Türkiye Fotoğrafçılığının Sansür Tarihi - 2. Bölüm: 2000'ler... / 2016


2000’lerde yaşanacak çok sayıda sansür hadisesinin habercisi, çarpıcı bir otosansür hikâyesiydi.
2002 yılı Şubat’ında İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği'nde (İFSAK) yapılması planlanan “Başka Bir Dünya Afganistan” sergisi için Afganistan’da bulunmuş Coşkun Aral, İrfan Sapmaz, Hakan Denker, Faruk Zabcı, Bengüç Özerdem gibi birçok basın fotoğrafçısından fotoğraflar toplanmıştı.
Sergi hazırlıkları sürerken National Geographic (NG) yetkilileri, kendi fotoğrafçılarının da sergide yer almasının iyi olacağını, hatta sergide yer alan fotoğrafların daha sonra derginin Türkiye edisyonunda da yayınlanabileceğini, dahası bu serginin Türkiye’nin farklı şehirlerinde NG organizasyonu ile dolaştırılmasını düşündüklerini ilettiler.
Bütün bunlar İFSAK için de son derece güzel düşüncelerdi. Hazırlıklar hızlandı, NG fotoğrafçıları Reza, Thomas J. Abercrombie ve Zahide Ay’ın fotoğraflarının da aralarında bulunduğu sergi fotoğrafları basıldı, basın bülteni yazılıp medyaya dağıtıldı. İşte sorun tam da burada başladı: İFSAK ilgililerinin bu sergiye ilişkin yazdığı metinde ABD emperyalizmden, savaş ihracından bahis açılıyor, İslâm’ın primitif yapısının Afgan halkı üzerindeki etkilerine doğru eleştirel saha genişletiliyordu. Metnin bu hali NG yetkilileri üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. İlk tepki olarak sergiden çekilme kararı aldılar ancak hemen farkettiler ki basın duyuruları her yere Türkçe olarak yayılmıştı. Bunun üzerine çok manidar bir taktik süreç yaşandı: ABD’deki NG merkezine sezdirmeden sergi İFSAK salonunda sessizce yapılıp bitirilecek, katiyen dolaştırılmayacak ve elbette dergi sayfalarına taşınmayacaktı. Olay, İFSAK yönetimi için son derece can sıkıcı bir deneyim olarak hafızalara kazındı.
Fotoğraflar, 1970’lerdeki bazı örneklerde olduğu gibi metinlerle yanyana geldiğinde kimileri için daha da tehlikeli olmaya başlıyordu.
Yine ilk örneklerine 70’lerde tanık olunan fotoğrafçı ve fotoğraflara gözaltı yapma, gözdağı verme olaylarının bir versiyonunu yeni milenyumun hemen başında, 2002’de, Diyarbakır’da bizzat ben deneyimledim. O yıl ikincisi düzenlenen Diyarbakır Kültür ve Sanat Festivali'nde bazı tiyatro oyunlarının yasaklanmasının yanı sıra Ken Light ile birlikte festival konuğu olarak bulunduğum Diyarbakır’da sunumunu yaptığım “Hakkâri Sevgilim” adlı dia gösterisi, sivil bir askeri istihbarat görevlisi tarafından polise ihbar edildi. Fotoğraflarda görülen silahlı korucuların PKK militanı olabileceği şüphesiyle gözaltına alındım ve fotoğraflarıma el konuldu. Terörle Mücadele birimindeki polislere ve DGM savcısına ifade verdikten sonra tutuksuz yargılanmak üzere ertesi gün sabaha karşı serbest bırakıldım.
Diyarbakır 1 No’lu DGM’de, TCK 312/2’den, yani halkı bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa alenen tahrik suçunu işlediğim ileri sürülerek yargılandım. Bu kez fotoğraflar değil, fotoğraflarla birlikte kullandığım metinlerden rahatsız olmuştu devlet. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinin getirdiği değişiklikler sayesinde ceza almadan beraat ettim. Değişikliğe gidilen 312’den ilk beraati alan kişi olmuştum.
(Fotoğraflarıma da, çok geçmeden şaşırtıcı biçimde eksiksiz ve hasarsız biçimde kavuşmuştum.)
Bu olayın medyaya yansımalarından birinde Coşkun Aral şöyle diyordu: “Yaptığımız işlerin birtakım insanların kafasına göre yorumlanması ilkellik örneğidir. Dünyayla kaynaşmak isteyen Türkiye'de bu tür şeylerin yaşanmasına gönlümüz elvermiyor. Hukuka saygılıyız. Hukuk dışı uygulamalara, kimden gelirse gelsin tavır almalıyız.”

Siyasi sansürlerden "cinsel içerik" sansürlerine

2002 yılının Kasım ayında bu kez, İFSAK tarafından 18.si düzenlenen İstanbul Fotoğraf Günleri sansürden nasibi alacaktı. Hem de aynı organizasyon içinde, aynı günlerde iki kez!
Sergisinin açılış tarihi daha erken olduğu için fotoğraf sanatçısı Antoine D’Agata’dan başlayayım: O dönemde Taksim, Sıraselviler Caddesi üzerindeki Bilgi Üniversitesi’nin Bilgi Atölye Sanat Galerisi’nde 2 Kasım’da açılışı yapılacak olan “Ulysses’in Gözleri” sergisini asmaya hazırlanan D’Agata, yerlere serdiği fotoğrafların bazılarına dehşet içinde bakan galeri yöneticisinin neler dediğini anlamaya çalışmaktadır.
İFSAK’tan Coşar Kulaksız bir yandan isteksizce de olsa durumu anlatırken ve bir yandan da galeri yöneticisine bu fotoğrafları sergiden kaldırmanın mümkün olamayacağını söylemektedir. Diğer yandan da, kamuoyuna bazı fotoğrafların “müstehcenlik gerekçesi ile” Bilgi Üniversite tarafından kaldırıldığı açıklanırsa, uzlaşılabileceği blöfü yapılır. Bunun üzerine galeri yöneticisi, Bilgi Üniversitesi’nin sansürcü olmadığını, kamuoyuna böyle bir açıklama yapılamayacağını belirtir. Uzun tartışmalar sonunda galeri yönetimi, festival yetkilileri ve D’Agata, sergi girişine “+18” ibaresi konulması kaydı ile uzlaşır ve memleketteki ilk D’Agata sergisi “hafif bir sıyrık” ile açılır.
Olaylar bununla bitmez, başta da yazdığım gibi ikinci sansür dalgası ilkinin hemen peşi sıra gelir. Bu kez İFSAK’ın hiç çalışmadığı yerden çıkar problem: 11 Kasım’da Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi’nde açılması gereken Joachim Ladefoged’un “Arnavutlar” sergisi, içerikteki iki Sırp asker fotoğrafı (Askerlerden biri zafer işareti yapmaktadır. “Vay efendim, Sırp askeri bizim memleketimizde nasıl zafer işareti yapar?” minvalinde bir itiraz gelir…) kriz yaratır. Krizi yaratan yine bir sergi salonu yöneticisidir ve bu iki fotoğrafın seriden çıkartılmasını talep eder. Festival yönetiminden Emin Altan ve Coşar Kulaksız bu sansürcü yaklaşım karşısında verilecek tepkinin dozunu, hızla tartışırlar. Fotoğrafları ayıklama ayıbına ikisi de, tüm festival yönetimi de razı olmaz ve salon değişikliği kararı alınır, Ziraat Bankası Galerisi’ndeki sergi iptal edilir. Fakat bir başka problem daha vardır: Festival başlamak üzeredir ve boş salon bulmak mümkün olamayacaktır. Belki de örneği ilk kez görülecek bir uygulama akıl edilir: Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’nde açılacak sergilerden birinin 1 metre üzerine “Arnavutlar” sergisi asılacak, böylelikle iki katlı bir sergi yapılacaktır!
(“Arnavutlar”ın, Stratos Kalafatis’in “Öteki” sergisiyle mi yoksa Stefan Lindberg’in “Kartalın Gölgesinde” sergisi ile mi üst üste sergilendiğini hatırlayamadığım, kayıtlarına da ulaşamadığım için net biçimde yazamıyorum. “Kesin bilgi”ye sahip olan varsa lütfen bana iletsin.)

