Çok Gezen Fotoğrafçılar İçin Öneriler / 1999-2000

BİRİNCİ BÖLÜM

Giriş

O.C. Çetin'in 'Fakir Fotoğrafçılar İçin Öneriler'ini 'ciddi'ye alıp dikiz aynalarının ve naylon çorapların peşine düştüyseniz, işimiz iş... hep beraber epey eğleneceğiz demektir!

Gelelim eğlencenin türüne... Eğlence objemiz fotoğraf! Şimdi, bu objeyle -'malzeme' diyelim isterseniz, kültürel bir çatışma yaşamamak için- öyle ya da böyle tanışmış olduğunuzu varsayarak iletişimimizin ilk adımını atıyorum. İletişimde parazit yaratmamak için işin başında şartlarımı da koymak istiyorum: Hani mizahı, güldürürken düşündürmek diye tanımlayanlar güruhu vardır ya; işte ben de, fotoğrafı, 'baktırırken düşündüren bir sanatsal kaygı gütme alanı' şeklinde algılayanlarla iletişim kurma isteğindeyim. Baktırırken düşündürmekten kastım da tam olarak şu (şöyle): Karşınızdaki duvarda -albümde, katalogda, gazetede, dergide, kitapta, ekranda, takvimde, posterde, kartpostalda, panoda, billboardda...- bir fotoğraf var. Fotoğrafta bir piramit, iki deve, hadi iki de yerel giysileriyle iki Arap, fotoğrafçının belirlediği biçimde sıralanmış; 'cam gibi - tablo gibi' bir fotoğrafla karşı karşıyasınız! Bakıyorsunuz ve fotoğraf sizi düşündürüyor:
1 - "Vay be! Şu piramite bak ya! Kesin uzaylıların parmağı var bu işte! Vay be!"
2 - "Tüh be! Benden önce çekmiş işte elin adamı! Şu son iki yüz doları denkleyip gidemedik ki bi türlü!"
3 - "Üstüt güzel para harcamış! Pasaportuydu, vizesiydi, uçak biletiydi, doğru dürüst bir oteliydi, devesiydi -ki bi tanesi yetmemiş iki deve tutmuş- devecinin ekstra bahşişiydi derken üstüt sermayeyi yıkmış Mısır'a bell ki! Valla bravo!"
4 - "Aynı fotoğrafı akşam üstü çeksen, 24'le diil de 17'yle filan üstelik... Hımm... Velvia da şart... Ekmek çarpsın ödüle doyar adam be!"

Eveet... Zihinsel faaliyetleri bu yönde ilerleyen arkadaşlar! Bu günden başlayarak, o bayıldığınız gezilerinizi desteklemek gibi (hayır sponsor filan olmayacağım elbette, sponsor bulsam kendim gezerim!) ulvi bir amaçla naçizane önerilerimi sizlere iletmeye başlıyorum. İlerde, beraberce sanal yolculuklara bile çıkarız belki... Umarım eğleniriz... Düşünmeyi ihmal etmeden: Adamlar nasıl yapmış, kaça gidilir, nerede kalınır, nerede yenir, ne giyilir, hangi aşılar yaptırılır? Anlayacağınız fotoğrafçılık hakkında bilmek istediğiniz her şey burada(!)

FOTOĞRAFÇI YOLCULUĞA HAZIRLANIYOR!

Fotoğrafçı, şehir içi, şehirler arası ve ülkelerarası olmak üzere üç değişik yolculuk yapabilir. Gezegenler ve hatta galaksiler arası yolculuklara ise rüyanızda çıkabilirsiniz, buna kimse karışamaz. Siz de beni karıştırmayın; yok Jüpiter'in fotoğrafını nasıl çekerim, yerçekimsiz ortamda fotoğraf ve zaman ilişkisi ne yönde seyreder, Voyager bilmem kaçtaki fotoğraf makinesinin markası ne? gibi sorulara muhatap etmeyin beni!
Biz konumuza dönelim... Üç değişik yolculuktan sözetmiştik. Zaman içerisinde tümüne kısa kısa değineceğiz. Önceliği yaşadığımız şehre verelim, hangi şehirde yaşıyor ve yaşatılıyorsak!?
Medyanın toksinleri beynimizi böylesi çağrışımlara teslim ettiğinden beri beyin akışı yönteminin de iler tutar yanı kalmadı gördüğünüz gibi...
Yaşadığınız şehri iyice tanıyarak başlayın işe. Vali kim, belediye başkanları hangi partiden, hangi polis nerenin fotoğrafının çekilmesini yasaklamış, hangi hemşeriniz ne tür fotoğrafların çekilmesine bozuluyor, tüm bunları bir güzel öğrenin, çevrenizi tanıyın. Ansiklopedilerden mutlaka yararlanın: Şehrinizdeki tarihi mekanların listelerini ansiklopedilerden yararlanarak çıkarabilirsiniz. Böylelikle önemli bir dökümantasyon çalışmasının ilk adımını atmış olursunuz. Listenin büyüklüğü gözünüzü korkutmasın, hemen tamamına yakını yanmış, yıkılmış, 'istimlak' ya da işgal edilmiş, çalınıp götürülmüş olacağı için belgeleme işinizi bir hafta sonuna sığdırma olasılığınız bir hayli yüksek.
Gezilerinizi belgesel kılıfa sokma çalışmasını haftaya detaylandıracağım; önerilerin devamını servis sağlayıcınızdan ısrarla isteyiniz.

Çekime çıkarken yanınıza fotoğraf makinenizi, filminizi, naylon çorap ve dış bükey dikiz aynalarınızı almayı unutmuyorsunuz, anlaştık? Terli terli soğuk su içmek, hastalığa davetiye çıkarır, bunu da hiç bir fotoğrafçı unutmamalı!

Neyse... İyi yolculuklar...


İKİNCİ BÖLÜM

BİRİNCİ BÖLÜMÜN ÖZETİ
Gezileri üçe ayrımıştık: Şehiriçi, şehirlerarası ve yurtdışı.
Şehiriçinden başlayalım, diyerek devam etmiştik söze. (Ne dersiniz; en zorundan mı, en kolayından mı başlamış olduk böylelikle?)
Çekime çıkmadan önce, şehrimizin değişik yönlerini iyice araştırıp, öğrenmemiz gerektiğinden dem vurmuş, muhtelif kamu kurum ve kuruluşlarıyla, özel kişilerden sözaçmıştık.
Günlerce biriktirdiğimiz kuponlarla yaptığımız ansiklopedi yatırımlarının karşılığını alma zamanı geldiğini de müjdelemiş, bu ansiklopedileri karıştırarak kendinize çekim mekanları saptayabileceğinizi de söylemiştik.
Bölüm sonunda, 'terli terli soğuk su içmemenizi' de uyardıysak da, nasıl oldu bilinmez, bu uyarımız sanal alemin belki de bir tür kara deliğine meze olup gidivermişti. 'Her işin başı sağlık' şeklinde düşündüğümüz için bu kayboluşu - yitiş, daha mı dokunaklı bir sözcük?- sineye çekmeyip, uyarımızı yineliyoruz.
Gezmelerimizi belgesel kılıfa sokma yönünde naçizane önerilerimiz de bu haftanın konusu. Buyrun!

