Büyük İnsanlığın Aymazlığı: Onlar ve Biz / 2016
Yaz günlerinin tahammülü zor sıcakları başladı. Her yıl, bir
öncekinden daha sıcak üstelik. Dünya tarihinin insan eliyle gerçekleşen ilk alt
üst oluşunun en görünen işareti bu… Yine de diyoruz ki, “deniz mevsimi geldi.
Şöyle bir deniz kıyısına gidip dinlenelim, rahatlayalım.” Ege’ye ve Akdeniz’e
doğru kara, hava ve deniz trafiği günden güne yoğunlaşıyor. Ege’nin serin
sularına mı, yoksa Akdeniz’in tuzlu, ılık sularına mı bıraksak kendimizi? Neticede
bu yıl da birinden birini seçip düşeceğiz yollara.
Sevgili Nilüfer Gökeşmeoğlu Zwart, geçenlerde soruyordu:
“Nasıl yüzebiliriz ki artık Akdeniz’de?”
Nasıl?
Bilinen haliyle 10 bin göçmenin sularında can verdiği bir
denizde, Ege’de ve Akdeniz’de, nasıl yüzeceğiz gerçekten de? Geçen yıl ya da
ondan önceki yıl, nasıl olup da kızgın kumların üzerinden koşa koşa kendimizi
dalgaların arasına atabilmiş ve birbirimize küçük su şakaları yapabilmiştik?
Günün sonundaki o tatlı yorgunluk nasıl olup da bize tarifsiz bir mutluluk
hissettirmişti?
Her şeyi kendi merkezimizin dışında tutmayı nasıl
becerebiliyoruz? Dört bir yandan bizi saran büyük savaşı görmezden gelmek nasıl
mümkün olabiliyor?
Bu soruların aklı başında ve hatta bilimsel cevaplarını
duymaya dahi tahammülüm kalmadı. Çözüm üretmekten uzak cevapları duymak
istemiyorum artık.
“Günlük hadiseler” üzerine konuşurken hissettiğim çaresizlik
ve bezginliğin aynısını bu türden anları görünür kılan fotoğraflara bakarken de
hissediyorum. O fotoğrafların oluşturduğu külliyat, büyük savaşın görsel
güncesinden başka bir şey değil.
Her birini gördüğümüzde darmadağın olmamız gereken
görüntülere göz ucuyla bakıp geçmek, en fazla acılı bir iç çekiş sonrasında
hayata gayet normal biçimde devam etmek, kendime olan saygımı giderek yok
ediyor.
Büyük paylarını korumak için her şeyi yok etmeyi göze
alanların sözleriyle, emirleriyle, fetvalarıyla, yasalarıyla, yasa
tanımazlıklarıyla, fabrikalarıyla, santralleriyle, silahlarıyla, bombalarıyla dağlar,
nehirler, denizler tahrip ediliyor, şehirler yıkılıyor, bitkiler, hayvanlar ve
insanlar katlediliyor. Trajik olan ise bütün bunları da biz küçük pay sahibi
olanlara yaptırıyor olmaları. Orduların askerleri de biziz, şehirlerin polisi
de… Yolların, barajların inşaatlarında çalışan da, sermaye piyasalarının beyaz
yakalıları da… inandırıldığımız doğrularla başkalarını zehirleyen gazeteciler
de, öğretmenler de biziz, nimet olarak bellediğimiz teknolojinin gerekli
gereksiz bütün ürünlerinin hastalıklı biçimde tüketicisi de… yok eden de biziz,
diğer türlerle beraber yok olan da…
Fakat bu, bizim büyük çaresizliğimiz değil. Bu bizim büyük
aymazlığımız!
Çektiğimiz fotoğraflardan da anlaşılmıyor mu?
Görmemiz ve görünür kılmamız gerekenin ne olduğu üzerine ne
kadar az düşünüyoruz. Göçmen kamplarını, şehirlerin yıkıntılarına sığınarak
hayatta kalmaya çalışan insanların durumlarını gösteren binlerce görüntünün
dışında onları (onlar da biziz aslında) mağdur edenlere dair ne kadar az sayıda
fotoğrafımız var. “Yürek parçalayan” görüntüleri üretme tutkumuzun arkasındaki
sinsi teslimiyetçi, konformist tutumumuzla yüzleşmediğimiz sürece aslında
savaşın gerçek özneleri olduğumuzu kabul etmeyeceğiz. Olup bitenlerin
nedenlerini anlama çabasına girmediğimiz takdirde, anlamlandıramadığımız
durumların içi boş fotoğraflarını çekmeyi sürdüreceğiz. Fotoğraflarımızdaki
dramlar, her daim ve sadece kendi trajedimizi gösteriyor olacak. Ve üstelik hep
olduğu gibi bunu da göremeyeceğiz.
Dikenli tellere takılıp kanayan hayatları, derin sularda son
bulan hayatların kıyıya vuran izlerini veya kaybettiklerinin muhasebesini bile
yapamayacak kadar çaresizlik içinde yıkık bir duvarın dibine çömelmiş isimsiz
insanları fotoğraflamaya bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
Ölülerimiz, evlerinden yurtlarından edilenlerimiz,
açlarımız, yoksullarımız, çaresizliğe terk edilenlerimiz, dışlananlarımız, sıradan
olmadıkları için gözden çıkarılanlarımız, köleleştirilenlerimiz… Hayatı
dönüştürmek için çekilen fotoğrafların konusu artık onlar olmamalı. Çünkü
nedenleri göremeyen, gösteremeyen aklın çektiği fotoğraflar sadece sonuçları
göstererek yeni bir dünyayı işaret edemez, müjdeleyemez. Üstelik bu, kendini
“onlar”dan biri olarak görmeyen bir akılla hiçbir zaman mümkün olamayacak.
Yücel Tunca/2016-Fotografya Dergisi
Yorumlar
Yorum Gönder