2. İstanbul Saydam Günleri başladı, sürdü ve bitti! E, n'oldu peki? / 1997

ELEŞTİRİLMEK İSTİYORUM!

Bu yazı da, yazmaya soyunduğum tüm diğer İstanbul Saydam Günleri yazıları gibi, yalnızca bana ait düşüncelerden oluşuyor. Yani, bu organizasyonda birlikte çalıştığım diğer kişileri bağlamayacak. Hayır, zehir zemberek bir yazıya durduğum için söylemiyorum bunu. Sadece, satır aralarından doğabilecek tartışmaların tek muhatabı benim demek için, bu yazı yayınlatmadan önce 'İstanbul Saydam Günleri Hazırlık Grubu'nda tartışmaya açmadığım için altını çizmek istiyorum: Bu yazı tek imzalı bir yazıdır.

İstanbul Saydam Günleri'ni projelendirdiğimizde (1996 baharı) çok net bir - iki hedef saptanmıştı. Bu organizasyon, bir saydam gösterisi organizasyonudur. Fotoğraf sergileri bu organizasyonun kapsamında değildir.  Aynı zamanda bir fotoğraf sergisinin, projeksiyon makineleri ile perdeye yansıtılması da değildir. Temaya dikkat çekmek istiyorduk, kısacası. 'Gösteri'yi kışkırtmaktı maksadımız. Bir şey değişmedi, maksat hala aynı. Maksat aynı olmasına aynı ancak, katılımcıların bu yöne doğru davet edilmesinde açıkçası yetersiz bir durumdayız. Bu yetersizlik,  fotoğraf eleştirisinde dalların kımıldamamasıyla birleşince sonuç epey keyif kaçırıcı bir hale geldi. Bu, neden böyle peki?

150'den çok fotoğrafçının ürünlerini bir organizasyona sığdırmak kuşkusuz küçümsenecek bir durum değil. Amatör-profesyonel, usta-çırak ayrımı ve 'seçme' yapmaksızın bu işi örgütlemek de son derece heyecan verici. Problem nerede öyleyse? Problem şurada: Saydam gösterisi mantığında birleşemedik sanırım. Bu bir! Biraz açacağım bu meseleyi: Film türü olarak pozitif film kullanılarak çekilen fotoğrafların arka arkaya dizilmesinden oluştuğunu sanmıyorum, bir saydam gösterisinin. Retrospektifler de dahil bu sanmayışıma. (Bir noktada geri çekebiliyorum kendimi; yoğun bir birikimin sunulması noktasında, geri çekiliyorum. Yine de tümden bir çekiliş değil bu. Yoğun birikimlerden çıkartılabilecek temaları çağırıyor beynim.)

Fotoğrafların diziminde, kurgu kıvraklığı arıyor içimdeki ısrarcı insan. Saydam gösterilerinde fotoğraf, ancak çok özel bir çalışmada tek malzemedir, kanımca. Seslendirilen sözcükler olacaksa, ancak çok özel bir hikâyenin ya da farklı bir anlatım metodunun kullanılmasıyla mümkün olabilir. Fotoğrafta gördüğüm sokakların Katmandu sokakları olduğunun söylenmesiyle edindiğim bilgi de bir dia gösterisinde beni ilgilendirecek en son şey. Coğrafya dergileri boşuna mı çıkartılıyor, söyler misiniz lütfen? Bir fotoğrafçının gösterisini mi, bir turizm acentası müşterisinin fotoğraflarını mı izlemek için dolduruyoruz salonları? Sizleri bilmiyorum ama, ben İstanbul Saydam Günleri'nde fotoğrafçıların saydam gösterilerini izlemek için koşturuyorum salondan salona. Çünkü İstanbul Saydam Günleri, bunun platformu olma iddiasıyla çıktı ortaya. Turistik fotoğrafın nitelikli çekilmesi yolunda takdire şayan hizmetler veren 'şirket-kulüp'ler, diğer gereksinimi yeterince karşılıyor zaten. (Öylesine karşılıyorlar ki, Atlas- Turkuaz- Globe üçlüsü ile gaz verilen bu yeni fotoğraf dalgası, 'şirket-kulüp'lerin yarattığı yoğun titreşimlerle birleşip yurdumun serpilememiş fotoğrafı üzerine tüm ağırlığıyla biniveriyor. Doğa fotoğrafçılığı ve belgesel fotoğrafçılık, turizmin hizmetinde, son derece yanlış bir biçimde patlayıveriyor. Işığın ve grafiğin can alıcı düzenlemeleri ile bu modanın baş tacı olması da kaçınılmaz bir akıbet olarak karşımıza dikiliyor sonuçta. Böylece, Anadolu'nun bağrının keşfedildiği 1970'lerden sonra ikinci büyük dalgayı da yemiş oluyor fotoğrafımız. Doğaldır ki, saydam gösterisinin yalnızca fotoğraftan ibaret olduğu yaygın inanışı sayesinde, gösteriler de güme gidiyor.)