ÇOK GEZELİM, ÇOK BELGELEYELİM! (Kılıf Mevzuu)
Öncelikle işin ruhunu iyice kavramalıyız: Çok gezip, çok belgelemek, gezilen yerleri belgelemek anlamına mı, yoksa gezdiğimizi belgelemek anlamına mı gelmektedir? (Bu can alıcı soruya vereceğiniz yanıtları içinizde saklı tutmaya devam edin bence! İtiraflara gerek yok...) Mevzunun tadı kaçmasın diye (aman düşünsel bir boyut kazanmasın!) tüm sanal alem adına ben doğrudan yanıt verip, işin ruhuna adını koyayım: 'Çok gezip çok belgelemek, elbetteki gezdiğimiz yerleri belgelemek anlamına gelir, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.' (Nasıl? Rahatladınız mı? Güzel, devam edelim öyleyse...)
Fotoğraf çekmeye çıkarken, ne çekeceğinizi, ne beklediğinizi bilmekte büyük fayda var. 'Ne gelirse, ne çıkarsa bahtıma' anlayışı artık terkedilmesi gereken bir anlayış, öyle değil mi? Balıkçı gibi fotoğrafçı da, hangi balığa olta sallayacağını bilmeli. Bilmeli ki. oltasını da, yemini de, oltayı sallayacağı yeri ve saati de doğru saptayabilsin. Trol yöntemiyle balık avlamak nasıl yasak ve daha da önemlisi 'balıkçı etiği' açısından kabul edilemez bir şeyse, fotoğrafta da trolleme hiç hoş değil yani! Lütfen!
Gezilerinizi mutlaka planlayın. Örneğin, 'İstanbul şehrini gezip, belgeleyeceğim' biçiminde bir plan olamaz, bu en fazla niyet kısmıdır işin. Yuvarlak planlardan kaçının. Kolaydan uzak durun. Onu mutlaka ustalarınız zamanında yapmıştır zaten! Şu yuvarlak planlardan uzak durmanızı öneririm: 'bilmem nerde bir gün', 'bilmem nerde sabah', 'bilmem nerde zaman'... Türkiye fotoğrafı kısa tarihine bakacak olursanız bu ve benzeri yuvarlamaları bolca görebilirsiniz. Enflasyona neden olacak girişimleri daha beyninizdeyken yokedin derim ben... başkaları ne der bilemem! Öte yandan bu memleket 'İbadethaneler' üzerine yapılmış yarı rafine çalışmalar da gördü, görmedi değil. Düşünelim ve bunları sayısını artıralım beraberce. 'şu şehirdeki Selçuklu izleri', 'bu şehirde mesireler ve eğlence', 'bir başka şehirde gecekondu hayatı', 'ötekinde balıkçılık'... (Bu arada, balığa takılmış durumdayım. Balık mevsimini dört gözle beklediğimden midir nedir? Yeri gelmişken, balık sezonunun başlangıcıyla bitişine yakın dönemleri, atmosfer durumları açısından fotoğrafa da pek uygundur...)
Gezilerimize belgesel kılıfları uydururken, kılıfın kumaşı, dikişi ve modeli üzerine adamakıllı kafa yormakta yarar var: Mevzuya renkli mi, siyah-beyaz mı bakacak, hangi filmi kullanacaksınız? İnce gren mi, iri gren mi konuya uygun? Sert ışık mı, yumuşak ışık mı? Geniş planlar mı, dar planlar mı ağırlıkta olacak? Tek fotoğraflarla mı, dizi fotoğraflarla mı anlatımımızı kurgulayacağız? vs...
Dikiz aynasıyla naylon çorapları evde bırakıp, neutral graduated ve 81 A -B -C
filtrelerini çantanıza koyabilirsiniz; doygun renk ve tonlamalar için...
Ayaklara dikkat! Sağlıklı bir yürüyüş ayakkabısı, daha geç yorulmanızı sağlayacaktır. Ayrıca ayakları üşütmemeyi de unutmuyoruz değil mi?
Gelecek bölüm: Çok gezen fotoğrafçı okur mu? Okursa ne okur?

Son dakika!
Yukarıda yeralan düşünce ve öneriler, saygıdeğer 'büyümüşümüz / büyüğümüz' O.C.Ç.'nin geçtiğimiz hafta yayınlanan yazısı henüz aleniyet kazanmadan yazıya dökülmüştü. Yazı akışını bozmamak için, yanıt hakkımı -yüksek müsaadelerinizle- bu son bölümde kullanmak istiyorum.
Şimdi... O.C.Ç., epeyce bir zamandır, yazdıklarıma cevap yetiştirme konusunda, pek de anlamlandıramadığım bir telaş yaşamaktadır. Bu satırların yazarı, vakti zamanında 'Eleştirilmek İstiyorum' (Geniş Açı Dergisi, Sayı 3) adıyla bir yazı yayınlamış ve fotoğraf dünyamızın suskunluğundan, eleştirisizliğinden yakınmıştı. O.C.Ç. de, aynı derginin bir sonraki sayısında suskunluğunu bozmuş (bu hiç de doğru olmadı, çünkü sustuğunu duyan varsa beri gelsin...) 'Al Sana Eleştiri' adlı eleştirisini yayınlatmaktan geri durmamıştı. Bu, 'ortaya söylenmiş bol acılı çoban salata', doğrudan benim önüme konulmuş, yazının sonunda da aslında salatanın ortaya söylendiği belirtilmişti kendisi tarafından. Elbetteki dili damağı kavrulan tek kişi olmuştu sonuçta. Bilin bakalım kimdi o? Bilenlere bravo! Bendim kuşkusuz. Yarışmalara hiç katılmadığım ve de yarışmalara, jüri sistemine ve bu sistemi yaratan yarıştırmacı mantıklara külliyen karşı olduğum çok önceden tarafımdan beyan edildiği halde, buradan başlayıp daha pek çok suçlamalara yelken açan yazı ve müellifini adalete intikal ettirmediğim gibi, cevaben bir yazı dahi kaleme almadım. Çünkü inandığım bir söz var: Tarih, gerçeklerin üzerindeki kalın sis perdesini mutlak bir gün dağıtacaktır. (Bu hep böyle olmamıştır belki ama ben yine de inanıyorum.)
Nihayetinde, saygıdeğer büyümüşümüz/büyüğümüz O.C.Ç., bizim hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan hazırladığımız 'Çok Gezen Fotoğrafçılar İçin Öneriler' dizimize de sataşmaktan (düzeyi iyice düşürmemek için 'laf atmaktan' diyelim...) kendini alamamıştır. Özgeçmişimizdeki 'büyüme' metaforuna bakış açısı ve de fakir fotoğrafçılara karşı gezi fotoğrafçılarını tercih ediyormuşuz gibi bir yanılsamaya neden oluşu; bununla da kalmayıp verdiğimiz önerileri 'ıska geçme' sözleriyle hafife alışı karşısında ne denli şaşırdığımız eminim tahmin edersiniz. Biz burada fotoğrafçıları gezip tozmaya, yedi düvele yayılıp, bu düvellerin nadide fotoğraflarını üretmeye davet ederken, büyüğümüz olarak kendisinin böylesine sekter bir yaklaşım sergilemesini elbetteki kınıyoruz. Ve de tüm gezip tozmayı kendine hayat yolu olarak seçmiş çok gezen fotoğrafçıları, kendisini kınamaya davet ediyorum(!)
(Peki, tamam! Sözü çok uzattım; sonuca geliyorum. İzleyegeldiğiniz küçük atışmaları, geleneksel Anadolu seyirlik oyunlarından ödünç almış gibi hissediyorum kendimi.Fotoğraf dünyamızdaki polemik ve kavgaların bir ölçüde azaldığı şu günlerde, tümüyle kendiliğinden gelişen 'seyirlik oyun'umuzun gerçek hayatta karşılığını arayanların sayısı ne yazık ki her geçen gün artıyor. En azından kendi adıma, üretmeye çalıştığım mizahi üslubun bu yoğun 'anlaşılmama' durumuna neden olduğunu düşünerek konuya açıklık getirmek istiyorum. Sayın Orhan Cem Çetin ile -umarım kendisi de teyid edecektir- herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmüş değiliz. Ve yine en azından kendi adıma, Çetin'in yazdıklarına göndermeler yapmayı da yine bu kendiliğinden gelişen seyirlik oyunun bir parçası olarak değerlendiriyorum.
İnsanın anlattığı bir fıkrayı açıklamak durumunda kalması ne kadar kötü bir duygudur, bilmem bilir misiniz? Bu notu yazının sonuna ekleyip, içimdeki sıkıntıyı sizlerle paylaştığım için şimdi kendimi daha iyi hissediyorum. Zaman ayırıp yazılarımızı okuyan tüm sanal alem mensuplarına teşekkürlerimi borç bilirim...



3. BÖLÜM

Çok Gezen Fotoğrafçılara Öneriler

Öncelikle hepimize “Geçmiş olsun!” demek istiyorum. Zor, çok zor bir haftayı geride bıraktık. Umarım önümüzdeki günler, hiçbirimize böylesine büyük acılar getirmez...

Çok Gezen Fotoğrafçı Okur mu? Okursa ne okur?

‘Çok gezen fotoğrafçı okur mu?’ sorusunun yanıtını aramayı gelecek haftalara bırakıyorum, müsaadelerinizle. Bu hafta, ‘okur’laraelimden geldiğince geniş bir okuma listesi sunmaya çalışacağım. Fotoğrafın abece’sinden başlayıp, uzayıp giden bir liste...