Irkçı saldırı

2005 yılının sonbaharında bu kez, sergi salonu yöneticilerinin ufkunu aşan oldukça sert bir müdahale yaşandı. Karşı Sanat Çalışmaları’nın Tarih Vakfı’yla ortaklaşa düzenlediği “6-7 Eylül Olayları Sergisi” açılış gününde ırkçı bir grubun saldırısına uğradı.
Sergiye saldıranlar arasında, daha önce Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Osmanlı Ermenileri Konferansı’na da saldıran “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği”nden (TSTKB) Ramazan Kırkık ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz de bulunuyordu. Kırkık, daha önce Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde yer alan habere göre, sergi ve panelin kışkırtma amaçlı olduğunu belirtmiş, Tarih Vakfı’nı kastederek, “Soros destekli bu vakıf, 1955′te yaşanan olayları saptırıp ülkede yeni bir tartışma yaratmak istiyor. Amaçları, Rumlar’ın hakkını aramak, Türkler’in barbar olduğunu ispatlamak, tazminat ödenmesini sağlamak. Kısacası, ülkede yeni bir tartışma yaratmak” demişti.
İki ayrı grup halinde sergiyi basan yaklaşık 15-20 kişi, önce “Türkiye Türktür, Türk kalacak”, “Hainlere ölüm”, “Ya sev ya terk et” sloganları atmış, “Neden Kıbrıs’taki fotoğrafları değil de, bu fotoğraflar asıyorsunuz?”, “Atatürk’ün evini yakanları savunmayın” diyerek bildiri dağıtmışlardı. Baskının devamında da şiddetin dozu arttırılmıştı. Fotoğraflar indirilmiş, bazılarına yumurta atılmış, bazı fotoğraflar da pencereden İstiklal Caddesi’ne atılmıştı; aşağıda bekleyen yaklaşık 10 kişilik bir başka grup da fotoğrafları çiğneyerek tümüyle parçalamıştı.
Karşı Sanat yöneticisi ve serginin düzenleyicilerinden Özkan Taner, olaydan sonra yaptığı açıklama şöyleydi:
Hoş bir şey değil. Belge niteliğinde bir sergi bu… Tahrik edici bir özelliği yok. Sergi, kronolojik fotoğraflardan oluşuyor. Saldırıyı anlayamıyoruz” demişti. Özgürlük ve Dayanışma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Hakan Tahmaz da, saldırının ardından şunları söylemişti: “Son dönemde ciddi bir biçimde Türk milliyetçiliğinin kendini sokağa vurduğunu görüyoruz. Linç politikası ve tahammülsüzlük gelişti. Hükümet gelişen olaylar karşısında aktif bir tutum almaması düşündürücü. Bir an önce harekete geçmeli.
Bu saldırı olayının ardından 500’e yakın fotoğrafçı ve sanatçı, ‘kınama, uyarma ve dikkat çekme’ amaçlı ortak bir metni kamuoyu ile paylaştı. Metinde “6-7 Eylül Olayları’nı konu alan belgesel fotoğraf sergisinin Karşı Sanat Galerisi’nde 6 Eylül 2005 günü yapılan açılışı sırasında gerçekleştirilen planlı saldırı(nın) 50 yıl önceki talanın devamı (…)” olduğu vurgulandı.

Sansürde işbirliği

NarPhotos’un, St. Petersburg’ta Türk Yılı Etkinleri kapsamında 29 Haziran 2008 gecesi yapacağı “Türkiye’den Haber Fotoğrafları 2007-2008” başlıklı fotoğraf gösterisinin, “1 Mayıs 2008” ve “Başörtüsü Krizi” bölümlerinin Türkiye Konsolosluğu yetkilileri tarafından sansürlenerek gösterimi, yılın fotoğraf alanındaki en büyük krizini yaratmıştı. Organizasyonun bileşenleri arasında anılan Fotoğraf Vakfı’na ve fotoğrafların hak sahibi durumundaki NarPhotos’a bilgi verilmeksizin yapılan bu müdahale kamuoyuna NarPhotos tarafından duyurulunca fotoğraf camiasından tepkiler yükselmiş; Türk gecesinin katılımcıları arasında bulunanlardan Murat Germen “El insaf!!! Ben metin altında olmayı isterim” diyerek destek verirken, Orhan Cem Çetin, Ahmet Elhan gibi diğer fotoğrafçılar da kınama bildirisine imzalarını koyacaklarını dile getirmişlerdi.
Bu konu üzerine ortak tepki geliştirmeye çalışan fotoğrafçıların ilerleyen yazışmalarında Türk gecesinin Türkiyeli tüm katılımcı fotoğrafçılar adına fotoğraf ayağı küratörü Anastassia Zlatopolskaia’nın, düzenlenen etkinlikte Türk Büyükelçiliği’nin “düzenleyici” sıfatıyla söz sahibi oluşundan katılımcıları haberdar etmediği, bilgilendirmediği ortaya çıkacaktı. Bu durum üzerine Fotoğraf Vakfı kurucu üyelerinden Dora Günel, kendisi dışındaki 12 katılımcı fotoğrafçı ile NarPhotos kolektifini konu hakkında bilgilendirip şunları söylemişti:
Elbette ki fotoğrafa bu şekilde sansür uygulanması hiçbir şekilde kabul edilemez bir durumdur. Ancak, merakım şudur ki, acaba elçilik Anastassia'ya katılımcılara sorun demiş midir? Bir acemilik yapmış olan Anastassia ile tekrar temasa geçilerek öncelikle bu düzeltmeyi ve protestoyu onun yapması gerektiğini söylemek lazım diye düşünüyorum.” 
Bu yazışmaların sonunda çalışmanın içerisinde aktif olarak bulunanlardan Tansel Atasagun’un mesajı ‘acemice yapılan hata’dan öte meselenin ciddi bir sansür vakası olduğuna işaret ediyordu: “Rusya'da olaylar nasıl gelişti, konsolosluk işin içine nerede nasıl girdi Anastassia ile en yakın temasta olan kişilerden biri olarak "hiç bir fikrim yok" diyebilirim. (…) Bizlerin bilgisi olsaydı geceye katılmayacağımız da açık. Ancak ortada -süreci ne olursa olsun- bir sansür durumu var. Bizlerin malzeme olması, Anastassia'nın uyarılması vb ayrı, sansüre karşı çıkmak ayrı diye düşünüyorum. Dora'nın tüm yazdıklarına katılmakla beraber, sansür ya da sansür girişimine herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda yapılmış gibi bakıyorum.” 