Bu kadar söz söylememin nedenini de aşağıdaki sayılarla özetleyeceğim:
2. İstanbul Saydam Günleri'nde sunulan 111 gösteri, 11 başlıkta toplanmıştı. Bu 11 başlığın altında yer alan gösterilerden tam 35 tanesi seyahatnameydi. Evet, tam 35 seyahatname. Tüm gösterilerin 1/3'ü!

Buraya kadar 'bir'di: 'Saydam gösterisi denen şey' konusundaki farklı algılayışlar (ve seyahat fotoğrafçılığının bir salgın olarak eleştirisine giriş)...

Şimdi 'iki': Sanatsal eleştiri ortamının ne denli cılız olduğunu bildiğimiz bir memlekette, fotoğraf eleştirisi sistemini kurmayışımıza çok da şaşmamak gerekiyor. E, buna şaşmayacaksak, saydam gösterisi eleştirisinin yapılmaması karşısında hiç ağzımızı açmamalıyız, değil mi? Hiç de değil. Bir ihtiyaçtan söz ediyorsak, bu ihtiyacı karşılayacak yapılanmanın oluşması için söz söylemek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Aralık ayının başlarında yaptığımız 2. İstanbul Saydam Günleri değerlendirme toplantısında, eleştiri mekanizması üzerinde epeyce durulmuş, Saydam Günleri'nin üçüncüsünde, eleştirmenlerin salonlara gelmesi, gösterileri izleyip, gözlem ve değerlendirmelerini yazıya dökmesi hususunda ısrarlı olunması gerektiği gibi bir tavsiye sonuca ulaşılmıştı. Bunu izleyen ilk 3. İstanbul Saydam Günleri toplantısının gündemine alınan konu hakkında konuşurken, 'eleştirmenleri salonlara getirme...' diye bir cümle kuracak olduğumda, O. Cem Çetin araya girdi: "İki!" dedi. Son derece komikti elbette bu müdahale ve trajikti kuşkusuz. 

Gerçekten de neredeyse ikiydi fotoğraf eleştirisi dünyasının nüfusu. İki ya da üç... Hadi ilk ağızda hatırlayamadıklarımız da var diyelim, beş olsun. Altı değil ama, on hiç değil.
150'den fazla fotoğrafçının ürünleri, 9 gün boyunca 111 gösteriyle sunulsun, Laleper Aytek'in bir yazısı dışında tek bir yazı kaleme alınmasın! (Gazetelerde, dergilerde çıkan haber ve röportajları ayrı bir yere koyuyorum burada. Onlar enformatif nitelikli işler olduğu için.) Fotoğraf Dergisi'nin Aralık 1997 sayısında yayınlanan yazı bile sonuçta Saydam Günleri Hazırlık Grubu içinden çıkıyorsa, gerçekten rahatsız olunması gerekilen bir noktadayız demektir. Bu -en basit yaklaşımla- bir başarısızlıksa, sadece Hazırlık Grubu'nun başarısızlığı değil, topyekün bir 'camia' başarısızlığıdır kanımca.

