Orta sınıfın Soysuz Merhameti ve Yoksulluğun Pornografisi / 2010

Turizm sektörünün açılım arayan gi­rişimcileri tarafından başlatılan, dün­yanın çeşitli bölgelerinde yaşayan yoksul insanların yaşam alanlarına ya­pılan turistik geziler 2000'li yıllarda poorism dalgasını günden güne yük­seltti.
Hindistan'da Mumbai'ye, Güney Afrika'da Soweto'ya, Brezilya'da Rio'nun favelalarına ve hatta New York'un arka mahallelerine düzenlenen bu gezilere sosyal anlamlar bile yüklendi. Tarımsal kökenli veya liberal düşüncenin ağır bastığı toplumlarda orta ve üst-orta sınıfların yoksullarla ilişkisi nasıl hayırseverlik ruhunun ge­liştirilmesiyle sağlanıyorsa, bu turların pazarlanması sırasında da aynı ruh açığa çıkartılmaya çalışılıyordu.
Yoksulların mahallelerinde konaklamak, yemek yemek ve hediyelik eşyalar almak, onların hayatlarına katkı sunmak anlamına geliyordu. "Çaresiz ve ezilmiş" yoksul hayatların alenen röntgenlenmesini sağlayan gezilere ki­şisel eğitim anlamı bile yüklendi. Pekiyi ama nasıl bir eğitimdi bu?
Özellikle orta sınıfın kendi hayatına şükretmesini sağlayan, yoksulluğu sı­nıfsal bir sorun olmaktan öte kader, ka­çınılmazlık, kültürel kodlanmışlık, top­lumsal olarak tanımlanmış yaşam bi­çimlerinin dışına çıkma, hesap bil­mezlik ve tembelliğin bir sonucu gibi gösteren bir öğretme çabası mı yoksa yoksullukla yüzleşme ve nedenlerini açığa çıkartıp, sosyal adaletin sağlan­ması için farkındalık yaratmayı hedef­leyen bir öğretim biçimi miydi?
Meksika'nın Mazatlan bölgesinde bir kilise tarafından düzenlenen turlar, dayanışma ruhunu geliştirme iddiasını taşıyor. Tur sorumlularından Fred Collom, turların turistleri gerçek dün­yaya bağlayan bir köprü olarak tanım­lıyor. Mumbai'de benzer bir tura katılan Chuck Geston da bu geziden çok şey öğrendiğini iddia ediyor.
Bir girişimci-organizatör olan Chris Way ise geziler düzenlediği Dharavi bölgesindeki halkın yeni bir gelir kaynağına kavuş­tuğunu, hediyelik eşya ve yiyecek sa­tarak para kazanmaya başladıklarını söylüyor ve hatta şirket gelirlerinin yüzde 80'ini gecekondu mahallesine bağış­layarak katkılarının çok daha kapsamlı hale geldiğini savunuyor.
Bir başka "turist" Boston Üniversitesi'nin hukuk pro­fesörlerinden Kevin Outterson, birkaç kez katıldığı turlar sırasında dilenci sayısındaki görünür azalmaya dikkat çe­kiyor. Outterson'a göre mahalledekiler, yalvararak, dilencilik yaparak insan­lardan bir şeyler alamayacaklarını ama ürettiklerini satarak kazanç elde ede­bileceklerini bu turlar sayesinde öğ­renmişlerdi. Madem ki, yoksulluk "müşteri" çe­kiyor, o halde en iyi çözüm yoksulluğun devamından geçiyor (!).
Acaba yoksulluk derken tam olarak neyi kastediyoruz? Yoksulluğun muh­telif türleri var sanırım: Gıda yoksul­luğu, barınma yoksulluğu, giysi yoksul­luğu, eşya yoksulluğu, hastalık ve sosyal dayanışma ağlarına mahkû­miyet, olanaklardan yararlanamama, ulaşamama ya da yetersiz temin...
As­lına bakarsanız, "yoksul" sözcüğünün pasif konumlandırma oluşturan yapısı yüzünden onun yerine; işaret eden, neden-sonuç ilişkisini içinde barın­dıran yapısı nedeniyle "yoksul bırakılmışlık" kavramını kullanmayı tercih ederim. Çünkü bu yazı içerisinde doğal felaketlerin yarattığı kitlesel yoksullaşmaları değil, sermayenin sebep olduğu bir felaket olarak yoksulluğu ele alıyorum.
Daha da açık söyleyecek olursak, emek sömürüsü zincirinde sermayeyi elinde bulunduran sınıf ta­rafından, politik, kişisel vasıflara dayalı, dönemsel veya yapısal olarak değersiz kabul edilen insan ya da insanların bazı temel haklarından mahrum edilerek güçsüzleştiriliyor olmaları nedeniyle yeri geldiğinde "yoksul bırakılmışlık" kavramını kullanmak çok daha isabetli görünüyor.