Nazif Topçuoğlu - İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?: “I know, it’s only rock’n roll, but I like it” Mick Jagger - Keith Richards alıntısıyla başlayan kitap, günümüz fotoğrafçıları için ‘öncelikle okunması gerekenler’ listesinin başlarında yeralıyor, kanımca. Fotoğrafa, genelde sanata bakış açısını yukarıdaki alıntıyla özetleyen kitap ve müellifine buradan saygılar... Yapı Kredi Yayınları’ndan yapılan baskısı, bildiğim kadarıyla tükenmiş olan kitabı sahaflarda aramak durumundasınız.
Aydemir Gökgöz - Bütün Yönleriyle Fotoğrafçılık / Siyah Beyaz ve Renkli: Son derece önemli bir başucu kitabı. 1977 ve 1980 tarihlerinde yapılmış iki baskısı var. Elbette yalnızca sahaflarda bulabileceğiniz bu kitabı, sahafın insafının belirleyeceği bir fiyatla satın alabileceksiniz. 1968 yılında Gökgöz’ün, Ayhan Babacan ile yazdığı Bütün Yönleriyle Siyah Beyaz Fotoğraf adlı kitabın önemli ölçüde genişletilip, geliştirilmiş bir versiyonu. Sonraki yıllarda yazılmış benzer içerikli kitaplarda ulaşamayacağınız bir çok bilgiyi içeren bu kitabı muhakkak kitaplığınıza katın.
Gültekin Çizgen - Fotoğrafçılık ve Karanlık Oda Bilgileri: Özellikle karanlık oda uygulamalarınızı kolaylaştıracak, pratikleşmenizde katkıları olacak bir kitap.
Ahmet Tolungüç - Amatör Fotoğrafçının El Kitabı: AFSAD Dergisi’nin bir yayını olarak, her sayıda bir fasikül biçiminde yayınlanmış bir el kitabı. Fotoğraf makinesinin tanıtımından, karanlık oda çalışmasına geniş bir yelpazeyi içeren kitap, günümüze kadar yayınlanmış hemen hemen tüm fotoğraf tekniği kitapları gibi eski teknolojiyi öğretiyor. Dijital çağın fotoğraf kitabı henüz yazılmadığı için bu kitapların hükmü halen sürüyor.
Güler Ertan - Çağdaş Fotoğraf Sanatı: Fotoğraf tarihi ve tekniği üzerine kaleme alınmış son derece yararlı bilgileri içeren mühim bir kitap. Yolunuz yine sahaflara düşecek...
Güler Ertan - Fotoğraf Terimleri Sözlüğü: Türkçe kitaplar içerisinde, kendi alanında tek kitap. Amatör ve profesyonellerin terimleri yerli yerinde kullanmalarını, bilgilerini derinleştirmelerini sağlayan mühim bir başka kitap... AFA’dan yayınlanmış ve sanırım baskısı kitapçılarda halen mevcut.
Gelelim, fotoğraf tarihi ve estetiği üzerine, Türkiyeli yazarlar tarafından kaleme alınan kitaplara...
Sabit Kalfagil - Fotoğraf Sanatında Kompozisyon: Şinasi Barutçu ve Ergun Barutçu tarafından 1975’de yayınlanan benzer içerikli kitaptan sonra Kalfagil hocamızın, özenle detaylandırıp, örneklerle bezediği değerli bir eğitim kitabı. Ağır bir akademik atmosferi, günümüz fotoğrafıyla çelişse de, Türkiye fotoğrafının genel gelişim çizgisine hala büyük ölçüde ışık tutuyor. Akademik yaklaşımlar öğrenilmeli ki, onlara itirazlar daha ayakları yere basar biçimde yapılabilsin, değil mi ama!
Engin Özendes - Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık: Fotoğrafın Osmanlı topraklarındaki ilk izleri, yerleşmesi ve yayılmasına ilişkin derinlemesine bir araştırmanın son derece yetkin bir sonucu. Dünü bilmeden, yarınların kurulamayacağını düşünenlere ilk tavsiye...
Engin Çizgen (Özendes) - Türkiye’de Fotoğraf: Özendes’in yukarıda adını andığım kitabının hem özeti, hem de eklemeleri içeren kitabı...

Tahir M. Ceylan - Fotoğraf, Estetik ve Görüntü Üzerine Denemeler: Kitabın son bölümünde yeralan, Fotoğraf Tarihine Giriş ile diğer bölümleri oluşturan denemeler gerçekten dikkate değer. Bu alanda son derece sınırlı bir yayın yelpazesine sahip olan Türkçe fotoğraf kitaplığımızın nadide eserlerinden.
AFSAD Fotoğraf Sempozyumu Tutanakları - 1/2/3: Türkiye ve Dünya fotoğrafının tarihi, estetiği, örgütlenmesi üzerine yapılan yoğun tartışmaların tutanağı. Özellikle 2. ve 3. kitaplarda son derece önemli bildiriler yeralıyor.
Gültekin Çizgen - Fotoğraf Yazıları
                          - Fotoğrafın Yapısı ve Kimliği Üzerine Denemeler
                          - Ve Fotoğraf
                          - Fotoğrafın Görsel Dili
                          - Işık Çağı-Fotoğraf Çağı: Çizgen’in 40 yıllık fotoğraf yaşamı boyunca, samimi ve tartışmacı üslubuyla kaleme aldığı denemeleri biraraya getiren, bir ustanın birikimini paylaşmamızı sağlayan kitaplar kitaplığınızda bulunnmalı.
Seyit Ali Ak - Fotoğrafımızda Tartışma: Sayın Ak’ın hazırladığı kitap, Türkiye fotoğrafının bir dönemine iz bırakmış tartışmaları içeriyor. Tartışmaların önemli bir bölümündeki şahsiyetler Ak’ın kendisiyle Gültekin Çizgen. İbretle okunmalı.
Seyit Ali Ak-Alberto Modiano - Türkçe Fotoğraf Yayınları Kataloğu, 1871’den 1993’e: Bu çalışmayı, tüm yüreğimle liste başı yapıyorum. Çünkü, sözkonusu kitapta, belirtilen tarihler arasında basılmış tüm fotoğraf kitaplarının, dergilerinin, teksirlerin, albümlerin ve sergi kataloglarının detaylı bir listesi mevcut. Gerçek bir kaynakça. Madalyonun öteki yüzüne bakacak olursak: Hepsi hepsi 104 sayfalık bir kitap bu. İlk 25 sayfasının, açıklama, sonuç ve sunuş yazılarıyla oluştuğunu düşünürsek, Türkçe fotoğraf yayınlarının 80 sayfalık bir kitaba rahat rahat sığabildiğini acıyla görebiliriz. Ya herkes İngilizce filan öğrenecek ya da cehalet baki kalacak şu gök kubbe altında, öyle mi?
Seyit Ali Ak - 25 Yılın Türk Fotoğraf Tutanağı: Kitabın adındaki talihsiz kimliklendirme bir başka tartışmaya bırakılacak olursa, içeriği itibariyle, en az yukarıda sözettiğimiz Türkçe Fotoğraf Yayınları Kataloğu kadar önemli bir çalışma. 1960 - 1985 yılları arasında fotoğraf adına yapılmış tüm etkinliklerin dökümü bu kitapta toplanmış. Özellikle Türkiye fotoğrafının tarihçesiyle ilgilenenlere hararetle tavsiye olunur.

Haftaya, çeviri fotoğraf kitaplarından ve kimi kitapçılarda bulabileceğiniz İngilizce fotoğraf kitaplarından kısaca sözedip, önerilerde bulunacağım. Çok gezen fotoğrafçı okur mu, sorusunun bendeki yanıtı bu listeler bittikten sonra...

4. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA ÖNERİLER

Bu hafta Türkçe’ye çevirilmiş fotoğraf kitaplarıyla, İngilizce’nin nimetlerinden yararlanabilenler için bir liste sunuyorum.

