Ve Yolculuk Başlıyor! / 2018
F: Yücel Tunca |
Neyse ki
bütün işleri eksiksiz ve vakitlice bitirdim. Uçuş saatine epey bir zaman kala
metroya binip 3. Havalimanı’na doğru yola çıktım. Mesafe oldukça fazla olsa da
ferah, konforlu vagonlardaki küçük ekranlardan eğlenceli hayvan videoları
izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Sadece bir ara gözüm pencereden
dışarıya kaydığında, birbiri peşi sıra akıp gidiyor gibi görünen tünel
ışıklarının aydınlattığı kavisli duvarlarda betonu delip çığlık çığlığa bir
şeyler anlatmak isteyen ürpertici figürler görür gibi oldum. Bazıları ağaç
gövde ve köklerini, bazıları yaban hayvanlarını, bazıları da korku içindeki
insanları çağrıştırıyordu. Metronun inşaatı sırasında böylesine bir sanatsal
çalışmanın ihalesinin yapıldığını, metro tünellerine yerleştirildiğini duymamış
olduğuma çok şaşırdım ve ilk fırsatta sorup soruşturmaya, araştırmaya karar
verdim.
Metrodan
indikten sonra yürüyen bantlar ve merdivenlerle kolayca terminal alanına
ulaştım. Merak içinde etrafıma bakınırken kendimi komik hissettim. Heybetli
yapının verdiği heyecanla yürürken bir adım önümde aniden beliren cesede
takılmamak için çevik bir hareketle üstünden atlayıverdim. O kısacık zaman
parçasında aklımdan neler geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Hemen geriye dönüp
bakınca üstü başı toz toprak içinde, fosforlu yeleği lime lime olmuş,
parçalanmış bareti kendisinden birkaç metre ileriye fırlamış cesedin bir işçiye
ait olduğunu anladım. Çevremdeki yüzlerce insandan sadece bir bölümü ölü
işçinin farkında gibiydi. Uzaktan bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya
çalışıyor, uçuş saatleri yaklaştığı için kafalarını sallayarak güvenlik kontrol
noktalarına doğru yürüyorlardı. Benimse zamanım vardı. Hemen telefonumu
çıkartıp cesedin fotoğrafını çektim ve etraftaki tabelalarda numaraları sık sık
tekrarlanan danışma ve ihbar bürosuna küçük bir not ekleyerek gönderdim: “B
kapısının önünde bir ceset var. Kaldırılması için ilgili birimleri lütfen
bilgilendirin.”
Haliyle
sersemlemiştim. İlk güvenlik kontrolünden geçer geçmez kendimi kahve
içebileceğim bir kafeye attım. Çedarlı ve rozbifli sandviçleri görünce
dayanamayıp Kolombiya kahvesinin yanında bir de sandviç aldım. Son derece büyük
terminal alanını izleyebileceğim uygun masayı gözüme kestirip hemen oturdum.
Cam ve metalin oldukça estetik biçimde birlikte kullanıldığı yapının
detaylarını izlerken hafifçe arkama döndüğümde o ana kadar farkına varmadığım
üzeri muşambayla kaplı uzunca bir masa gördüm. Masanın etrafında kırık dökük
plastik sandalyeler, üstünde de sanırım yirmi kadar metal tabldot tabak
duruyordu. Böyle bir yerde bunun ne işi var, diye içimden söylenerek yerimden
kalktım. Sandviçimin son lokmasını ağzıma atıp, kahvemden de bir yudum aldıktan
sonra masaya yaklaştım. Fasulye, söğüş domates, yeşil biber ve ekmeğin olduğu
tabaklardan korkunç bir koku yayılıyordu. Yemeklerin içinde pişerken ölmüş
kurtçukları, büyük kısmı çürüyüp kararmış domates ve biberleri görmek kokuyla
birleşince dayanılmaz bir hal aldı; midem ağzıma gelmişti. Koşarak en yakındaki
tuvalete gittim.