Ve rektör jandarmayı çağırır

Gelelim 2009 yılı 30 Nisan’ına… Sansür mekânı bu kez Bursa’da Uludağ Üniversitesi…
Galata Fotoğrafhanesi’nde o yıl yürütmeye başladığımız Belgesel Fotoğraf Programı’nın ilk fotoğrafik ürünleri olan “29 Mart Yerel Seçimleri” ve “8 Mart Dünya Kadınlar Günü Mitingi” serilerinden oluşan sergi Uludağ Üniversitesi Fotoğraf Amatörleri Topluluğu (UFAT) tarafından düzenlenen 6. UFAT Fotoğraf Günleri’ne gönderilmişti. Şenliği düzenleyen öğrenci grubunca sergi mekânına yerleştirilen fotoğrafların bir kısmının ertesi sabah, rektörlük tarafından çağırılan jandarma aracılığı ile duvarlardan indirilip, “incelenmek üzere” götürüldüğünü tesadüf eseri haber almıştık. Şenliği düzenleyen öğrenciler, fotoğraflarımıza yapılan bu saldırının duyulmasının, vereceğimiz tepkinin şenliğin tümüne zarar verebileceği endişesi ve nasıl söyleyeceklerini bilememenin utancıyla bize vaktinde haber vermemişlerdi.
32 fotoğraftan 11’ine, ‘sakıncalı’ oldukları iddiasını araştırmak maksadıyla kolluk güçlerinin el koyması sonrasında rektörlük talimatıyla UFAT bünyesindeki öğrenciler sergideki diğer fotoğrafları da indirmiş ve UFAT Fotoğraf Günleri web sitesindeki ilgili sayfaları da yayından kaldırmışlardı.
Bir hukukçunun, konu ile ilgili olarak adımıza yaptığı araştırma sonucu olayın nasıl geliştiği, fotoğrafların nerede tutulduğu öğrenilmiş ve yapılacak kınama açıklamasının yönü belirlenmeye çalışılmıştı. Öğrenci kulübü, rektörlük ve jandarma üçlüsünde esas olarak hedefe kim alınmalıydı? Sonunda peş peşe iki metin ortaya çıktı. Galata Fotoğrafhanesi ve Fotoğraf Vakfı imzalı ilk metinde dayanışma çağrısı yapılıp, el konulan fotoğrafların iadesi isteniyor ve “ifademizin önemli bir parçası olan fotoğraflar özgür kalmalı!” deniliyordu.
Ardından şu metin oluşturuldu ve ‘Fotoğraflar Özgürdür! Sansüre Hayır!’ başlığı altında www.fotograflarozgurdur.com (adres artık aktif değil)adresinde imzaya açıldı:
Uludağ Üniversitesi içinde açılan fotoğraf sergisine kolluk kuvvetleri marifetiyle yapılan müdahale, fikir ve ifade özgürlüğüne yapılmış bir müdahaledir. Totaliter dönemlerde görülebilecek bu türden davranışlar, militarist zihniyetin özgür olması gereken üniversite atmosferindeki yansımasıdır.
Meşru ve yasal olan 8 Mart Kadınlar Günü Mitingi’nde ve 29 Mart Yerel Seçimleri’nde çekilen fotoğrafları sakıncalı bulmak ve müsadere edilmesine izin vermek üniversite yöneticilerinin ayıbıdır. Akademik çatı altında bu ayıbı yapanların bilim, özgürlük, ifade, demokrasi ve vicdan konularında neler düşündükleri merak konusudur.
Belgesel fotoğraflar fotoğrafçının gördüklerini gösterir. Gördükleri karşısında gözlerini kapatanlar ise gerçeği değiştirmez sadece kendilerini kandırırlar. 
Fotoğrafların sergi salonundan indirilmesi, gösteriminin engellenmesine izin verenlerin, bu sansürcü yaklaşımlarına kamuoyu karşısında açıklama getirmelerini istiyoruz. Biz aşağıda imzası bulunan kişi, dernek ve diğer kurum ve kuruluşlar; ifade özgürlüğünün zedelenmesine neden olan bu tutumun gerekçelerinin açıklanmasını ve sergide fotoğrafları yer alan fotoğrafçılardan özür dilenmesini talep ediyoruz.
Tersi durumda 2010 yılı sonuna kadar Uludağ Üniversitesi’nden gelecek hiçbir davete olumlu cevap vermeyeceğimizi, sosyal, kültürel, sanatsal ve bilimsel etkinliklerine katılmayacağımızı kamuoyuna ilan ediyoruz.”
Metnin özellikle son bölümü bugün dahi oldukça önemli bulduğum bir cümleyi içeriyor. Çoğunlukla pasif kınamalardan ibaret olan bu türden metinlerden farklı olarak, bir yaptırım ibaresi konulmuştu: “Açıklama ve özür yoksa, bundan sonra biz de sizinle çalışmayız!”
(Akademik bir yapı ile karşı karşıya olunduğu için bu restin yaklaşık 18 ay gibi sınırlı bir zaman dilimini kapsamasının doğru olacağı o dönemki imzacılar tarafından uygun görülmüştü.)
Çok sayıda imzacının verdiği destek medyada da karşılığını buldu ve sansür haberleri yayınlanmaya başlandı. Bu dönemde Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF), sonraki zamanlarda benzerini pek görmediğimiz biçimde tepki gösterdi ve Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü’ne hitaben kınama mektubu yayınladı: “(…) İçeriği ne olursa olsun bir sanat eseri ve etkinliğin hem de köklü bir bilim yuvasında bu durumla karşılaşması tüm fotoğraf camiasını derinden üzmüştür. (…) Çağımızda sansürün böyle somut örneklerini yaşıyor olmak ülkemizin büyük ayıplarındandır. (…)” denilen 20 Mayıs 2009 tarih ve 2009/088 nolu belgenin altında TFSF Başkanı Özcan Taras’ın imzası bulunuyordu.
Uludağ Üniversitesi’ndeki rektörlüğün jandarma destekli sansürünün üzerinden 35 gün geçmişti ki sözkonusu fotoğraflar İFSAK yönetiminin dayanışma amaçlı daveti üzerine 6 Haziran’da İFSAK Sergi Salonu’nda izleyicilerle buluşturuldu.