Önce teknik:
John Hedgecoe - Her Yönüyle Fotoğraf Sanatı
                              - Siyah-Beyaz Fotoğraf Sanatı ve Karanlık Oda Teknikleri: Remzi Kitapevi tarafından yayınlanan bu iki kitap,özellikle içerdikleri örnek fotoğraflar sayesinde dağarcığınızı zenginleştirecektir. Yazarın henüz Türkçe’ye çevrilmemiş Hedgecoe’s Photographer’s Workbook adlı kitabının niteliksel olarak gerisinde kalsalar da, zorunlu Türkçeciler için kaçınılmaz birer kaynak...
Julian Colder / John Garrett - Her Yönüyle Fotoğrafçılık El Kitabı: Türkiyeli fotoğraf yazarlarının kaleme aldığı kitaplardan pek de ileri bir seviyeye ulaşamıyor. Yine de unutulmamalı ki, keçiboynuzunun da kendine has bir tadı vardır!
Michael Langford - Yaratıcı Fotoğrafçılık: Kitaplığınızda bulunsun, kesinlikle faydalanırsınız. Çok da bir şey beklemeyin. Orta halli bir ürün. İnkılap Kitapevi’nden...
Edouard Boubat - Fotoğraf Sanatı: İnkılap ve Aka Yayınevi’nden nitelikli bir kitap. Mutlaka edinin.
Ernst Coustet - Meslek Edinmek İsteyenlere Kendi Kendine Fotoğrafçılık, Siyah-Beyaz,                                                                                                                                                                                                               Renkli Fotoğraf, Flaş, Pozametre: ‘Bu Kitapla İyi Resim Çekebilirsiniz’ sloganıyla okuyucuya sunulan on yıllar öncesinden bir kitap. Nereden nereye gelindiğinin basılı örneği. Fantazi düzeyinde, bakılmaya değer.
Gelelim fotoğraf üzerine düşünenlerin eserlerine....
John Berger - O Ana Adanmış: Fotoğrafçının kutsal kitaplarından... Fotoğrafın anlatım olanaklarını anlamak, fotoğraf okumanın ilmine ulaşmak, zihnininzde henüz açılmamış dehlizlerde, ‘Görme Biçimleri’nin üstadıyla doyumsuz bir keşfe çıkmak için bulunmaz bir fırsat. Metis’ten...
Susan Sontag - Fotoğraf Üzerine: Altıkırkbeş Yayınları’ndan basılan kitap, daha çok ‘şeytannın gör dediği’ni gösteriyor. Eleştirmenler tarafından abartılı bulunsa da, fotoğraf yeni başlayanlar üzerinde ciddi sendromlar yaratsa da fotoğrafın masumiyeti üzerine çok önemli tartışmalara öncülük ediyor. Kitaptaki, ‘Platon’un Mağarası’nda’ adlı ilk deneme, özellikle Türkiye’de uzun yıllar tartışmalara zemin teşkil etmişti. Okuyun; fakat sonucundan asla sorumlu değilim, bu da bilinsin!
Roland Barthes - Camera Lucida / Fotoğraf Üzerine Düşünceler: Altıkırkbeş Yayınları’ndan bir başka önemli yapıt. Fotoğrafın içeriğine ilişkin, yaratıcı yorumları var Barthes’in.
Müsaadelerinizle bir küçük ukalalık yapacağım: Hegel, Lukacs ve İsmail Tunalı’nın ‘Estetik’ kitapları, E. H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü, H. Wölfflin’in Sanat Tarihinin Temel Kavramları, Norbert Lynton’un Modern Sanatın Öyküsü kitapları da, fotoğrafa sanatsal yaklaşımları olanlara hararetle tavsiye olunur. Ayrıca Kitaplık’ın Bahar ‘98 tarihli 32. sayısındaki Fotoğraftan Sonra Yazar başlıklı dosyası da okunmayı son derece hakediyor.
Sırada, Homer Kitapevi’nden seçtiğimiz İngilizce kitaplar var.
John Hedgecoe - Hedgecoe’s Photographer’s Workbook: Kolay İngilizcesi, bol örnekli anlatımıyla dikkate değer bir eğitim kitabı. Türkçe’ye kazandırılmasında büyük yarar var.
Gordon Baldwin - Looking at Photographs A Guide to Technical Terms: Küçük bir fotoğraf sözlüğü niteliğindeki kitap, terminolojinizi zenginleştirecek ve yeni tekniklerle kısaca tanışmanızı sağlayacak.

Aaron Scharf - Art & Photography: Şahsen beni çok heyecanlandıran bir eser. Okumak için iyi bir İngilizce ve sanatsal terminolojiye hakimiyet gerektiriyor. Fotoğrafın diğer sanatsal disiplinlerle etkileşimini ve fotoğrafın sanatsal evrimini araştıran bu yapıt, gerçek bir zenginlik.
John Garrett - Art of Black and White Photography: Siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kompozisyon, ışık, hareket üzerine eğitici bir kitap. Çok gezen fotoğrafçılar, dikkat! Kitapta doğa fotoğrafçılığına ayrılmış önemli bir bölüm de var.
Deborah Bright - Passionate Camera, Photography & Bodies of Desire: İnsana ve insan bedenine yönelen fotoğraflar üzerine ilginç, yaratıcı bir bakış. Nü, deyip geçmeyin, tanıyın!
Liz Wells - Photography a Critical İntroduction: Fotoğrafın sosyo-politik ilişkilenişleri üzerine kavramsal, eleştirel bir yaklaşım sunan kitap, en az Sontag’ın Fotoğraf Üzerine’si kadar ( hatta daha da fazla) düşünmeye, tartışmaya teşvik eder nitelikte.
Michael Buselle - Better Picture Guide to Travel Photography: “Bütün bunların bizimle ilgisi ne?” diyen çok gezen fotoğrafçılar için, işte bir parmak bal! Gezi fotoğrafında objektif, filtre, yaşam öğesi, renk, hız, hareket, close-up, form, perspektif ve flaş kullanımlarına ilişkin detaylı bir çalışma. Kolay İngilizcesi, ayrıntılı açıklamaları ve bol örnekleriyle dört dörtlük bir rehber.

Ne dersiniz, gelecek haftalarda bir kaç kitapevinin daha raflarını karıştıralım mı? Bu sorunun yanıtlarını bekliyorum.


5. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA ÖNERİLER

Bu haftanın listesi (ve bir süre için son liste) Robinson Crusoe Kitapevi’nden...
Julian Calder / John Garrett - The 35 mm Photographer’s Handbook: Küçük format fotoğraf makinelerinin özellikleriyle başlayan bir ‘fotoğrafın alfabesi’ kitabı. Çağdaş teknolojinin ürünü fotoğraf makinelerini daha yakından tanımak isteyenlere tavsiye olunur. Kitapta, elektronik fotoğraf makineleri, objektifler, filmler, ışık, filtreler, aksesuarlar ve diğer ekipmanlara ilişkin detaylı bilgi ve öneriler mevcut. Portre, çocuk, basın fotoğrafı, stillife, close-up, coğrafya, çıplak, gezi, hayvan, spor, mimari konularında çekim tekniklerine ilişkin detaylı anlatımları da içeriğinde barındırıyor. Önceki listelerde benzerleri olan bir çalışma; yine de nitelikli baskısı, kayda değer örnek fotoğraflarıyla epey bir katkısı olacaktır.
Ernst Wildi - The Medium Format Advantage: Orta format makineler hakkında sormak isteyip de soramadığınız pek çok şey bu kitapta!
Leslie Stroebel - Stroebel’s View Camera Basics: Yukarıdaki cümleden ‘orta format’ sözcüklerini çıkartıp yerine ‘büyük format’ sözcüklerini koyun, lütfen!
Phil Davis - Beyond The Zone System: Zone sistem, -itiraf ediyorum- benim için zurnanın zırt dediği yer. Beyond The Zone System, İngilizce’nin kuytularında dolaşabilenlere zone sistemi öğretecek kapasitede. Ansel Adams ve Minor White’ın adını anarak başlayan içeriği, sistemin tüm bilimsel uzançlarını gözümüzün önüne seriyor. Skala numaralarından, aritmatik ve geometrik serilere, f duraklarının neyi ifade ettiğinden logaritmaya uzanan geniş içerikli bir sözlükle başlayan kitap, aşağıda adı geçen kitaplarla birleştirildiğinde, eminim mükemmel bir öğrenmeyi sağlayabilir.
Jonathan Spaulding - Ansel Adams And The American Landscape: Zone Sistemin piri Ansel Adams’ın biyografisi... Fotoğraf adanmış bir hayatın kilometre taşlarında iz sürmek isteyenlere...
John P. Schaefer - The Ansel Adams Guide, Basic Techniques of Photography, Book 1-2: Adıyla içeriğini tümüyle anlatan ibr kitap. Gerisini okumak gerekiyor.
Ansel Adams - Classic Images
                          - The Camera
                          - The Negative
                          - The Print
                          - Examples The Making of 40 Photography: Adams’ın fotoğraf anlayışını ve tekniğini öğrenmek isteyenlerin faydalanacakları kitaplar. Çok önemli bir külliyat. Gözden kaçırılmaması umuduyla...
Michael Harris - Architectural Photography: Mimari alanında fotoğraf çekmek isteyenler için şaşırtıcı derecede detaylandırılmış çok faydalı bir kitap. Mimari fotoğrafçılığında kullanılan özel fotoğraf makine ve objektiflerden tutun da, filmlere, pozametre, flaşmetre ve colormetrelere varıncaya kadar bir çok bilgi... Ayrıca mimari fotoğrafçılığında kompozisyon, ışık, karşılaşılabilecek problemlerin çözümleri, creative çekim teknikleri de uzun uzadıya anlatılmış.
Harold Evans - Pictures On A Page: Bu kitap ise, basın fotoğrafçıları, fotoğraf editörleri, haber müdürleri ve elbetteki basını yakından takip eden okuyucuların bir başucu kitabı. Basın kökenli bir fotoğrafçı olduğum için midir nedir, beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Basın fotoğrafının her alanına ilişkin bilgi aktarımlarını içeren kitapta, sayfa düzeni içerisinde fotoğrafın yeri ve önemi, fotoğraf kadrajlama ve yeniden anlamlandırma üzerine dikkat çekici düşünceler var. Özellikle, Life Dergisi editörü Wilson Hicks’ten yapılan bir alıntıyla başlayan Words with Pictures bölümü pek keyifli. (Alıntı da şöyle: “The basic unit of photojournalism is one picture with words.”
Laurie White - Infrared Photography Handbook: Infrared fotoğrafçılığın gizemli dünyasına yolculuk yapmak için önce bu kitabı gözden geçirmeniz gerekiyor. Şart değil tabii, tavsiye tavsiye...