Tuvaletin ana
kapısını açar açmaz öylesine güzel bir temizlik kokusu kapladı ki etrafı,
anlatamam. Bir anda her şey değişivermişti. Teknolojik ve hijyenik ortam
yatışmamı sağladı. Zarif armatürlere yaklaşınca akmaya başlayan suda yüzümü
yıkayıp, flotal aynaya bakarak saçımı başımı düzelttim. İlk kez gördüğüm yeni
nesil sıcak hava fanında ellerimi kuruttuktan sonra buraya gelmişken bir de –affedersiniz-
çişimi de yapsam iyi olur diye düşünerek en arkadaki kabine doğru yürüdüm.
Hafifçe aralık kapıdan içeri girdiğimde burasının tuvalet kabini değil küçük
bir koridor olduğunu anladım. Üç adım ötede başka bir kapı daha vardı. Merakıma
yenilip açtığımda gördüklerim yüzünden neredeyse küçük dilimi yutacaktım.
Büyükçe bir konteyner yatakhaneydi burası. Tahtadan yapılmış, ince döşekli
yataklar arasına çekilen iplere soluk renkli, yırtık ve kan lekeli çamaşırlar
asılmıştı. Altlarında küçük valizlerin ve paralanmış plastik terliklerin durduğu
yatakların üzerindeki lime lime olmuş battaniyelerin arasından görünen
grileşmiş çarşaflar kan lekeleriyle beneklenmişti. Havasızlık ve ter kokusuna
yanık kokusunun da eklenmesiyle içerisi dayanılmaz bir hale gelmişti. Yanık
kokusunun sebebini anlamak için odada göz gezdirdim. Dip tarafa doğru kuytu
köşedeki yataklardan biri kömüre dönmüştü. Zorlukla yürüyüp yaklaştım. Duvar
kenarında isten kararmış boya katmanları arasında çakı ile kazınmış bir isim
vardı: Diyarbakırlı Mehmet Aytaç. Doğrusunu söylemek gerekirse pek bir anlam
veremedim. Üstelik kokuya dayanma gücüm de tükenmişti ve koşarak yeniden
tuvalete döndüm. İçimde büyük bir öfke birikmişti. Nasıl olur da meraklı
herkesin, üstelik dünyanın dört bir yanından gelenlerin görebileceği böyle bir
yerin kapısı açık bırakılırdı? Nasıl olur da hiç değilse kapının üzerine
“Girilmez” tabelası konmazdı? Bu konuda da yetkilileri uyarmak lazım, diyerek
zihnime not düştüm.
Elimi yüzümü
yeniden yıkayıp, kendime çeki düzen verince öfkem yatıştı. Tuvaletten çıkıp
ülkeden çıkış harcını yatırmak ve pasaport kontrolüne girmek üzere yürürken
birkaç metre önüme inanılmaz bir hızda bir şey düştü, korkunç bir ses çıktı.
İki saniye sonra geçseydim düşen şeyin altında kalacağımı ayırt ettiğimde elim
ayağım titremeye başladı. İlk şaşkınlık geçince bunun bir işçi olduğunu
anladım. Her yer kan revan içinde kalmıştı. Başımı kaldırıp yukarıya baktığımda
onlarca metre yüksekteki vinç sepetinden gözleri dehşetle açılmış aşağıya bakan
iki işçi daha gördüm. Gayri ihtiyari el sallayarak, “Ben iyiyim, siz de
dikkatli olun!” diye seslendim. O sırada uzaktan birkaç görevlinin benim
olduğum yere doğru geldiğini görünce, onlar ilgilenir artık bu kazayla, diye
düşünüp çıkış harcı pulunun satıldığı bankoya gittim. Parayı verip pulu aldım,
pasaportumun arasına koydum.