RedFotoğraf’a hacker sansürü

Baskı dönemlerinde ve tüm sansür uygulamalarında karşı duruşun, dayanışmanın önemini en iyi bilen gruplardan biri olan RedFotoğraf’nun web sayfasına yapılan hacker saldırısını da açık bir sansürleme olayı olarak anmak gerekiyor. 2011 yılının 11 Nisan’ında gerçekleştirilen faşist arka planlı hacker saldırısına karşı da birçok fotoğrafçı bildiri yayınlayarak tepki göstermişti.
RedFotoğraf’ın saldırıya ilişkin açıklaması şöyleydi:
Kendilerini vatanın sahipleri ve koruyucuları zanneden faşist zihniyet RedFotoğraf’ın internet sitesine saldırdı! 2008 yılından bu yana ADALETSİZliğe, HUKUKSUZluğa ve SANSÜRe karşı fotoğrafın diliyle toplumsal muhalefette yerini alan RedFotoğraf’ın sergilediği duruş ve eylemleri anlaşılan ‘malum çevrelerin’ rahatsızlanmasına yol açmış.
"Kendilerini 'Bağdakiler' ve bizi 'Dağdakiler' olarak nitelendiren, '“İmamın Ordusu'nun avukatlığına soyunan, Ahmet Şık’ı şerefsiz ve vatan haini olarak karalamaya çalışanlar, adaletsizliğe bunca güvenen zihniyettekiler şimdi de sanal saldırılarla bizleri susturmaya çalışıyorlar.
Ahmet Şık’ın yanında, Adaletsizliğe, Hukuksuzluğa ve Sansüre karşı verilen mücadelede RedFotoğraf olarak yer almanın onuruyla, fotoğrafın diliyle cevabımızı vermeye devam edeceğimizi kamuoyuna duyururuz.

Mahalle baskısıyla CHP'li belediye sansürü

İstanbul kültür sahasından sıkça yayılan sansür haberleri elbette coğrafya gözetmiyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Sanat Merkezi’nde 2012 yılının Ocak ayında açılan sergide yer alan üç fotoğrafın, bazı basın organlarında eleştirilmesi üzerine belediye yetkilileri tarafından kaldırması, özellikle İzmirli fotoğrafçılar tarafından net biçimde hatırlanıyor.
“Aykırı” isimli fotoğraf sergisi 3 Ocak’ta Kültürpark’taki İzmir Sanat Merkezi’nde açılmış, açılışın hemen sonrasında bir haber ajansı sergideki üç fotoğrafın dini ve toplumsal değerlere aykırı olduğunu içeren bir haberi servise koymuştu. İki ulusal gazete de, 8 Ocak Pazar günü “Dini değerlere hakaret içeren fotoğraf sergisi Türkiye’yi ayağa kaldırdı” başlığıyla sergiyi okurlarına duyurunca 9 Ocak Pazartesi günü belediye yetkilileri bu üç fotoğrafı sergiden çıkarmıştı. Sergiyi düzenleyen İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) üyeleri uygulamanın sansür olduğunu dile getirmiş, kalan fotoğrafları da toplayıp sergiye son vermişlerdi.
İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Sanat Merkezi önünde toplanan İFOD üyelerine ve kamuoyuna açıklama yapan dernek başkanı Beyhan Özdemir, şunları ifade etmişti:
Çeşitli basın organlarında çıkan asılsız ve kışkırtıcı haberler karşısında İzmir Büyükşehir Belediyesi sansür uyguladı. İFOD’un bilgisi ve isteği dışında üç fotoğrafımız sergiden indirilerek bir odaya kapatılmıştır. İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri fotoğrafların kendileri tarafından sergiden kaldırıldığını ve sergide yer almasına izin vermeyeceklerini söylediler. Böylece belediyecilik görevleri yanında sanat bilirkişiliği ve sansür kurulu görevlerinin olduğunu da bizlere göstermiş oldular. Demokrasilerde bunun adına sansür denir.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kışkırtıcı medya haberlerine teslim olarak sansürlediği fotoğraflarda türbanlı ve bikinili bir kadın, dudak dudağa öpüşen iki erkek ve dudak dudağa yakınlaşmış başı örtülü iki kadın yer alıyordu.
İFOD’un sansüre tepkisi bununla da kalmadı ve bir sonraki geleneksel serginin teması “Sansür” olarak belirlendi. Sansür temalı sergi, yine CHPli olan Konak Belediyesi’nin galerisinde açıldı.

