Ve Yolculuk Başlıyor! / 2018

F: Yücel Tunca
Brüksel’de düzenlenecek acil gündemli bir toplantıya davet edildiğimi öğrenince doğrusu iki ayağım bir pabuca girdi. Yola çıkmak için 48 saatten az bir vaktim vardı. İstanbul’daki bazı görüşmelerimi iptal etmek, bu durumda gidemeyeceğim konser biletini vakti uygun bir arkadaşa iletmek, kedilerimi sevgilime bırakmak, teslim tarihi gelen yazımı hemen bitirmek, küçük bir seyahat çantası hazırlamak ve Melahat’i arayıp temizlik gününü ertelemek gerekiyordu.

Neyse ki bütün işleri eksiksiz ve vakitlice bitirdim. Uçuş saatine epey bir zaman kala metroya binip 3. Havalimanı’na doğru yola çıktım. Mesafe oldukça fazla olsa da ferah, konforlu vagonlardaki küçük ekranlardan eğlenceli hayvan videoları izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Sadece bir ara gözüm pencereden dışarıya kaydığında, birbiri peşi sıra akıp gidiyor gibi görünen tünel ışıklarının aydınlattığı kavisli duvarlarda betonu delip çığlık çığlığa bir şeyler anlatmak isteyen ürpertici figürler görür gibi oldum. Bazıları ağaç gövde ve köklerini, bazıları yaban hayvanlarını, bazıları da korku içindeki insanları çağrıştırıyordu. Metronun inşaatı sırasında böylesine bir sanatsal çalışmanın ihalesinin yapıldığını, metro tünellerine yerleştirildiğini duymamış olduğuma çok şaşırdım ve ilk fırsatta sorup soruşturmaya, araştırmaya karar verdim.

Metrodan indikten sonra yürüyen bantlar ve merdivenlerle kolayca terminal alanına ulaştım. Merak içinde etrafıma bakınırken kendimi komik hissettim. Heybetli yapının verdiği heyecanla yürürken bir adım önümde aniden beliren cesede takılmamak için çevik bir hareketle üstünden atlayıverdim. O kısacık zaman parçasında aklımdan neler geçtiğini tahmin edebilirsiniz. Hemen geriye dönüp bakınca üstü başı toz toprak içinde, fosforlu yeleği lime lime olmuş, parçalanmış bareti kendisinden birkaç metre ileriye fırlamış cesedin bir işçiye ait olduğunu anladım. Çevremdeki yüzlerce insandan sadece bir bölümü ölü işçinin farkında gibiydi. Uzaktan bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, uçuş saatleri yaklaştığı için kafalarını sallayarak güvenlik kontrol noktalarına doğru yürüyorlardı. Benimse zamanım vardı. Hemen telefonumu çıkartıp cesedin fotoğrafını çektim ve etraftaki tabelalarda numaraları sık sık tekrarlanan danışma ve ihbar bürosuna küçük bir not ekleyerek gönderdim: “B kapısının önünde bir ceset var. Kaldırılması için ilgili birimleri lütfen bilgilendirin.”

Haliyle sersemlemiştim. İlk güvenlik kontrolünden geçer geçmez kendimi kahve içebileceğim bir kafeye attım. Çedarlı ve rozbifli sandviçleri görünce dayanamayıp Kolombiya kahvesinin yanında bir de sandviç aldım. Son derece büyük terminal alanını izleyebileceğim uygun masayı gözüme kestirip hemen oturdum. Cam ve metalin oldukça estetik biçimde birlikte kullanıldığı yapının detaylarını izlerken hafifçe arkama döndüğümde o ana kadar farkına varmadığım üzeri muşambayla kaplı uzunca bir masa gördüm. Masanın etrafında kırık dökük plastik sandalyeler, üstünde de sanırım yirmi kadar metal tabldot tabak duruyordu. Böyle bir yerde bunun ne işi var, diye içimden söylenerek yerimden kalktım. Sandviçimin son lokmasını ağzıma atıp, kahvemden de bir yudum aldıktan sonra masaya yaklaştım. Fasulye, söğüş domates, yeşil biber ve ekmeğin olduğu tabaklardan korkunç bir koku yayılıyordu. Yemeklerin içinde pişerken ölmüş kurtçukları, büyük kısmı çürüyüp kararmış domates ve biberleri görmek kokuyla birleşince dayanılmaz bir hal aldı; midem ağzıma gelmişti. Koşarak en yakındaki tuvalete gittim.