Photography Discovery And Invention: Bana ait bir takıntı mı bilemiyorum fakat, N. Niepce’yi hiç anmadan fotoğrafın tarihçesine giriş yapılması, içimde garip haksızlık duyguları yaratıyor. Neyse... Kitabımız, Degauerre ile Talbot’u baz alarak, fotoğrafın ilk elli yılına bakıyor. Bu ilk yıllara ilişkin oldukça ayrıntı içeren kitabı hissettiğim tüm ‘duygu incinmesine’ karşın yine de öneriyorum.
LC Goodrich - The Face of China 1860-1912: Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğrafın gelişimini anlatan kitap isimleri vermiştim önceki yazılarda. Çin fotoğrafının ilk yıllarını merak ediyorsanız, bu kitap hoşunuza gidecek.
Olivia Lahs-Gonzales, Lucy Lippard - Defining Eye: Women Photographers Of The 20th                                                                                             Century: ‘Erkek fotoğrafçı’ denildiğini hiç duydunuz mu bilmiyorum. Ben duymadım. Nedense, pek çok kimse ‘kadın fotoğrafçı’ nitelemesini gönül rahatlığıyla kullanıyor. Bundan hoşlanmıyorum. Öyle ya da böyle cinsiyetçi yaklaşımları körüklediğini düşünüyorum bu tür yaklaşımların. Herkes benim gibi düşünmek durumunda olmadığı için bu kitabı da önermek durumundayım. 20. yy’ın kadın fotoğrafçıları hakkında değerlendirmeler ve ürünlerinden örnekler içeren bir kitap. Tanımak, değerlendirmek için...
Dawn Ades - Photomontage: Dada, konstrüktivizm ve sürrealizm etkisindeki fotomontaj tekniğinin tarihi ve eleştirisi üzerine... Buradan yola çıkarak aşağıdaki kitaplara doğru ilerleyeceğiz.
Stephen Golding - Photomontage: ‘Handmade’ ve ‘digital’ fotomontaj teknikleri üzerine öğretici bir kitap.
Mark Haworth - Metamorphoses Photography In The Electronic Age: Dada’dan başlayıp dijital çalışmalara varıncaya kadar fotomontaj ve önemli fotomontajcıların portfolyoları...
John Carucci - The New Media: Guide to Creative Photography İmage Capture And                                                                             Printing In The Digital Age: Dijital fotoğraf son derece ayrıntılı bir bakış açısı sunan kitap. Dijital alanda kompozisyon, bilgisayar programlarının estetik yaratımda kullanımı, ışık, poz gibi pek çok ayrıntı... Direnenlerden değilseniz, mutlaka edinin bu kitabı.
Claudio Edinberg - Madness: Bu listelerde elimden geldiğince fotoğraf albümlerine girmedim. Fakat Robinson’un raflarını karıştırırken gördüğüm bu albümden sözetmeden geçemeyeceğimi farkettim. Edinberg’in siyah-beyaz Madness’ını hepinizin görmesini isterdim. Aynı duygulanımlarla bakamıyacağımızı bile bile...
Gary Paul Nabhan, Mark Klett - Desert Legends: Fotoğraf ve sözün birleştiği iki kitabı arka arkaya bilginize sunmak istiyorum: Nabhan’ın kaleme aldığı (ki kendisi bir etnobiyolog), Klett’in de fotoğraflarıyla eşlik ettiği, Kuzey Amerika’nın vahşi batısına ilişkin bir Sonoran anlatısı.
Nursen Karas - Fotoğraf Çektiğim Yıllarda: Karas’ın kitabı ise, metinlerini kendisinin kaleme aldığı, fotoğraflarını da yine kendisinin çektiği yolculuk hikayelerinden oluşuyor. Bu lezzetlere ihtiyaç var, diye düşünüyorum
Paul Hill, Thomas Cooper - Dialogue With Photography: ‘Prime’ kitabımı sona sakladım. ‘Bayıldığınız’ fotoğrafçılarla yapılmış röportajlardan oluşan  bir kitap. Kimler var, peki? Ansel Adams, Man Ray, Cecil Beaton, Brassai, Henri Cartier-Bresson, Andres Kertesz, Jacques H. Lartigue, George Radger, Robert Doisneau, Herbert Bayer, Henry Holmes Smith, Helmut Gernsheim, Brett Weston, M. Alvarez Bravo, Eliot Porter, W. Eugene Smith, Laura Gilpin, Imogen Cunningham, Wynn Bullock, Minor White ve Beaumont Newhall. Daha ne istiyorsunuz?
Bu kadar kitaptan sonra gezmek için mecaliniz kaldıysa, sonraki yazıda buluşalım. Unutmadan, 4. İstanbul Saydam Günleri’nin yaklaştığını hatırlatayım: 16-24 Ekim 1999. İfsak, Fransız Kültür Merkezi, Fotografevi-Fujifilm ve Turkcell salonları dokuz gün boyunca dia gösterileriyle dolup taşacak. Şimdiden bir kenara not alın, derim.


6. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI OKUR MU?