Bursa Fotofest sansürleri

İzmir’deki sansürün dumanı tütmeye devam ediyordu ki tatsız haber bu kez Bursa’dan geldi. 2012 yılında yapılan Bursa Fotofest’te, Genç Fotoğraf İnisiyatifi (GFİ)’nin kolektif sergisinin katılımcılarından Eda Kum’un LGBTİ bireyleri konu alan fotoğrafları festival düzenleyicileri tarafından sakıncalı bulunmuştu. Bu fotoğrafların izleyicilere gösterilmeme kararını alanların başında, festival küratörü Merih Akoğul geliyordu.
Akoğul’a, Kum’un fotoğraflarının sansürlenmesine ilişkin düşüncelerini sorduğumda yazılı cevabı şöyle oldu:
“(…) Ben özgürlüğün sınırlarına inanıyorum. Çünkü bizim sınırlarımız, başkasının sınırlarının bittiği yerde başlıyor. Gerek, bugüne kadar yaptığım kendi sergi ve konferanslarımda gerekse küratörlük bağlamında bu konularda dikkatli olmaya çalıştım. Özellikle dünyada küçük çocukların bazı konularla erken ve kontrolsüz karşılaşmamaları için çok ciddi önlemler alınıyor ve yaptırımlar uygulanıyor. Ben de genelde hassasiyetimi, çocuklar ve müstehcenlik konusunda kullanıyorum. (…) Küratörlüğünü ve sanat yönetmenliğini yaptığım 2012 yılındaki Bursa Fotofest’te, aynı serideki yüzlerce fotoğrafın arasından bir iki ağır müstehcen fotoğrafı koymamaları gerektiğini söyledim genç fotoğrafçı arkadaşlara, olay oldu; sansürcü diye  gazetelere çıktık. Bunu çok haksız buldum. Zira bu fotoğrafların sergilenmesi halinde o bölüm kapatılabilirdi. Hata festivalin geleceği tehlikeye girebilirdi. Türkiye muhafazakar bir ülke. Bir de oraya her gün okullardan yüzlerce ilkokul çocuğu geliyor. Ben buna aracılık etmek istemem. Ne görmek istiyorlarsa internetten bulup baksınlar ya da ebeveynleri göstersinler. Bugün bir ülkede etkinliklerin maddi-manevi ne kadar zor gerçekleştirildiğini biliyoruz. Ve inanın, batıda bazı konularda daha ağır kurallar uygulanıyor. (…) Bir de şunu söylemek istiyorum. Hepimiz etkinlikler yapan, düzenleyen ya da içinde çalışmaları yer alan kişileriz. Bindiğimiz dalı kesmeyelim. Birileri provokasyon yaratarak birbirimize girmemizi ve bu karışıklıktan destek alıp sanatı öldürmek istiyorlar. Cehalet en büyük düşmandır. Birbirimizin arkasında duralım.
Akoğul, bir gün sonrasında gönderdiği yeni epostada da konuya değiniyordu: Evet, adı geçen serginin içeriğindeki görüntülere sergi alanının uygun olmaması nedeniyle diyelim… Otobüslerle gelen ilkokul çocuklarının bunu görmesi kent konseyi ve belediye yetkililerinin hoşuna gitmeyecekti. Bunları bu kamuya açık alanda gösteremezdik. Bugün instagramda bile göğüs ucu gösteremiyorsun. Ne yazık ki bu olay da büyütüldü.  (…) Bu tip etkinliklerde bir küratöryel ekibin varlığının ve önerilerinin olduğu da unutulmamalı, diye düşünüyorum.”
Genç Fotoğraf İnisiyatifi, yukarıda Akoğul’un ifade ettiği gerekçelerle sansüre uğrayan fotoğrafların yerine sansüre işaret eden siyah kâğıtlar asarak duruma tepki göstermişti. Siyah kâğıtlarda şu yazı vardı: “Bu fotoğraf kamusal alanda yayınlanması uygun görülmediği için Bursa Fotofest kapsamında sergilenememektedir. Fotoğrafları görebilmek için www.gencfotografinsiyatifi.org/xxx adresini ziyaret edebilirsiniz.” Ayrıca GFİ bileşenleri başka fotoğraflar için de sansür uygulanmak istendiğini ancak verdikleri tepki ve pazarlıklar sonucu bunu engellediklerini de dile getirmişlerdi.
(Sözkonusu fotoğraflara yukarıdaki linkten halen ulaşabiliyorsunuz.)
Aynı yıl yine Bursa Fotofest ile ilgili ve bu sefer ‘kendi aramızda’ kalacak bir sansür girişimi yaşandı. Galata Fotoğrafhanesi’nde yaklaşık bir yıllık çalışma sonucu Ermenistanlı ve Türkiyeli genç fotoğrafçı ve sanatçıların ortaklaşa ürettikleri multimedya sergisi “Beklemekten Öte”yi açmıştık. Sergiyi gezenler arasında Bursa Fotofest’in küratörü Merih Akoğul da bulunuyordu. Çalışmaları beğendiğini, 2013 yılı için Bursa’ya davet edebileceklerini ama önce kendi aralarında konuşmaları gerektiğini söyledi. Birkaç gün sonra festival küratörlerinden Cengiz Karlıova, sergilenen beş multimedyanın kopyalarını izlemek üzere Galata Fotoğrafhanesi’nden almaya geldi. O görüşmede, sergideki videoların ikisi dışında diğer üçünün Bursa’daki festivalde gösterilebileceğini düşündüğünü dile getirdi. Sergi bütünlüğünün bozulamayacağını, beş multimedyanın tamamının gösterilmesinin gerektiğini kendisine söyleyip, iki videoyu neden almak istemediğini sorduğumda verdiği cevap yine şu ‘hassasiyet’e, ama bu kez ‘siyasi hassasiyete’ dayalıydı: “Bursa’da bu iki multimedya tepki yaratabilir, istenmeyen olaylara sebep olabilir.”

Mahalle baskısıyla AKP'li belediye sansürü

İstanbul’a dönelim… 2013 yılı Mayıs’ı… Gezi Direnişi ile Taksim ve civarının bir süreliğine de olsa özgürleşmesine sayılı günler var… Tahir Ün, Uluslararası 4. Kültürlerarası Sanat Diyalogları programı kapsamında, 21 Mayıs günü Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde “Xinjiang: Atayurdu”  adlı fotoğraf sergisini açıyor. Serginin açılmasıyla beraber bazı siyasi gruplar Tahir Ün’e ve Beyoğlu Belediyesi’ne, başta medya yoluyla olmak üzere çok yönlü siyasi baskı yapmaya başlıyor. Gerekçe sergide kullanılan  “Xinjiang” adı! Bu isim Çin Halk Cumhuriyeti’nde bir bölgenin resmi ismi ve bu bölge Türkiye’de Sincan Uygur Özerk Bölgesi veya Doğu Türkistan olarak biliniyor. Türkiye’deki “Güneydoğu Anadolu” ve “Amed” adlandırmaları gibi siyasi tercihlere, resmi veya gayri resmi görüşlere göre değişen bir adlandırma sorunu var ortada. Sorun basit gibi görünmesin… Serginin kaldırılmasına ilişkin güçlü bir kampanya başlatılıyor ve fotoğrafçısına tehdit, hakaret dolu epostalar gönderiliyor.
Çok geçmeden baskı sonuç veriyor. Beyoğlu Belediyesi serginin kapatılmasına taraf olmamakla birlikte, açılıştan iki gün sonra, sergi kataloğunun ön sözündeki görüşleri siyasi içerikli bularak kataloğun ziyaretçilere açıktan dağıtımını durduruyor ve galerinin girişindeki sergi afişi de dahil olmak üzere Beyoğlu’nda muhtelif yerlere daha önce astırdığı bez afişleri kaldırtıyor. Aynı zamanda galerinin web sitesindeki sergi duyurusu ve basın bülteni sayfalarının yayınına son veriliyor, galerinin aydınlatma sistemi ziyaretçi olmadığı sürece kapalı tutuluyor, sergi bir anlamda karartılarak sürdürülüyor.
3 Haziran’da sergi normal süresini tamamlayıp kapandıktan sonra Tahir Ün, süreci anlattığı, baskıları ve uygulamayı kınadığı bir duyuru yayınlıyor:
“(…) Sanatın, sanatçının anlatısının insan odaklı özgür bir söylem olduğuna, yaşamın çok farklı düşüncelerle renklendiği sürece güzelleşeceğine ve belgesel fotoğrafın fotoğrafçısının tanıklığını gösterdiğine inanan birisi olarak böylesi girişimleri, bu girişimlere ortayolcu politikalarla ödün verenleri şiddetle kınıyorum.      
Bu açıklama, sergime ve şahsıma popülist bir zemin oluşturmak istemememden dolayı, sergi bitiminden sonra yapılmaktadır.
Tahir Ün İzmir, 3.Haziran.2013”