Bu iç karartıcı gidişattan sıyrılmanın yolları hep birlikte aranmalı diye düşünüyorum. Eleştiriden bağımsızlaşmış ustalar, şevkinin kırılmasından korkulan 'yeni'ler... Öyle ya da böyle dokunulmazlığını sağlama alan bir fotoğraf dünyasında yollar nereye çıkar, açıkçası bilemiyorum. Fotoğrafın bu genel sorununu, dönüp dolaşıp saydam gösterilerine getiriyorum, çünkü -baştan itibaren fark ettiğiniz üzre- bu yazının konusunu saydam gösterileri oluşturuyor.

Cem Yılmaz'ın tek kişilik gösterilerinde kullandığı bir söz vardı: "Bazen öyle bir dünya düşünüyorum ki..." Genç bir fotoğrafçının saydam gösterisini sunacağı salonun tüm koltukları dolmuş. Yeni bir bakış, yeni bir yaklaşım hasretiyle salonu doldurmuş izleyiciler. Işıklar sönüyor. Gösteri zamanı! Jenerik beliriyor perdede. "Rüzgar Sustu"... Nefesler tutuluyor ve perde bir renklenip, bir kararıyor. Birbiri peşi sıra geçiyor görüntüler. Fotoğraflarla bütünleşen efekt sesler, salondaki atmosferi, fotoğrafçının istediği noktaya doğru çekmeye çalışıyor. Fotoğraflarda teknik bir problem yok kuşkusuz. Klasik estetiğin kırılmaya çalışıldığı bir 'çalışma'. Ancak fotoğrafçının hedeflediği atmosfer bir türlü oluşmuyor. Belli ki henüz olgunlaşmamış bir işle karşı karşıyayız. Salona girişte ödedikleri paraya aldırmıyor izleyiciler. Beklentilerinin karşılanmadığını anladıklarında birer ikişer çıkıyorlar. Beğenmedikleri filmden, konserden çıktıkları gibi… Sabredenler, fotoğraf seçiminde ürünlerine kıyamadığı için gösteri süresini de iyice uzun tutmuş fotoğrafçıyı alkışlamıyorlar. Onlar da, ışıkların yanmasıyla birlikte hoşnutsuz, çıkıyorlar salondan. Fotoğrafçı, bir sonraki gösterisine dair yüzlerce soru işaretiyle dolu gözlerle salona bakıyor: Birinci ders! Sonraki günlerin birinde, dostlarından biri arıyor fotoğrafçıyı: "Gösterin hakkında gazetede çıkan yazıyı okudun mu?" Doğrular ve yanlışlarla yüzleşiyor bir kez daha. Ders, iki! Tüm bunlar, beynindeki süzgeçten geçiyor. Eleştirilerdeki haklılık paylarını ve haksızlıkları değerlendiriyor. İç dünyasında yanan ışıkların aydınlığında yeni gösteriyi hazırlamaya koyuluyor sonra da. Geriye tek bir şey kalıyor ki, o da zaman: Zaman, izleyicinin ve eleştirinin içine düştüğü yanılgıyı da açığa çıkarabilecek güce sahip değil midir?

Bu genç fotoğrafçının yerine bir ustayı koymaya ne dersiniz? Yılların birikimi ve emeği, bir gün gelip de kendini tekrara dönüşürse; bu, klasikleşme değil de monotonlaşmaysa ve yine salon boşaldıysa ve yine gazetede- dergide çıkan yazı "gözüne, beynine sağlık üstadım!" diye başlamayan bir yazıysa... Ve bu usta, tüm bunlar karşısında "bunca yılın, bunca emeğin karşılığı bu mu olacaktı?" sorusunu başkalarına değil de, kendine sorarsa... Hemen kağıda kaleme sarılıp, "ben, bugüne kadar çok şey yaptım, siz de kim oluyorsunuz?" diye başlayan bir yazıya soyunmazsa... Tamam, kabul; polemiklerin kanlı kalem silahşörlüğüne dönüşmediği, kavgasız bir fotoğraf dünyası eski eğlenceli günlerinden çok şey kaybetmiş olacaktır. Peki ama, başka eğlenceler bulmak mümkün değil mi?

Yücel Tunca/1997




Yorumlar

Çok Okunanlar