Bu soruyu haftalar öncesinde sormuş, yanıtını daha sonra arayacağımızı belirtmiştim, hatırlarsanız. Orhan Cem Çetin’in haftalık yazısında kitapların tuğlalaştırıldığını okuyup da hemen bu konuya girmemek imkansızdı.
Kimi insanın işi gücü gezmektir. Kimisi günlük hayattan zamanlar çalıp ara sıra gezer... Kimileri de çalmak fiilinden ahlaki olarak uzak durup, yalnızca hayatın kendisine verdiği ‘izin’lerde gezebilir... (Bu sonuncuların hayat üzerine yeniden düşünmelerini istirham ederim.) “Gezelim, görelim” yaklaşımının ötesine çıkıp, “gördüklerimizi bir güzel görüntüleyip cümle aleme gösterelim” diyen dostlarla, bu ‘okumak’ edimini iyice bir tartışmak güzel olacak sanıyorum.
Uzun yıllar, basın fotoğrafçısı kimliğiyle (Bkz. Y.T. özgeçmiş) yollar arşınlamış, iş hayatı içerisinde haliyle çok sayıda basın fotoğrafçısı tanımış, zamanla fotoğrafın diğer alanlarından da muhtelif şahsiyetlerle temasta bulunmuş biri olarak, konunun önemine dikkat çekmek niyetindeyim. Artık, ne kadar çekebilirsem...
Yazılarımın bazılarında satır aralarında, bazılarında da tümüyle fotoğrafçının bol bol okuması gerektiğini söylemiştim. Okuma ediminin sınırlarını da alabildiğine geniş tutuyor, hatta sınırsız olarak telakki ediyorum. Teknik okumalar, tarihsel okumalar, biyografik, felsefik, estetik, edebi ve de görsel okumalar gibi ayrıntılandırabileceğimiz süreç, fotoğrafçıyı içinde bulunduğu dünyayla her seferinde yeniden tanıştıracaktır.
Mesleki olarak çağa ayak uydurmanın, uğraş olarak da uğraşı anlamlandırmanın bence ön koşuludur okumak.
Bu noktada, Orhan Cem Çetin’e hakkını teslim etmem gerekiyor: Okumanın derinleştirilmesi, fotoğrafçıyı ilk bakışta fotoğraf çekmekten alıkoyacakmış gibi görünür. Sırt çantanız ağırlaşmayacaktır belki ama sırtınızdaki görünmeyen yük, belki de sizi zorlayacak kadar ağırlaşaktır. İstanbul’un fethini, bir Bizanslı tarihçinin kaleminden okuduğunuzda ezberiniz bozulacak, Osmanlı sınırlarına ilk adımı atan Batılı fotoğrafçıların oryantalist tavrını kavradığınızda, Hindistan’da çekeceğiniz fotoğraflar farklılaşacaktır. Kadın bedeni ve onun metalaştırılması üzerine (keza erkek bedeni de aynı noktaya geldi geliyor...) okuma yapmadan çekeceğiniz nüler ile 12 Eylül Paşası’nın nüleri arasındaki fark malzemenin plastik yapısıyla sınırlı olacaktır. Çölde Çay’ı okuyarak Kuzey Afrika’da yapacağınız yolculuk, kuşkusuz Ret Kit okuyarak yapacağınız Batı Amerika yolculuğuğundan farklı olacaktır. Öte yandan, Ret Kit okuyanın bile hiç birşey okumadan Amerika’ya gidene oranla bir kaç adım farkı bulunacaktır.
Yaşadığımız topraklar üzerindeki etnik ve dinsel-mezhepsel ayrımları tanımadan, anlamadan yapacağımız bir Sivas yolculuğundan ne tür bir fotografik sonuç çıkarabiliriz bilemiyorum.
İşi yokuşa sürdüğüm düşünülmesin. Çevremize iyice baktığımızda, bu sözünü ettiğim ve hatta bazı eksik bıraktığım okumaları yapmış ve yapmayı sürdüren çok sayıda fotoğrafçı (çok sayıda? Evet, çok sayıda ama yeterince değil!) görebiliriz. Fotoğraf dünyamıza adını yazdırmış pek çok usta iyi birer örnektir kanımca.
Ustaların estetik, etik ve ideolojik duruşlarındaki farklılıklar, yaptıkları okumalara getirdikleri öznel yorumların bir sonucudur. Bu da bize, hayatın en büyük armağanı olan çeşitliliği sunar.
Aslında tüm bunlar bizi, fotoğrafı yalnızca sanatsal fotoğraf açısından inceleyecek olsak, oldukça önemli hatta temel bir tartışmanın içerisine sürükler: Sanatın, fotoğraf sanatının işlevi. Ancak ben burada daha geniş anlamıyla fotoğrafa bakmayı seçtim. Fotoğrafın her alanına ilişkin, mesleki, uğraş ve sanat fotoğrafına ilişkin kurdum cümlelerimi. Bu ayrımı da önemsiyorum, çünkü günümüzde mesleki ve uğraş çerçevesinde üretilen işleri de sanat kapsamında değerlendirmek gibi can sıkıcı bir yaklaşım var. Sakın yanlış anlaşılmasın: Sanatsal çalışmaları kutsamak adına söylemiyorum bunu. Tam tersi, sanatın ve sanatçının ayrıcalıklı kabul edilmesine tümüyle karşı durulması gerektiğini savunuyorum. Sanatın bir tapınak, sanatçının da kutsanmış insan olarak değerlendirilmesinden değil, sanatın hayatı bir tür yorumlama biçimi, sanatçının da hayatı yorumlayan bir kişi olarak ‘basitleştirilmesinden’ yanayım. Bu da ancak sanatsal uğraşın yaygınlaşmasıyla olabilecektir.
Tüm bu çerçeve içinde çok gezen fotoğrafçı da rolünün gereklerini yerine getirmelidir. Gezi fotoğrafçısının, bir turistten farklıdır. Turist, çevresiyle kurduğu ilişkide, sınırlarını kendine göre çizer. Beğenileri ve merakları ölçüsünde bir tanıklık yaşar. Yerleşik olduğu yere döndüğünde aktaracakları bunlardan ibarettir. Bizlerin beklentisi önem taşımaz. Kendi dünyası için çıkılmış bir yolculuğun anekdotlarıdır bize anlatılan ve gösterilen. Turistin, ‘oraya gittiğine, orayı gördüğüne’ ilişkin belgelemelerdir getirdikleri. Oysa gezi fotoğrafçısı, bizim için oradadır. Kuşkusuz kendi olarak oralara gitmiş, kendi bilgi ve birikimiyle gezisini belgelemiştir. İşte okumanın önemi burada ortaya çıkar. Fotoğrafçı, bilgi ve birikimini ne ölçüde arttırabilir, hayatı algılayış güç ve yeteneğini ne ölçüde geliştirirse, o ölçüde gezdiği yerleri anlayabilecek, anlamlandırabilecek ve fotoğrafına yansıtacaktır. Deklanşöre basarken, bizim (fotoğrafçı, tam da bu nedenle ‘bizi’ de iyi tanımalıdır. ‘Bizi’ tanımak, ne istediğimizi bilmek demek değildir yalnızca. Nabza göre verilen şerbet kadar beter olan başka bir şey var mı?) yerimize baktığını bilecektir.

İki hafta sonra, bir kaç film, filtre ve aksesuardan bahsederek araziye doğru yavaş yavaş yola koyulalım. Aceleye gerek yok; her şeye rağmen aslında hayat uzun, tıpkı yollar gibi... Okumaya da gezmeye de bol bol zaman var. Yeter ki esir olmayalım yaşamamız gerektiği söylenen bu günlük hayata...

(Çantalarınıza tuğla koymaktan kaçınmayın! Bu, boş bir çuval taşımaktan daha iyi değil mi?)


7. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR İÇİN ÖNERİLER

Geldiğimiz nokta itibariyle, kitaplığımızı donatmış, hatta karanlık odayı bile sevgili Orhan Cem sayesinde sökmüş durumdayız. Önümüzdeki kış ayları boyunca, bahar ve yaz aylarında katedeceğimiz kilometrelerin hesap kitabını yaparken, bir yandan da malzemelerimizi elden geçirelim dilerseniz. (Yanlış anlaşılmasın; kış aylarında gezmeyin demeye getirmiyorum lafı. Bu son derece şahsi bir yaklaşım. Ben kışları çok üşüyenlerdenim. Tanıdık gelecektir, soğuklar bastırdığında eve barka kapanmayı tercih ederim. Ama siz bana bakmayın, kış güneşi fotoğraf için son derece güzel bir ışık kaynağıdır. Aylar önce söylediğim gibi, ayaklarınızı üşütmeyin, sağlam giyinin, gerisi problem değil.)

Yeni bir paragraf açtık fakat, yukarıdaki parantezin içine bir gönderme yapmak gereğini hissettim birden. Kış soğuğunda fotoğraf çekme konusunda ısrarınız varsa, makinelerinizin donma derecesini öğrenmeyi ihmal etmeyin. 15 - 20 yıl öncesinin yarı elektronik makinelerinde bu donma derecesi bir hayli düşüktü. Bazı İstanbul kışlarında (hayır hayır, Boğaz’ın buzlarla kaplandığı, insanların karşıdan karşıya yürüyerek geçtikleri kışlardan bahsetmiyorum, daha yakın zaman kışlarından sözediyorum.) Canon, Minolta ve Nikonlarda pil donmasından kaynaklı problemler yaşandığı aynıyla vaki. Makinenizin özelliklerini satıcıdan öğrenirken bu konuyu da sormanız, doğru bilgiye ulaşırsanız şayet, buna göre önlem almanız mümkün olabilir. Önlemden kastım da şu: Fotoğraf makinelerinizi, kaban, palto vs. her ne giyiyorsanız, onun içinde tutmanız, beden ısınızla donmayı engellemeniz. Donan pilleri avucunuzda ısıtarak yeniden kullanılır hale de getirebilirsiniz tabii. Bir ısı kaynağına direk temas ettirmemeniz gerektiğini söylememe bilmem gerek var mı?

Öncelikle bir kaç film üzerine konuşalım istiyorum. Kodak ve Fuji’nin bazı ürünleri hakkında düşüncelerimi aktaracağım. Diğer markaların ürünleri hakkında da geniş bilgisi olduğunu bildiğim Orhan Cem, önümüzdeki haftalarda belki eksiklerimi tamamlar. Benim sözünü ettiğim iki marka, oldukça geniş bir ürün yelpazesine sahip. Pazar payları da diğerlerine oranla kuşkusuz daha büyük. Hal böyle olunca, dünyanın neresine giderseniz gidin bu ürünlerin hiç değilse bir kısmına kolayca ulaşabiliyorsunuz.