Buradan hareketle bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Yok­sulluk ile işsizlik birbirinin aynısı mı yoksa ücretli yoksulluk daha mı az gö­rünür kılınmaya çalışılıyor? Hiç kuşku yok ki böyle. Çünkü ücretli sınıfların yoksulluğundan söz edilmeye başlandığında çalışma hakkı, emeğin ücretlendirilmesi ve elbette çalışmama hakkı meselelerini konuşmak gere­kiyor ve bu noktadan sonra sınıfsal bir zeminin dışına çıkmanın olanağı kal­mıyor. Yani tehlikeli sularda dolaşmayı göze almak kaçınılmazlaşıyor.
Yaklaşık onar yıl arayla doğan Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski'nin sanayi devrimi ertesinde oluşan kentleri dolduran yoksullara getirdikleri gerçekçi, duygusal doğalcı ve hatta top­lumcu yaklaşımların üzerinden iki yüz yıl gibi dev bir zaman silindiri geçmiş durumda.
Bu silindir, formları yapısal olarak da değiştirdiği için bugün artık kapitalist sistem tarafından emilen emeklerinden geriye kalan posaları ne­deniyle toplumun çeperlerine kusulmasında beis görülmeyen insanları be­timleme biçiminin de çoktan değiş­mesi gerekiyordu.
Fakat bunu yoksul bırakılmışlıklarının farkında olanlar dı­şında kim ister ki? Çünkü çoğumuz, ücret karşılığı emek ve zamanlarımızı satarak yaşamaya çalışıyor, buna karşın yine de göreceli yoksulluktan kurtulamadığımız için, sıkı sıkıya sarıl­dığımız orta sınıf standartlarını her an kaybetme riskini derinlerimizde hisse­diyor ve elbette bir gün bir üst sınıfa geçme düşleri görerek daha parçala­nıyoruz.
Bu travmatik durum nedeniyle, kendi dışımızda, kendiliğinden ve bizden bağımsız var olduklarını dü­şündüğümüz yoksulların betimlenme biçimlerini değiştirmek için pek de is­tekli davranmıyoruz. Yoksulların boynu bükük tasvirleri, onları bizlerden hem ayırıyor, hem de merhamet duyguları­mızı tahrik ederek içimizdeki "duyarlı" insanı yatıştırıyor.
Emek örgütlerinin pek çoğu da dâhil olmak üzere aynı ya­lanın parçası olmaya dünden razıyız. Saatlerce, günlerce, yıllarca çalışmamızın karşılığı olarak kazandığımız (yoksa bize bahşedilen mi demeliyim?) paraların onda birini zor ulaşabilen in­sanlara yoksul adını vererek konumu­muzu güçlendirirken, onlara dair fotografik tanıklıklara hem fotoğrafçı, hem de izleyici olarak ilgi göstermemiz bu arınma ihtiyacından kaynaklan­masın sakın?
Tekrar sorayım kendime: Kimdir yoksul? Yoksulun tasviri nasıl yapılır? Çivit renkli bir odada mahzun bakışla­rını bizden kaçırmaya çalışan insan mıdır? Duvarlarındaki yokluk izlerinden şefkat dolu detaylar kaydederek, çökmüş avurtlarının az yukarısında yaşlı gözpınarlarındaki ışık titreşimle­rinden melodramlar üreterek tasvir yo­luna gidemez miyiz onları? Yoksullar, toplumsal çöküntü alanlarında, te­kinsiz loş sokaklarda, ıssız koridorlarda ve boğulma hissi veren kalabalık oda­larda yaşamıyorlar mı zaten?
Yoksullar fotoğraflarda çoğu kez gülümsemez, istisnai olarak gülümsediklerinde sağlıksız hayatlarını ifşa eden eksik dişleri görülür ve bu gü­lümsemenizi sağlayacak kadar doza­jında bir trajedi içermelidir. Portrelerdeki tutum da önemli: İnsani vurgunun yüksek olduğu yakın plan fotoğraflar aslında güçlü bir empati yaratırsa da özünde" kendinle karşılaşmaktan çok pencerenin dışından ötekinin evine baktığımızdaki duygulara benzer duy­gular yaratır.
Hele ki çevresel ilişkile­riyle birlikte, diğer ev-ev dışı nesnelerle yan yana gelirse portre bu kez nes­neler dünyasıyla eşitlenmeye başlar. Bir tek alt kimlikte sergilenir: Yoksul. Adı çoğu zaman yoktur ya da hikâyesiz bir isimden ibaret kalır.
Bir yanda yoksul ve acı çekenler için olan derin, sıcak şefkatle kendini gösteren klasik hümanizmden söz ede­ceksek, bir yanda da JohnTagg'a kulak kabartmalıyız: "Ötekilerin 'anormal ol­mayan' izleyicilere sergilenmesi, (...) dışlanmışlarla birlikte sınıflandırıl­mamak için hangi sınırları aşmamak gerektiğini anlamalarını sağladı."