Tuvaletin ana kapısını açar açmaz öylesine güzel bir temizlik kokusu kapladı ki etrafı, anlatamam. Bir anda her şey değişivermişti. Teknolojik ve hijyenik ortam yatışmamı sağladı. Zarif armatürlere yaklaşınca akmaya başlayan suda yüzümü yıkayıp, flotal aynaya bakarak saçımı başımı düzelttim. İlk kez gördüğüm yeni nesil sıcak hava fanında ellerimi kuruttuktan sonra buraya gelmişken bir de –affedersiniz- çişimi de yapsam iyi olur diye düşünerek en arkadaki kabine doğru yürüdüm. Hafifçe aralık kapıdan içeri girdiğimde burasının tuvalet kabini değil küçük bir koridor olduğunu anladım. Üç adım ötede başka bir kapı daha vardı. Merakıma yenilip açtığımda gördüklerim yüzünden neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Büyükçe bir konteyner yatakhaneydi burası. Tahtadan yapılmış, ince döşekli yataklar arasına çekilen iplere soluk renkli, yırtık ve kan lekeli çamaşırlar asılmıştı. Altlarında küçük valizlerin ve paralanmış plastik terliklerin durduğu yatakların üzerindeki lime lime olmuş battaniyelerin arasından görünen grileşmiş çarşaflar kan lekeleriyle beneklenmişti. Havasızlık ve ter kokusuna yanık kokusunun da eklenmesiyle içerisi dayanılmaz bir hale gelmişti. Yanık kokusunun sebebini anlamak için odada göz gezdirdim. Dip tarafa doğru kuytu köşedeki yataklardan biri kömüre dönmüştü. Zorlukla yürüyüp yaklaştım. Duvar kenarında isten kararmış boya katmanları arasında çakı ile kazınmış bir isim vardı: Diyarbakırlı Mehmet Aytaç. Doğrusunu söylemek gerekirse pek bir anlam veremedim. Üstelik kokuya dayanma gücüm de tükenmişti ve koşarak yeniden tuvalete döndüm. İçimde büyük bir öfke birikmişti. Nasıl olur da meraklı herkesin, üstelik dünyanın dört bir yanından gelenlerin görebileceği böyle bir yerin kapısı açık bırakılırdı? Nasıl olur da hiç değilse kapının üzerine “Girilmez” tabelası konmazdı? Bu konuda da yetkilileri uyarmak lazım, diyerek zihnime not düştüm.

Elimi yüzümü yeniden yıkayıp, kendime çeki düzen verince öfkem yatıştı. Tuvaletten çıkıp ülkeden çıkış harcını yatırmak ve pasaport kontrolüne girmek üzere yürürken birkaç metre önüme inanılmaz bir hızda bir şey düştü, korkunç bir ses çıktı. İki saniye sonra geçseydim düşen şeyin altında kalacağımı ayırt ettiğimde elim ayağım titremeye başladı. İlk şaşkınlık geçince bunun bir işçi olduğunu anladım. Her yer kan revan içinde kalmıştı. Başımı kaldırıp yukarıya baktığımda onlarca metre yüksekteki vinç sepetinden gözleri dehşetle açılmış aşağıya bakan iki işçi daha gördüm. Gayri ihtiyari el sallayarak, “Ben iyiyim, siz de dikkatli olun!” diye seslendim. O sırada uzaktan birkaç görevlinin benim olduğum yere doğru geldiğini görünce, onlar ilgilenir artık bu kazayla, diye düşünüp çıkış harcı pulunun satıldığı bankoya gittim. Parayı verip pulu aldım, pasaportumun arasına koydum.