Kodak Gold, Türkiye piyasasında geniş bir satış alanı yakalamış durumda. C41 banyoyla, kolayca ulaşabileceğiniz çok sayıdaki irili ufaklı fotoğraf laboratuarlarında yıkanıp basılabilen, amatjör bir renkli negatif film. Bu filmin bir de profesyoneli mevcut. Kodak Ektacolor Pro Gold adıyla satışa sunulan film, ISO 1000 hızında. Yüksek hızına rağmen oldukça inci bir gren yapısına sahip. Açık havada kullanıldığınızda, renk doygunluğundan memnun kalacağınızı söyleyebilirim.
Fuji Superia, Gold’un rakibi. Bu film de C 41 işlemine tabi tutuluyor. ISO 100, 200, 400, 800 ve 1600 hızında çeşitlenmiş, amatör bir renkli negatif film. Doğal renklerin peşindeyseniz, güvenle kullanabilirsiniz. ISO 100, 200, 400 ve 800 ince gren yapısına sahip. ISO 1600’ün ise, orta grenli bir yapısı var. Press 400 ürünü ise, basın profesyonelleri için üretilmiş, açık ve kapalı ortamlarda, flaşlı - flaşsız çekimlerde renklerde kayıp yaşamadan fotoğraf üretilebilmesi için tasarlanmış bir film. C 41’de banyo ediliyor.
Kodak da basın fotoğrafına yönelik ürünlerini piyasaya sürmüş durumda. Ektapress PJ 100, PJ 400, PJ 800, pozlama toleransları geniş filmler. PJ 400, 100 - 800 hızında kullanılabildiği gibi, 1600 hızında da performansından büyük kayıplar vermiyor. PJ 800 de, 200 - 1600 aralığında kullanmaya son derece uygun. 3200’e kadar itilebiliyor. C 41’de işlem görüyor.
Saydam kullanıcıları için de bir kaç önerim olacak.

Fuji Velvia, benim hit filmim. Bir gezi fotoğrafçısı için ideal tonlamalara sahip. Doğaldan öte, daha da canlı renkler arıyorsanız Velvia ile mutlaka tanışmalısınız. ISO 50 hızında, çok ince gren yapısına sahip. Sert ışık koşullarında, kontrast problemi bir ölçüde canınızı sıkabilir. Işık - gölge kontrolünü yaparsanız, sorun çıkmaz. E - 6’da işlem gören Velvia, dia-pozitif bir film.
Velvia ne kadar profesyonel bir film ise Fuji’nin Sensia serisi de bir o kadar amatör. Sensia II, ISO 100, 200 ve 400 hızında üretiliyor, E - 6 ile banyo ediliyor. Fiyatı profesyonel serilere göre oldukça makul. ‘Ucuz etin yahnisi’ aklınıza gelebilir. Hayır, o kadar da değil. Yüksek performanslı olmadığı bir gerçekse de, özellikle açık havada, basit ışıklarda doyurucu sonuçlar alabilirsiniz. Gelelim, Fujichrome serisinin Provia ürününe. Profesyonel bir dia - pozitif film. ISO 100, 400 ve 1600 hızlarında üretiliyor. Velvia’nın kontrast problemi bu filmde önemli ölçüde ortadan kalkmış durumda. Provia 1600, 800’den 4800’e kadar itilebiliyor. Az ışıklı ortamlarda, üstün bir tonlama yeteneğine sahip. Saydamseverler için MS 100/ 1000 Professional ile Astia 100’ün de adını anmakta, deneyip bakmakta fayda var. Özellikle Astia, renk tonlamalarında çok hassas. Tanıtım fotoğrafçılarının yeni gözdesi...

Kodak’ın dia - pozitifleri de değişik kullanım alanlarında farklı performanslar sergileyen bir yelpazede yerlerini alıyor. Kodak Ektachrome 100 Plus, bir klasik. Gren yapısı itibariyle eski teknoloji ürünü. Kodakchrome’un yeni nesil ürünleri T-Grain teknolojisiyle üretiliyor. Dolayısıyla çok ince gren yapısına ve yüksek keskinliğe sahipler. Ectachrome E100 VS, E100 SW, E200, E100 S bu ürünlerden bir kaçı. Özellikle E100 VS, E100 SW ve E200’ü, çok gezen fotoğrafçılar büyük bir keyifle kullanacak. E100 SW’nin oldukça sıcak bir tonlamaya sahip olduğunu da fısıldayayım.

Gelecek haftalarda siyah - beyaz negatiflere de kısaca gözatacağız, hiç merak etmeyin. Filtreler ve muhtelif aksesuarlar haftaya kaldı.

Son bir not: Yaptığınız gezileri paylaşmaya ne dersiniz? Belki bunlar hakkında güzel sohbetler yaratabiliriz. Yeni rotalar, farklı tanıklıklar, önemli ipuçları... Ne dersiniz? Bu konuda (ve başkaca her konuda) e-postalarınızı bekliyorum.


8. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR İÇİN FİLTRELER

Çantamızı doldurmaya devam edelim... Günümüz fotoğrafçılığında gelinen nokta itibariyle bir fotoğrafçı, tüketim toplumunun yüz akı olmaya aday görünüyor. İnanılmaz genişlikte fotoğraf makinesi yelpazesi, alabildiğine uzatılabilecek objektif listeleri, çok seçenekli filmler, bol miktarda filtreler, çok gelişkin flaşlar, ışıkölçerler, uzaktan kumandalar, üçayaklar, çantalar, yelekler, pantalonlar... Bu büyük pazarın saygın müşterileri olan ‘çok gezen fotoğrafçılar’, hak ettikleri saygınlığı daha fazla alışveriş yaparak pekiştirme olanağına sahipler. Biz de bu yazıda, ihtiyacınız olsa da olmasa da alabileceğiniz muhtelif filtrelerden sözedeceğiz.
Öncelikle klasik ayrımı yapalım: Renkli fotoğrafçılıkta kullanılan filtreler, siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kullanılan filtreler, renkli ve siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kullanılan filtreler.
RENKLİ FOTOĞRAFÇILIKTA KULLANILAN FİLTRELER: Düzeltici filtreler ve özel efekt filtreleri olmak üzere kabaca iki grupta değerlendirilebilirler. Genel kullanıma yönelik üretilen pankromatik filmler, ortam ışığı tipine göre iki sınıfta yeralır: Gün ışığı (daylight) ve oda ışığı (tungsten). Gün ışığı filmleri, gün ışığı altında ve flaş, paraflaş gibi gün ışığı etkisi veren yapay ışıkla kullanılan filmlerdir. Tungsten filmler ise, bildiğimiz oda ampulleri, ateş, el feneri ve mumla yapılan aydınlatmalarda kullanılır. Kısaltırsak. gün ışığı filmler, gün ışığında, tungsten filmler ise tungsten ışıkta kullanılır. Tersi durumda, filmlerimizde renk bozulmaları meydana gelecektir. Renk bozulmasının fotoğrafınıza katacağı anlamı bir kenara bırakıp, renkleri doğru olarak kullanmayı istediğinizi düşünecek olursak, ya varolan ışığa uygun film seçecek ya da ışık tipi-film tipi eşitliğini sağlayacak bir filtreyi tercih edeceksiniz.
Filminizin gün ışığı tipinde olduğu bir durumda, çekim ortamının ışığı tungsten ise, 80A ya da 80B filtrelerini kullanarak renk bozulmasının önüne geçebilirsiniz.
Filminizin tungsten tipinde olduğu bir durumda, çekim ortamının ışığı gün ışığı ise, 85B ve 85C filtrelerini kullanarak renkleri düzeltebilirsiniz.
Filminiz gün ışığı tipinde olup, çekim ortamınız da floresant ışıkla aydınlanıyorsa FLW filtre kullarak ışığı düzeltebilirsiniz.
Filminiz tungsten tipinde olup, çekim ortamınız floresant ile aydınlanmışsa 30M+10Y+85B ya da 30M+20Y filtrelerini kullanarak ışığı düzeltebilirsiniz.
Bunların dışında, örneğin gün ışığı tipinde bir kullanarak, yine gün ışığında çekim yapacaksanız, çantanızda 81 serisi (81A, 81 B, 81C) filtreleri kullanarak, gün ışığının soğukluğunu giderebilirsiniz. Gündoğumu ve batımı saatlerinde gün ışığının kırmızılığını gidermek için ise 82 serisini kullanmalısınız.
Özel efekt filtrelerine gelince...
Bunların başında yarım renk filtrelerini anmak yerinde olacak. Bu filtreler, oldukça geniş bir renk yelpazesinde üretilmiştir. Mavi, turuncu ve sepya en yaygın kullanılanları. Yarım mavi, gökyüzünün rengine mavi desteği verebileceği gibi, ters kullanıldığında örneğin denizin maviliğini arttırır. Yarım turuncu, gün batımı ve doğumlarında yine gökyüzüne “şeker” gibi bir renk vererek, fotoğrafınızın izleyici tarafından ‘daha çok beğenilmesini’ sağlayacaktır. Söylemesi benden, fotoğrafçılığa bakış açınıza göre durumu değerlendirmek sizden... Yarım pembeyi nerede kullanacağınızı da siz düşünün...
Tam renk filtreleri, fotoğrafınıza gerçek dışı anlamlar yüklemenize yardımcı oluyor. Sepya kullanarak ‘geçmiş yıllar’ imajına ulaşabilir, mavi tonlardan bir filtreyle boğucu, kaotik fotoğraflar üretebilirsiniz.
Gökkuşağı filtresi, pek isteyip bir türlü denk düşüremediğiniz gökkuşağını, fotoğrafınızın istediğiniz yerine bir kuş kondurur gibi kondururken, renkli diffuser filtreler romantizminizi Sezen Cumhur Önal seviyesine çıkarabilir.