Son güvenlik
noktasına doğru yürürken umreye gitmek üzere buluşmuş kalabalık bir grubun
geçişi beni yavaşlattı. Aynı anda diğer yönden de yine oldukça kalabalık bir
yabancı Müslüman turist grubu gelmeye başladı. Tam bu büyük iki grup
karşılaşacakları sırada polis ve jandarmadan oluşan joplu güvenlik görevlileri
aralarına aldıkları işçileri dövmeye başladı. İşçilerden kimisinin başı
yarılıyor, kimisinin burnu kırılıyordu. Çığlıklar, sloganlar, küfürlerle
ortalık bir anda karışmıştı. Birkaç dakika içinde her yer kan içinde kaldı ve
sonra yine her şey eski haline döndü. Müslüman kafileler hiç duraksamadan geçip
gittiler. Sadece bazılarının ihramlarına bir miktar kan bulaşmış gibiydi.
İçimden,
olacak şey değil, diye geçirirken son derece teknolojik küçük bir temizlik
aracı hızla gelip yerleri temizledi. Ben de uzun yolculukta olur da sıkılırsam
ve biraz da nostalji olsun diye pasaport kontrolünden önce bir iki gazete almak
için gazete bayii aramaya koyuldum. İşin aslına bakarsanız uzun zamandır basılı
gazete almıyorum pek çoğumuz gibi. Ama tabii internetten takip ediyorum olup
biteni. Ülkenin içinde bulunduğu durum hiç iç açıcı değil. Haberleri okumak
insanı boğuyor. İşim için gerekli olmasa belki internetten okumayı bile
bırakabilirim.
Gazete
bayiini bulduğumda hemen bitişiğindeki camlı bölme dikkatimi çekti. Üzerinde
iri harflerle “Sorgu Odası” yazıyordu. Buzlu camlarına içeridekilerin gölgeleri
düşüyor, ara ara ne olduğunu anlamadığım şaklama sesleri ve “Yanındakiler kimdi
ulan? İsim ver!”, “Nerelisin sen itoğluit!?” gibi sözler işitiliyordu. Ulu orta
yerde böyle bir sorgu odasının kurulmasından hiç hoşlanmadığımı samimiyetle
söylemeliyim. Böylesine modern çizgileri olan, mimari estetik bakımından
oldukça iyi bir örnek oluşturan yapının içindeki kullanım alanları çok daha iyi
planlanmalıydı bana kalırsa.
Uçuş saatimin
artık iyice yaklaştığını fark edince hemen telefonumu çıkartıp arka planda
terminal binası görünecek biçimde bir selfi çekerek, sevgilime göndermeye karar
verdim. Uygun açıyı bulup telefonun deklanşörüne bastığım anda arkamdan gelen
gürültüyle irkildim. Yine joplar inip kalkıyor, biber gazı yoğun bir bulut
halinde etrafa yayılıyordu. Karmaşanın arasında “İşçilerin insani talepleri
kabul edilsin!”, “Kahrolsun faşizm!” bağırışlarını duyuyordum. Hemen az önce
çektiğim selfiye baktım. Bu karmaşa, fotoğrafın arka planına ben fark etmeden
kaydolmuştu. Böyle bir fotoğrafı sevgilime göndermek istemediğim için hemen
sildim, başka bir açıdan yenisi çekip “her şey güzel olacak, bekle beni aşkım!”
yazdım, öpücük, gülümseme, kalp emojileri ekleyip gönderdim.
Ve nihayet
uçağa binip, her zamanki gibi pencere kenarındaki koltuğuma oturduğumda
içimdeki Brüksel’e gidiyor olmanın kıpır kıpır heyecanını derinden
hissediyordum. Uçağımız apronda kalkış sırasını beklerken yan piste
cumhurbaşkanlığı amblemli afilli bir Katar uçağı iniş yapıyordu. “Ve yolculuk
başlıyor!” dedim kendime.
Yücel Tunca,
18.09.2018-Bergama
Yorumlar
Yorum Gönder