Hücum Ve Ricat Üzerine Hücum Ve Ricat / 2017
Henüz daha gidip de izlemeden önce tahmin ettiğim gibi dönüş yolunda bin bir düşüncenin dalgaları arasında buldum kendimi. Yazmadan duramayacağımı anladım. İlk andan itibaren iki omzunuzdan tutup gözlerinizin içine bakarak sizinle konuşmaya, tartışmaya çalışan bir sergiydi Hücum ve Ricat.
Orhan Cem Çetin ve Murat Germen (sergi katoloğunda yazıldığı
sırayla yazdım isimlerini), ürün, moda, mimari ve endüstri gibi ticari fotoğraf
alanlarında uzun yıllar boyu fotoğraf üretmiş insanlar olarak, bu fotoğrafların
kullanılmamış olanlarından kesip aldıkları detayları, 2005 yılında,
kendilerinin yarattığı 'Avustralyalı fotoğrafçı Orsey Tinger'in
"Reddedildi" başlıklı sergisinde bir araya getirmişlerdi. Fotoğraf
Vakfı Girişimi'nin salonunda açtıkları sergiden sonra bu kez 'Hücum ve Ricat'ta
buluşmaları biz izleyiciler için olduğu kadar kendileri için de heyecan verici
olmalıydı, ki açılış akşamında yüzlerindeki bu heyecan açıkça görülebiliyordu.
Güçlü bir birikimden damıtılmış onlarca yapıt, kalabalığa rağmen omuzların
üzerinden uzanıp kendilerine doğru çekiyorlardı ilgiyi.
Fakat öncesi de var... Serginin adı üstünde: Hücum ve Ricat.
Galeriye girer girmez sağ duvarda Gündüz Vassaf'ın "sanatın dili"yle
yazdığı dikkate değer giriş yazısını okurken ilk çatışma başlıyor. Hemen teslim
olamayacağım bir metin bu. Sanatçıyı, biz/ötekilerden ayrıştıran söyleme
şaşırıyorum. Çünkü Cehenneme Övgü'de "sanatçıyı aramızdan uzaklaştırmakla,
sanatın bize dikte edilmesine izin vermiş olduk" diyordu. (Sanatçıdan Sakının/ Cehenneme Övgü, 3.
Baskı-1997) Sanatçılık bir mertebe konusu yapıldığında elitizmin kapıları da
aralanmaya başlıyor. O aralıktan sızan soğuk havayı haketmeyen bir sergi
beklentim var ve bu sözler gereksiz yere içimi ürpertiyor. İlerleyen satırlarda
"Sanatın dili, kendiliğindenliğin ifadesi. Yoksa sanat taklit olur.
İdeolojik olur. Bin bir türlü totaliterizmin basmakalıp ifadesi olur."
diyor Vassaf. İdeoloji ve totaliterizm eşleştirmesi, egemen ideolojinin ne
kadar da sevdiği bir eşleştirme oysa ki! Sanatın -ve aslında bütün yönleriyle
hayatın- politik, politika denilen şeyin de külliyen ideolojik olduğunu benden
çok daha iyi bildiğine emin olduğum bir düşünce insanının kaleminden bunları
okumak iyi gelmiyor. "Düzenin içselleştirilmiş kalıplarından" daha
20-30 satır önce bahsetmiş birinin metni bağlama noktasında, sanatçıyı -sanki
mümkünmüşcesine, daha doğru bir ifadeyle sanki iyi bir şeymiş gibi- ideolojiler
üstü bir duruşa davet eden sözleri sergi alanındaki ilk adımlarımı yavaşlatıyor.
Neyse ki, fotoğraflar hemen imdadıma yetişiyor.
"Kültürel, mimari mirasın belleğin sürdürülebilirliği konusunda
belge/kurgu üretmeyi bir çeşit aktivizm ve direniş biçimi olarak
gördüğünü" beyan eden Murat, son dönemde biriktirdiği öfkesini dönüştürerek
kuvvetli bir işçilikle hücuma kalkmış. Doğrudan fotoğrafın, yani görülenin
yaklaşık olarak göründüğü gibi çekilen fotoğrafların ham malzeme olarak
kullanıldığı, bunların titiz bir el işçiliğiyle boyutlandırıldığı, endüstriyel
malzemelerle harmanlandığı bir şantiye düzeni kurmuş yapıtlarının çoğunda.
Rant, tahribat, hoyratlık, kaos ve bunlarla beslenen sistemin görsel sentezini
önümüze getirmiş. Hiç lafı dolandırmadan hem de. Son derece sert, sivri
köşeleri olan, baktıkça içinize, zihninize saplanan, canınızı acıtan,
öfkelendiren "Dipsiz" yapıtlar silsilesiyle, içinde kavrulduğumuz
cehenneme saldırmış. Alenen bir hücum bu. Tek bir noktasında bile ricat etmeyen
bir hücum.
