum sansürcü yüzünü, düzenleyicileri arasında bulunduğum İstanbul Saydam Günleri’nin 1997 yılında yapılan ikincisinde göstermişti.
1996 yılında düzenlemeye başladığımız ve on yıl boyunca sürdürdüğümüz İstanbul Saydam Günleri’nin ikincisinde festival mekânlarımızdan biri olan Aksanat, programımız kapsamında gösterilecek foto-muhabiri Ali Öz’ün “Cumartesi Anneleri” adlı gösterisi öncesinde, yazar Sennur Sezer’in bu gösterim için kaleme aldığı yazının izleyicilere dağıtılmasını engellemişti. Bunun üzerine Ali Öz ile yaptığımız görüşme neticesinde gösteriyi yapmaya fakat o gösterim günü sonunda Aksanat’taki programı iptal ederek, sonraki yıllarda Aksanat ile işbirliğine gitmemeye karar vermiştik. “İstanbul Saydam Günleri-10 Yılın Hikâyesi” adlı multimedya-DVD’de bu olay hakkında şunlar not düşülmüş: “Ancak Saydam Günleri sırasında Aksanat’ta yaşanan bir müdahale bu salonla ilişkilerin devamlılığını engelleyecektir.
(…) basın fotoğrafçısı Ali Öz'ün hazırladığı “Cumartesi Anneleri” adlı gösterinin Aksanat yönetimince engellenme teşebbüsü ilişkileri çıkmaza sokar. Son derece tehlikeli olan bu sansür anlayışı, izleyicilerin salonu doldurmuş olması sayesinde aşılmış, ancak Öz'ün izleyicilere dağıtmak istediği, ‘Ali Öz'ü, ‘Gösteri’yi ve “Cumartesi Anneleri'ni anlatan, Sennur Sezer tarafından kaleme alınmış, bir sayfalık metnin dağıtılması, Aksanat yöneticileri tarafından engellenmiştir. Bu durum, sonraki yıllarda görev yapan İstanbul Saydam Günleri Organizasyon Komiteleri’nin bu salonu kullanmayı reddetmesi sonucunu doğurur.”
Bu sarsıcı olaydan dört yıl sonra fotoğrafçı İbrahim Akyürek, İstanbul Saydam Günleri’ni ve organizasyonumuzun sponsor ilişkilerini ağır bir dille eleştiren yazısında bu konuya da değinir:
Saydam Günleri’nin birinde yakın tanıklığım var. Ali Öz, Cumartesi Anneleri’nin gösterisine hazırlanıyor Aksanat’ta. Sennur Sezer, Ali için bir yazı hazırlamış, gösteri öncesinde dağıtılacak. Aksanat'ın yetkili adamı bu metnin dağıtılmasını yasaklıyor. Dahası, gösterinin içeriği bilinseymiş izin bile verilmezmiş diye sızlanıyor. Sabancı’nın silahsız adamı seçimini iyi yapıyor. Sonbaharın tadını en depresif halde ancak bu adam çıkarabilir. Çünkü bölmeleri yok, bütünlüklü sınıf bilincine güveniyor.
“Sanatçıların garip bir rahatlıkları var; hiçbiri onlar üzerinde çevrilen dolapların farkına varmaz. Örneğin sosyologlarla bu işi bu kadar rahat çeviremezsiniz.” Alman tasarımcı Otl Aicher’in sözleri bunlar. 
Gelecek yıl Saydam Günleri'nin açılışı “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyiz” emrinin verildiği onuncu yıl ayiniyle açılmalı, kapanış en büyük yüz şirketi kontrol eden onbeş ailenin çağdaş büyücüsü Yaşar Nuri Öztürk’ün kıyamet, kaos açıklama ve dualarıyla bitirilmeli ki; gönüllü çabanızda idealizmin sanata katkısı daha belirgin olsun.
” (YT/HK)

Not: Hatırladıkları ya da kayıt altına aldıkları sansür olaylarını bu yazı kapsamında benimle paylaştıkları için Coşar Kulaksız, Dora Günel, Kemal Cengizkan, Merih Akoğul, Murat Yaykın, Özcan Yaman, Özcan Yurdalan, Sultan Güner ve Tahir Ün’e teşekkür ediyorum.)
(Metinde aktardığım olaylardan bazılarının detaylarına, farklı sansür hadiselerinin haberlerine ve en başta da Belit Gür’ün “Ayhan ve Ben” adlı çalışmasına aşağıdaki linklerden ulaşılabilir.)
"Çek, Dünya Görsün"; "Çekme Ulan Vururum" - bianet - 1 Ağustos 2015

Yücel Tunca/2016-Bianet

Yorumlar

Çok Okunanlar