“30 Yılda” sansürle gölgelendi

Yeni bir engelleme, yeni bir sansür haberinin kulağımıza ulaşması neyse ki biraz zaman alıyor, yeni haber yukarıdaki tarihten iki yıl sonra geliyor.
Yine İstanbul’dayız, yine bir belediye mekânı: Taksim’deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi Cumhuriyet Sanat Galerisi. FOTOGEN adlı derneğin 30. kuruluş yılı sergisi olan “30 Yılda”, üyelerinin fotoğraflarından oluşuyordu. Sergilenecek fotoğraflar belirlenmiş, sergi kataloğu için çalışmalar tamamlanmış, fotoğraflar basılıp sergi salonuna asılmaya başlanmıştı. 20 Kasım 2015’teki açılış gününün akşamında duyduk ki tüm bu sürece dahil olan üyelerden Sultan Güner’in bazı fotoğrafları sergiden indirilmişti. Ardından FOTOGEN’den şöyle bir açıklama geldi:
Üyemiz Sultan Güner’e ait bazı fotoğrafların resmi ve halka açık bir mekânda sergilenmesi durumunda toplumsal hassasiyet nedeni ile şikâyetlere neden olabileceği, devlet memuru olan galeri yönetici ve çalışanları için son derece olumsuz sonuçlar doğurabileceği…
Bir sansür durumu söz konusuydu fakat bunun galeri yönetiminden gelen bir baskı sonucu mu, bir telkin sonucu mu olduğu, yoksa yoksa bir otosansür mü olduğu yapılan açıklamadan anlaşılamıyordu. Ve bu hadiseye FOTOGEN yönetimi de, üyelerin büyük çoğunluğu da “sansür” demedi; olayın sorumluluğunu alıp istifa eden hiç kimse olmadı; elbette Sultan Güner dışında! İlginçtir, FOTOGEN yönetimini, başarılı kriz yönetimi nedeniyle yazılı olarak kutlayanlar dahi oldu.
Serginin açılacağı gün konuyu sosyal medyadan öğrenen üyeler çeşitli tepki olasılıklarını tartışırlarken dernek yönetiminden bir mesaj aldılar. Mesajda, fotoğrafların yerinin boş kalmasının bile başlı başına bir protesto olacağı söyleniyor, tartışmanın sanal ortamda artık sonlandırılması tavsiye ediliyordu.
Sultan Güner, fotoğraflarının indirildiği sergiye elinde karanfillerle gidişini ve hissettiklerini şöyle anlatıyor:
Ben, dernek olarak ve topluluk olarak hareket edeceğimizi düşünüyordum ama öyle olmadı. Dediğim gibi olayların tamamından haberi olduğu halde yanımdan geçerken selam vermeyen insanlar oldu o akşam. Siyah kurdele takma fikri vardı, fotoğrafların tamamının duvarlardan indirilmesi, siyah branda çekilmesi gibi değişik protesto fikri vardı ama hiçbiri uygulanmadı ve olay önemsenmedi. Hatta yanımda alıp götürdüğüm karanfiller ve arkadaşlarımın bıraktığı karanfillerin ‘sıradan sergiye gönderilmiş çiçek’ gibi algılandı.’ Sansürle ilgili bir dönüş olmadı. Benim ‘zarif karanfil eylemimin’ anlamlı olduğu vurgusu dışında hiçbir cümle yoktu. Sanki böyle bir sansür olayı yaşanmamış gibi yaşam birkaç saat devam etti orada, çok incindim.”
Bütün fotoğraflar politiktir ama bazı fotoğraflar politik durumları alenen gösterdikleri için onlar ‘politika fotoğrafları’ olarak kabul görür; ilginçtir ki bu dolambaçsız, doğrudan gösteren fotoğraflardan epey rahatsız olur insanların bir bölümü. İşte, Sultan Güner’in, 10 Ekim Ankara Katliamı’ndan hemen önce Ankara Garı önünde toplanan kitlenin pankartlı fotoğrafı, tam da bu nedenlerle tahammül edilemez bir fotoğraf olarak görülmüş olmalıydı; “Sokaklar Bizim” duvar yazısıyla beraber Gezi Direnişi günlerindeki Taksim’i gösteren ikinci fotoğraf da öyleydi muhtemelen; bir illüzyon gösterisini şen şakrak izleyen çocukların fotoğrafı, fotoğraf altındaki konum bilgisi yüzünden tahammül dışı olacaktı: ‘Suruç-Kobane Çadırkenti’; Gezi Direnişi döneminde polis tarafından vurulup öldürülen Berkin Elvan’ın cenaze görüntüleri de yine tahammül ötesi görülmüş olmalıydı ki diğer üçü ile birlikte o da sansürlenmişti.
(Sultan Güner, sansürlenen fotoğraflarının yanı sıra sergide yer alan diğer dört fotoğrafını da ertesi gün sergiden çekti.)
FOTOGEN’in 30. yıl sergisinde yaşanan bu sansür olayına sınırlı sayıda fotoğrafçı tepki gösterdi. Sosyal medyada Güner’in fotoğrafları protesto mahiyetinde paylaşılarak konu gündemde tutulmaya çalışıldı. RedFotoğraf grubu sansürü kınayan bir açıklama yayınladı. O günlerde Özcan Yurdalan da düşüncelerini şöyle dile getirmişti:
“Fotogen açıklamasında galerideki görevi yetkisi ne olduğu bile belirtilmeyen birilerinin kaş çatmasıyla mı hatırı kırılmasın, amirleri azarlamasın diye mi nedir sergi sorumluları otosansür uygulamış. Görünen budur. Dernek açıklaması bunu söylemektedir. Sansür bile değil. Keşke galeri yönetimi tarafından fiili bir girişimle kaldırılsaydı o fotoğraflar kendimiz kaldırmasaydık. Sergi kitabına basılmış galeriye asılmış fotoğrafları sergiden kaldırmak nedir nasıl açıklanır? Bu bir fotoğrafçıyı aşağılama teşebbüsü değilse nedir? Savunulacak tarafı var mıdır? Fotoğrafçısını suçlamak nasıl bir akıldır? Her baskıya razı ruh hali bir sonraki aşamada bize neler yaptırır? Sergi salonundaki görevliler sergi içeriklerimizi belirleyecekse biz neyiz? Kaldırılan fotoğraflar benim olmadığına göre mesele yok mu yani? Ya sıra bana da gelirse? Fotoğrafçı bir arkadaşımın benimle aynı platformdaki ifade özürlüğünü savunamayacaksam nerede kimin hakkını, özgürlüğünü savunacağım? Biz bundan sonra kime ne anlatacağız ne yapacağız? Bilmiyorum.”