Dakikalar sonra karşılaşıp ayak üstü sohbet ederken Cem,
"hücum ile ricatı bazen ayırd etmek mümkün değil" diyor. Hak vermemek
mümkün değil. Ne zaman saldırıyor, ne zaman geri çekiliyoruz? Bozguna uğramış
olma hissiyatı bazen son bir hücumu tek çare kılıyor, bazen de durup anlamaya
çalışmak, tahlil etmek, araştırmak, güç toplamak için geri çekilmek gerekiyor.
Cem'in Icebound'larından aldığım hissiyat da tam olarak bu.
Belirsiz ve kırılgan bir şeffaflığın ardında içsel arayışlara davetiye
çıkartıyor Icebound'lar. Bildiklerinden emin olamamak gibi, gördüklerinden de
emin olamadığın, sezdiğin ama kavrayamadığın bir "ben" dolaşıyor
fotoğraflarda. Murat'ın doğrudan elde edilmiş fotoğrafik görüntüleri el
emeğiyle yeniden biçimlendirmesinden farklı olarak Cem, her bir parçayı
zihninin laboratuvarında üretiyor. Adeta bir mikroskobun başına geçip
bilinçaltının mikro kozmosunda macera dolu, gizemli yolculuklara çıkıyor,
kendisiyle beraber izleyiciyi de alıp götürüyor. Hele ki o iki 'mandala'sını
izlerken bu yolculukta ona yoldaşlık etmek eşsiz bir deneyime dönüşüyor.
Cem, "Fotoğraf esasen, ancak ona bakan bireyler
tarafından, oldukça karmaşık ve çoğunlukla bilinçaltı süreçler sonunda
anlamlandırılan, kendisi ketum ve anlamdan yoksun bir görsel imgedir.
Fotoğrafa, izleyen değil de onu üreten kişi tarafından belli anlamların
yüklenmesi, fotoğrafın bir taşıyıcı haline getirilmesi de bir o kadar karmaşık
süreçler gerektirir ve net ifadeler oluşturmak oldukça güç, neredeyse
imkansızdır." diyor sanatçı beyanında. Fotoğraflarında, kendisinin de
aradığı, peşine düştüğü anlama dair ipuçlarının izleyici ile buluşma noktasında
belirsizleşebildiğini ifade ederken izleyici olarak bizleri alabildiğine özgür
bırakmanın -tüm sancılara rağmen- kendisini de özgürleştirdiğini söylemiş
oluyor sanırım.
...
Cem'in ve Murat'ın fotoğraflarını herkesin görmesini
istiyorum. Herkesin bu fotoğraflarla vakit geçirmesini, konuşmasını,
dinlemesini istiyorum. Fakat kaç kişi gelecek bu galeriye? Kaç kişinin haberi
olacak bu sergiden? Haberdar olanlardan kaçının vakti var? Kaçı yorgun değil
çalışmaktan -sadece çalışmaktan? Kaç kişi başka bir sınıfa ait olduğunu
düşündüğü bir galeriye girmekten korkmuyor? Kaç kişi televizyonun, bilgisayarın
önünden kalkmaya hazır? Kaç kişi bu politik kuşatmayı kırmak için istek
duyuyor? Kaç kişi yüzleşmek istiyor? Kaç kişi umutlu? Kaç kişi çelişkiler içinde
çaresiz?
Evin Sanat Galerisi'nin sıcak ışıkları altında daldığım
düşünceler Cem'in fotoğraflarındaki incecik buz katmanını çıtırdatarak eritmeye
başladığında dışarıya çıkma ihtiyacı duyuyorum. Çıktığımda, Murat'ın
fotoğraflarında da sıklıkla karşılaştığımız, memleketi ve canlı yaşamını
paramparça ederek yol alan 'ihtirasın sarı renkli kamyonları'nın motor sesleri
uğulduyor kulaklarımda. Sergi kataloğunun sayfalarının arasına sıkıştırdığım
eser fiyat listesindeki rakamlar, cevapsızlıklar içinde debelendiğim sorular
yumağını alabildiğine büyütüyor. Sergideki olağanüstü eserleri satın alabilecek
ekonomiye sahip insanların belki de vicdanlarımızdaki mahkemenin sanık
sandalyesinde oturanlardan biri olma olasılığının ortaya çıkardığı ironi
nefesimi kesiyor. Murat ve Cem'in sohbetlerinden de biliyorum ki, ironiyi
seviyor ve önemsiyorlar.
Yücel Tunca
İstanbul, 03 Aralık 2017
Nasıl huzur içinde uyuyabilirizki, bu güzel yazıyı okuduktan sonra bile sergiyi gezemeyecek olmak fena dokundu...
YanıtlaSil