Yoksul bırakılma değneğini görerek sinme ve bildik yoksulluk imgeleri sa­yesinde arınma kim bilir belki de rönt­genci bakışın hazzını da içeriyor. Yok­sulların fotoğrafını çekmek de, bakmak da orta sınıf için bir tür mastürbasyon aracı olmasın sakın? Kısmen duyguları ama daha çok dürtüleri harekelendirmek üzere tasarlanmış, tahrik edici, mahremi ifşa eden, sınır tanımayan, hatta giderek ırkçı ve ayrımcı yapıya, sömürgen öze sahip, şiddete kapıyı açık bırakan, nesneleştiren, imgeden tümüyle vazgeçerek cismi alenen gös­termeyi tercih eden pornografiyle yan yana düşünmek çok mu abes?
"Zaten kendisi kapitalist aksiyomatiğin müstehcen yüzü olan yoksul­luğun telvizüel temsillerinin dili porno­grafiktir. Yoksul gösterimleri ile porno filmler arasında birçok paralellik kuru­labilir. Her şeyden önce, her ikisi de müstehcen bir bakışı, seyri içerir ve her ikisinin de nesnesi bedendir. (...) Tel­evizyondaki yoksullar, pornodaki ka­dınlar gibidir. Biri hep penisi arzular, di­ğeri ekmeği veya ilacı; biri fallosantriktir; diğeri gastronomik veya pato­lojik.
Biri sizi cinsel olarak uyarmak için vardır; diğeri vicdanınızı harekete ge­çirmek için. (...) Her ikisinde de yakın ve ağır çekime sık sık başvurulur. Biri cinsel organları mercek altına yatırır; diğeri sakat ayağı veya solgun ve üzgün yüzleri. (...) Tüm bunlar düşünüldüğünde, yoksullar kadınlardır; cinsiyet olarak değilse bile, sembolik olarak."
Pornografi (yoksul tasvirleri) ar­dında başka hiçbir durum yokmuş gibi kendini dayatır. Böylece görmenin de­rinliğini bakmanın sığlığına indirger. Pornografi (yoksul tasvirleri) neden sonuç ilişkilerinden muaftır.
Ancak fotoğrafçılar ve izleyiciler için, bizler için küçük burjuva duyarlı­lığının soluk kızıl bayrağı olan hüma­nizm gönüllerde dalgalandıkça, kom­şumuz olmalarına dayanamadığımız ve bu yüzden şehrin dış çeperlerine sürgün edilmeleri konusunda yapı­lacak referandumlarda "evet" oyunu sakınmadan verebileceğimiz yoksul "komşularımızın" aç uyumalarına da vicdanlarımız ve geleneklerimiz izin vermiyor.
Onlara yardım etme gereğini hep derinlerimizde hissediyoruz. Ya­pılan kömür, yiyecek ve beyaz eşya yar­dımlarına büyük tepki vermemizle bu his arasında bir çelişki de yok üstelik (!) Tersine, farkındalığı artırmak için bin türlü fikir icat edebiliriz: Yoksullarla dayanışma dernekleri kurmak ve yoksul semtlere (ama tehlikeli bulmadıkları­mıza) geziler düzenlemek bu icat­lardan eskimiş olanlarıysa, yoksullar hakkında fotoğraf yarışmaları düzen­lemek en yenisidir.
"En güzel yoksul fo­toğrafları" yarışması çok fena bir fikir gibi mi geldi? Yoksa çok mu mantıklı? Mantıklı bulduysanız acele edin, çünkü katılım için son günler! Şaka değil! İzmir Kent Konseyleri Birliği yoksullukla savaş amacıyla, 'Yoksulluğa Sessiz Kalma' etkinlikleri çerçevesinde top­lumsal duyarlılığı artırmak ve bu ko­nuda bilinç yaratmak amacıyla "Yoksulluk" temalı bir fotoğraf yarışması dü­zenlediğini duyurdu geçenlerde. Büyük ödülü alan "fotoğraf sanatçısı" yoksulluktan geçici olarak kurtulabilir ya da vicdanı elvermediğinde ödülünü belki de fotoğrafını çektiği yoksullarla paylaşabilir!
Biraz tragedya bilgisi, grotesk an­latımın temel öğeleri (korkunç ve komik, abartı ve deforme edilmiş nes­nellik) epey işimize yarayabilir. Melod­ramlar her zaman iş yapar. İnsanların çoğu kendinden uzak olan acılar için ağlamayı sever. Yapabileceklerinin en iyisi olduğunu düşündükleri için sa­nırım. Klişelerden çekinmemek gerekir. İletişimin en kestirme yoludur zira.
Pekiyi ne yapacağız şimdi? Gör­mezden mi geleceğiz? Yok mu saya­cağız? Biz yoksulların çaresizliklerinin fotoğraflarını çekmezsek eğer, onlar hiçbir zaman içine düştükleri bu kor­kunç durumdan sıyrılmayacaklar mı? Kim kurtaracak onları? Kurtarıcı bir kahraman olma şansımızı elimizin ter­siyle itecek miyiz yani? Ah, işte şimdi köşeye sıkıştırdım kendimi!
Bu soruların cevabını vermek mümkün değil mi yoksa? Metni tersten okumayı denesek, bir yol bulabilir miyiz acaba?
Yücel Tunca/2010-Fotoğrafsız Dergisi ve 2011-Bianet

Yorumlar

Çok Okunanlar