Sansür takviminin sonbahar yaprağındaki Fotoİstanbul ve Hepimiz

Ve günümüz: Yıl 2016. Toplumun siyasi müdahalelerle hızlı biçimde dönüştürüldüğü, cezaevlerinin ve mezarlıkların dolup taştığı karanlık bir dönemin orta yeri… Önemli bir kesim insan için moralsiz, enerjisiz, umutsuz günler... Fotoğraf dünyasındaki insanlar ise bir tür sezon açılışı heyecanındalar. Biraz renklenecek hayatları, biraz sorunlardan uzaklaşacak, biraz hareketlenecek, biraz nefes alacaklar. Fotoğraf festivalleri başlayacak, çok sayıda etkinlik birbirini takip edecek, salonlarda, galerilerde buluşulacak, duygusal anlar yaşanacak, gülünecek, içilecek, hayat yolundaymış gibi hissedilecek.
Sezonun ilk büyük faaliyetinin duyuruları Eylül ayından itibaren önce sosyal medyada, ardından Beşiktaş’ın cadde ve sokaklarında görülmeye başlanıyor. 1 Ekim Cumartesi günü yaklaşıyor, Fotoİstanbul başlamak üzere. Geride kalan iki yılın tecrübesi ile organize edilen festivalin programına bakıp heyecanla konuşuyor fotoğrafçılar, izleyiciler… Şahin Kaygun’un işlerini İstanbul Modern’deki retrospektifinden kısa zaman sonra bir kez daha görecek olmanın da heyecanı yaşanıyor, Andre Kertesz sergisini 10 yıl önce görememiş olanların bu fırsatı yeniden yakalamalarının heyecanı da… Ve tabii Sinan Tuncay gibi çalışmalarını yurt dışında sürdüren sanatçıların işleriyle hemen karşımızdaki duvarda kanlı canlı tanışacak olmanın da… Üstelik bunların dışında daha birçok sergiyi Yetimhane gibi büyülü bir mekânda izleyecek olmanın kalp çarpıntısını saymıyorum bile…
Güzel bir 30 gün bizi bekliyor derken, Yetimhane’nin bahçesindeki açılış partisinin bitiminde, çıkıp Beyoğlu’na gelenler ilk depresif haberleri getiriyor: Festivalde sansür var!
17 Ekim tarihi itibariyle festival komitesi tarafından açıklıkla kaleme alınmış bir bildiride birinci elden yazılmış bilgiler olarak okumadığımız için burada yazacaklarımın bazılarının doğruluğuna itiraz edilebilir. Fakat tahmin edileceği gibi bu bilgiler festivale çok yakın kişilere doğrulatılmış, güvenilir bilgiler. Festival yetkililerine de sorulup doğrulatılmaya çalışılmış ancak büyük ölçüde sessizlikle karşılanmış bilgiler…
Şunlar kesin bilgi: Fotoİstanbul’un ana mekânı olarak kullanılan Ortaköy’deki eski Yetimhane binasının muhafazakâr bir sahibi var. Bu kişi mekânında çıplaklık ve cinsellik içeren işlerin sergilenmesini istemiyor. Gerçi geçen yıl da bu konuda bir sorun yaşandığı söylentisi var ama mesele iyi yönetilmiş ve krize dönüşmemiş. Bu yıl ise mülk sahibi muhafazakâr kişi, festival açılışından bir gün önce “Ben Şahin Kaygun, Andre Kertesz, Sinan Tuncay filan tanımam, bu çıplakları benim binamda sergileyip beni günaha sokamazsınız” minvalinde itirazda bulunmuş, bununla da kalmayıp binayı adamakıllı kilitletmiş. CHPli belediye başkanı Murat Hazinedar, “hallederiz, siz girin binaya” deyince, kilitler bir biçimde açılmış, riskler alınarak içeri girilmiş. Sonrasında gelsin pazarlıklar… Bu pazarlıkların sonunda sergilenen fotoğraflar arasında çıplaklık içeren ne varsa ayıklandıktan sonra mülk sahibi muhafazakâr kişi yatışmış. Tam mevzu, sansür mevzuuna dönüşmeden kapatılabilir noktaya gelmişken… “Hey!” demiş biri çıkıp, “Şahin Kaygun’un fotoğrafları nerede? Ne re de?
İşte o günden bugüne tartışılan konu bu. Fakat günden güne sansürün çapının bilinenden daha geniş olduğu anlaşıldı. Şahin Kaygun’un fotoğrafları tümüyle kaldırılırken, Sinan Tuncay’ın da bir çalışması cinsel içerik gerekçesiyle duvardan indirilmişti. Sinan Tuncay bu konuda hemen bir duyuru yayınlayarak, tüm çalışmalarını festivalden çektiğini bildirdi ve hiç zaman kaybetmeden işleri duvardan indirterek galerisine teslim edilmesini sağladı. Bütün bunların gerçekten olup olmadığı anlaşılmaya, nedenleri sorgulanmaya çalışılırken Andre Kertsz’in fotoğrafları arasında da eksilmeler olduğu söylentisi ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu bilginin de diğer ikisi gibi gayri resmi biçimde doğrulanması on günü bulacaktı.
Ve halen söylentiler devam ediyor, bebeğini emziren bir kadının görüldüğü bir fotoğrafın da ayıklanan fotoğraflardan arasında olduğu fısıldanıyor bazı çevrelerde, fotoğrafın kime ait olduğu ise pek dillendirilmiyor.
Bu sancılı sürece hiç gerek yoktu aslında. Festival yönetiminin açıklıkla, samimiyetle, sorunları gizlemeye çalışmadan, hiç gecikmeden yapacağı açıklamalar yufka yürekli fotoğraf camiasında zaten hemen kabul görecek, daha ötesine yönelik bir baskı filan da oluşmayacaktı. Mesela kimse festival yönetiminin “sansüre geçit verme, krizi yönetememe” durumu yüzünden istifa etmesi gerektiğini söylemeyecekti. Fakat tersi oldu: Festival komitesinden medyaya yapılan gerçeği yansıtmayan açıklamalarla sanatçılar itham altında bırakıldı. Bu da yeni, sarsıcı etik tartışmalara sebep oldu ve sınırların bu biçimde aşılmasıyla kendimizi insani ve siyasi duruşların sorgulandığı bir yerde buluverdik kaçınılmaz olarak.