Son güvenlik noktasına doğru yürürken umreye gitmek üzere buluşmuş kalabalık bir grubun geçişi beni yavaşlattı. Aynı anda diğer yönden de yine oldukça kalabalık bir yabancı Müslüman turist grubu gelmeye başladı. Tam bu büyük iki grup karşılaşacakları sırada polis ve jandarmadan oluşan joplu güvenlik görevlileri aralarına aldıkları işçileri dövmeye başladı. İşçilerden kimisinin başı yarılıyor, kimisinin burnu kırılıyordu. Çığlıklar, sloganlar, küfürlerle ortalık bir anda karışmıştı. Birkaç dakika içinde her yer kan içinde kaldı ve sonra yine her şey eski haline döndü. Müslüman kafileler hiç duraksamadan geçip gittiler. Sadece bazılarının ihramlarına bir miktar kan bulaşmış gibiydi.

İçimden, olacak şey değil, diye geçirirken son derece teknolojik küçük bir temizlik aracı hızla gelip yerleri temizledi. Ben de uzun yolculukta olur da sıkılırsam ve biraz da nostalji olsun diye pasaport kontrolünden önce bir iki gazete almak için gazete bayii aramaya koyuldum. İşin aslına bakarsanız uzun zamandır basılı gazete almıyorum pek çoğumuz gibi. Ama tabii internetten takip ediyorum olup biteni. Ülkenin içinde bulunduğu durum hiç iç açıcı değil. Haberleri okumak insanı boğuyor. İşim için gerekli olmasa belki internetten okumayı bile bırakabilirim.

Gazete bayiini bulduğumda hemen bitişiğindeki camlı bölme dikkatimi çekti. Üzerinde iri harflerle “Sorgu Odası” yazıyordu. Buzlu camlarına içeridekilerin gölgeleri düşüyor, ara ara ne olduğunu anlamadığım şaklama sesleri ve “Yanındakiler kimdi ulan? İsim ver!”, “Nerelisin sen itoğluit!?” gibi sözler işitiliyordu. Ulu orta yerde böyle bir sorgu odasının kurulmasından hiç hoşlanmadığımı samimiyetle söylemeliyim. Böylesine modern çizgileri olan, mimari estetik bakımından oldukça iyi bir örnek oluşturan yapının içindeki kullanım alanları çok daha iyi planlanmalıydı bana kalırsa.

Uçuş saatimin artık iyice yaklaştığını fark edince hemen telefonumu çıkartıp arka planda terminal binası görünecek biçimde bir selfi çekerek, sevgilime göndermeye karar verdim. Uygun açıyı bulup telefonun deklanşörüne bastığım anda arkamdan gelen gürültüyle irkildim. Yine joplar inip kalkıyor, biber gazı yoğun bir bulut halinde etrafa yayılıyordu. Karmaşanın arasında “İşçilerin insani talepleri kabul edilsin!”, “Kahrolsun faşizm!” bağırışlarını duyuyordum. Hemen az önce çektiğim selfiye baktım. Bu karmaşa, fotoğrafın arka planına ben fark etmeden kaydolmuştu. Böyle bir fotoğrafı sevgilime göndermek istemediğim için hemen sildim, başka bir açıdan yenisi çekip “her şey güzel olacak, bekle beni aşkım!” yazdım, öpücük, gülümseme, kalp emojileri ekleyip gönderdim.

Ve nihayet uçağa binip, her zamanki gibi pencere kenarındaki koltuğuma oturduğumda içimdeki Brüksel’e gidiyor olmanın kıpır kıpır heyecanını derinden hissediyordum. Uçağımız apronda kalkış sırasını beklerken yan piste cumhurbaşkanlığı amblemli afilli bir Katar uçağı iniş yapıyordu. “Ve yolculuk başlıyor!” dedim kendime.

Yücel Tunca, 18.09.2018-Bergama

Yorumlar

Çok Okunanlar