Diğer yandan hiç kimse bu ciddi sorunda taraf olmadığını söyleyemez. Sansür vak’alarında tarafların, sorumluların, muhatapların sayısı bu örnekte olduğu gibi epeyce artabiliyor. Şöyle ki:
  • Mülk sahibi muhafazakâr kişi bu sansürü talep eden kişi olarak bir numaralı sorumluysa, sansürü her ne ulvi gerekçeyle (sansürün, festivalin geleceğini düşünmek, sürekliliğini korumak gibi ulvi bir gerekçesi olabilir mi?) uygulamış olursa olsun festival komitesi de “uygulayan” olduğu için aynı derecede sorumludur.
  • CHPli Beşiktaş Belediyesi sansür ile gölgelenmiş bir festivalin sahibi olarak yine aynı derecede sorumludur.
  • Festivalin uygulayıcı kadroları, yani tüm küratörler ve tüm editörler yaşanan sansür olayına ahlaken ve siyasi olarak itiraz etmedikleri sürece yine sorumlular arasında bulunurlar.
  • Bir sonraki halkayı da festivalin katılımcıları oluşturuyor: En az üç sergisi sansüre uğratılmış bir festivalde sergilerini açık tutmaya devam ediyor, sözel toplantılara katılıyor, hiçbir şey olmamış gibidavranıyorlarsa onlar da sorumluluklarını yerine getirmemişler demektir.
  • Ve son halkada da biz izleyiciler… Gözümüzün önünde olup bitenleri “aman memleketin en mühim fotoğraf olayı bu, zarar vermeyelim” kafasıyla görmezden gelmeyi tercih ediyorsak biz de sorumluluklarımızın ya farkında değiliz ya da bizlerin de başka ciddi sorunları var demektir.
Bu sorumlular listesiyle gönderme yaptığım kişiler arasında olan festival editörlerinden Özcan Yurdalan, aynı serginin ortakları olan Aykan Özener ve Yusuf Aslan, fotoğrafları doğrudan hedef alınan Sinan Tuncay, “bu fotoğraflar nerede?” sorusunu ilk soranlardan Kemal Cengizkan festivalden çekildiklerine dair farklı zaman ve mecralarda açıklamalarda bulunarak tavırlarını ortaya koydular. Ayrıca genç bir sanatçı grubu protesto mahiyetinde bir korsan gösteri yaparak sansürü kınadı. İzleyiciler arasında sayıları iki elin parmaklarından az olan bir grup sosyal ortamlarda sansürü kınadı, protesto etti. Ve görebildiğim kadarıyla sadece iki haber organı bu sansürün haber değeri taşıdığını düşünerek haberleştirdi. Festival dışındaki fotoğrafçılardan Emin Altan Facebook hesabından Andre Kertsz sergisinden ayıklanan fotoğrafların yerine el çizimi kâğıtların yapıştırılmasına ilişkin fotoğrafları yayınlayarak açıklama beklendiğini hatırlattı. Ve yine, son derece sınırlı sayıda fotoğraf dünyası insanı, sosyal medya hesaplarından sansürü kınayan ve açıklama istediklerini belirten mesajlar yayınladı. Bu küçük ama değerli tepkilerin dışında, festivalin oldukça kalabalık sayılabilecek yöneticileri, editörleri, küratörleri ile katılımcı sanatçılarından ve izleyicilerinden neredeyse hiç kimse meseleye açıkça tavır almadı, durumun vahametine uygun bir tepki vermedi. Bu, üzerine uzun uzun düşünmemiz gereken bir konu, bana kalırsa.
Yumuşak başlı çıkışlar, herkese hak veren tarzda yapılan ortayolcu eleştiriler, fısıltıyla aktarılan gerçekler, “büyütmeyelim arkadaşlar” ya da “kardeşim, sansür yok!” büyüklenmeleri, “acele etmeyelim” geçiştirmeleri bu son deneyimde de görüldü, duyuldu; bütün bunlar bir kez daha çuvalladığımızın en bariz göstergeleri oldu. Çok uzun yıllardır muhtelif durumlarda sarf edilen sözler yine dolaşıma girdi: “Zarar vermeyelim, önünü kesmeyelim.” Cehenneme doğru yürüdüğümüz yolun tam da bu türden iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu gayet iyi bilmemize rağmen... İnandırıcılığı yok ve samimiyetsiz görünüyor üstelik.
Sansürün basite alınabilecek türde bir müdahale olduğunu, bazen açıklanabilir ve anlaşılabilir olduğunu, büyük çıkarlar söz konusu olduğunda kabul edilebileceğini hiç ama hiç düşünmüyorum, düşünülmesi dahi bende utanç yaratıyor. Bizi hedef alıyor sansür, hepimizi; aklımızı, bilincimizi, ifade olanaklarımızı, özgürlüğümüzü ortadan kaldırmaya yönelik bir saldırı olarak örgütleniyor. Buna her seferinde hep birlikte karşı çıkmadığımız, direnmediğimiz, kişisel çıkarlarımızdan vazgeçmediğimiz, özgürlüklerimizi kariyer yatırımlarımızla takas etmeyi gururla reddetmediğimiz takdirde, giderek topluma yayılan, derinleşen, kokuşan çamurun içinde kaybolup gideceğiz. (YT/HK)
(Hatırladıkları ya da kayıt altına aldıkları sansür olaylarını bu yazı kapsamında benimle paylaştıkları için Coşar Kulaksız, Dora Günel, Kemal Cengizkan, Merih Akoğul, Murat Yaykın, Özcan Yaman, Özcan Yurdalan, Sultan Güner ve Tahir Ün’e teşekkür ediyorum.)
(Metinde aktardığım olaylardan bazılarının detaylarına, farklı sansür hadiselerinin haberlerine ve en başta da Belit Gür’ün “Ayhan ve Ben” adlı çalışmasına aşağıdaki linklerden ulaşılabilir.)

Yücel Tunca/2016-Bianet

Yorumlar

Çok Okunanlar