EV ÖDEVİ:
1) Gün ışığı filmi ile, güneşli bir havada, saat 09.00-10.00 sularında bir fotoğraf çekin. Sonra aynı hava koşullarında 12.00-13.00 saatlerinde ve günbatımına çok yakın saatlerde birer kare daha çekin. Renkler arasındaki farkı görerek, hangi düzeltme filtrelerine ihtiyacınız olduğunu bulun ve bu filtrelerle yine benzer hava koşullarında ve aynı saatlerde yeniden çekim yapıp, sonuçları karşılaştırın.
2) Gün ışığı filmi ile, tungsten ışık veren bir ampulle aydınlanan bir mekanda çekim yapın. Hemen peşi sıra aynı filmle, floresant ışıkla aydınlatılmış bir mekanda çekim yapın. Sonuçları gördükten sonra, düzeltme filtrelerinizi seçin ve bir de onlarla aynı çekimleri yapın.
Haftaya sonuçlara bakacağım, ona göre...

SİYAH-BEYAZ FOTOĞRAFLARDA KULLANILACAK FİLTRELER: Sarı, turuncu, kırmızı, mavi ve yeşil filtreler, siyah-beyaz fotoğraflarınıza dikkate değer katkılar sunacak. Kontrastları ayarlama, bazı renklerin gri skalasındaki yerini değiştirme bu filtrelerin işi. Buradaki püf noktası şu: Kullanacağınız filtrenin rengi ne ise, fotoğrafınızda yeralan aynı renkler soluklaşacak, açık grilere dönüşüp, filtrenin tipine göre beyaza yaklaşacaktır. Zıt renkler ise koyulaşacaktır. Turuncu ve kırmızı filtreleri kullanarak gökyüzü rengini koyulaştırıbilirsiniz. Koyu kırmızı, mavi göğü siyaha çevirerek, gündüz çekilmiş gece fotoğrafları elde etmenizi sağlayacak. Sarı filtre, sarı ve beyaz ırktan insanların portrelerini açacak, beyaz ten elde etmenizi sağlayacak. Turuncunun bu yöndeki etkisi kontrastlaşmayla birlikte güçlenecek, ten tümüyle beyazlaşırken, dudaklar da, makyaj yapılmadığı takdirde beyazlık içinde eriyip gidecektir. Doğa çekimlerinde yeşil filtre, yeşilin tonlarında açılmalar meydana getireceği için, doğanın binbir yeşili birbirinden çok rahat ayrışacak. Mavi filtre ile gökyüzü beyazlaştığına göre, aynı filtre ile mavi gözlü insanların nasıl filme yansıyacaklarını varın siz düşünün. Sisli-puslu havalarda turuncu ve kırmızı filtre görüş açıklığını arttırır, yine de bu olanağı otomobil kullanırken değerlendirmenizi pek tavsiye etmem.
Bu filtreler kendi içlerinde, açık, orta ve koyu olmak üzere sınıflanmışlar. Örneğin açık sarı filtreler, fotoğraf üzerinde önemli bir etki sağlamazken, orta sarı filtreler renk tonlamalarına eşsiz bir katkı sunarlar. Bir çok renkten oluşan bir balon demetini bir kare filtresiz, bir kare de orta sarı filtre ile çekerseniz aradaki farkı çok net görebilirsiniz. Konrastı da arttırır.

EV ÖDEVİ:
1) Yemyeşil ağaçların arasında, sarıya boyalı, kırmızı kiremitli bir evin fotoğrafını hangi filtrelerle çekebilirsiniz, hangi filtre nasıl bir etki verir?
2) Bir portre çekiminde dudak rengini hangi filtre ile koyulaştırabilirsiniz?

SİYAH-BEYAZ VE RENKLİ FOTOĞRAF ÇEKİMLERİNDE KULLANILABİLECEK FİLTRELER:
Skylight, ultraviole, polarize, fog, soft, diffuser, pastel, multi-paralel, double exposure, speed, star, mirage, mask, multi-images, close-up, split field, prism filtrelerini bu kapsamda değerlendireceğiz. Bunların ayrıntılarına gelecek yazımızda değineceğiz. Ödevlerinizi yapmayı unutmayın olur mu?


9. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA FİLTRE ÖNERİLERİNE DEVAM...

Karanlık odadan bunalmışsınızdır... Kış soğuğunun insanı dirilttiğini, kış griliğinin ise depresif bir yaratıcılık kazandırdığını düşünmüyorsanız, karanlık odaların büyülü kızıl dünyasında, cemrelerin birer birer düşeceği günleri bekleyebilirsiniz elbette... Benim için bir sakıncası yok. Fakat eminim ki, aranızda, “geceler zaten karanlık, gündüz vakti kapatmayayım kendimi” diyenler de var. Hayata böyle pozitif bakabilenlerle birlikte çekimlerimizi sürdürebiliriz. Ve de çekimler sırasında yararlanabileceğimiz filtreleri konuşmayı da sürdürebiliriz. (Metol, Hidrokinon ve diğer asit / baz kardeşlere selam... Onları sevmediğimizi sanmasınlar... Hepsinin yeri ayrı...)
Efendim, siyah-beyaz ve renkli fotoğraf çekimlerinde kullanılabilecek filtreler hakkındaki sohbeti bu haftaya bırakmıştık. Öyleyse bu konunun kaçınılmaz ilki olan Skylight filtrelere değinelim öncelikle.
Skylight Filtreler: Objektif merceğini dış etkenlerden korumak gibi çok önemli bir görevi vardır. Özellikle çocuklar fotoğraf makinelerini gördüklerinde, mercekteki rengarenk ışık kırılmalarının ve yansımalarının cazibesine kapılıp parmaklarını bu büyünün içine sokmak için dayanılmaz bir istek duyar. İstek duymakla da kalmayıp, parmaklarını büyünün içine daldırıverirler. Merceğin soğukluğu onlar için büyüyü bozar mı bilemiyorum ama, az öncesinde yedikleri ve her yanlarına bulaştırdıkları dondurma benzeri bir şeyle yapış yapış olmuş parmaklarının izleriyle dolan mercek, sizin keyfinizi kesinlikle kaçıracaktır. Skylight filtreler, bu noktada devreye girerler. Objektifinizin önüne vidaladığınız bu filtre, mercekleriniz kadar kolay zarar görmez, kolayca temizlenir, ya da en kötü ihtimalle yenisi alınır. Bu koruyucu etkilerinin yanı sıra örneğin 1A ve 1B Skylight filtreler, doğa fotoğraflarınızda, gökyüzünün parlaklığını dengelemede de önemli bir katkı sağlarlar. Uzun sözün kısası, kaç objektifiniz varsa tümüne mutlaka bir skylight filtre takın. Yalnızca temizlikten temizliğe çıkartın. Çağımızda, korunmak, her anlamda çok önemli bir sorun, değil mi ama?
Ultraviole Filtreler: UV kısaltmasıyla bilinirler. Yüksek rakımda, deniz ve kar manzaralarında, filmlerimiz üzerinde, morötesi ışınların neden olabileceği olumsuz etkileri ortadan kaldırırlar. Fotoğraflarımızın en uzak noktasında meydana gelebilecek grileşmenin önüne geçerler.
Gri-nötr Filtreler: Adından da anlaşılacağı üzere, gri ve nötr bir filtredir(!) Maksat, objektiften giren ışık miktarını azaltmaksa, yani bol ışıklı bir ortamda düşük enstantane ya da açık diyafram kullanma ihtiyacı duyuluyorsa, bu filtrelerin yardımına başvurulur.
Polarize Filtreler: Şimdi, bakın, gerçekten de çok önemli bulduğum bir filtreyi tanıtacağım size. Tanıştığınızda bana hak vereceksiniz. Fotoğraflarınıza bambaşka bir tad ve zenginlik katacak olan polarize filtreler, iki yönlü bir işleve sahip. Bunlardan ilki, cam, buz ve su yüzeylerindeki parlamaların, yansımaların ortadan kaldırılmasıdır. Pencere dışından, içeriye doğru bir çekim yapılması durumunda, camda meydana gelen yoğun yansımalar polarize filtre tarafından ortadan kaldırılarak, konumuz belirgin hale getirilebilir. Bu, su yüzeylerindeki yansımalar için de geçerlidir. İkinci işlevi ise, konu üzerindeki ışığın doygunlaşmasını sağlamaktır. Donuk renklerin canlanması, gök mavisinin koyulaşması fotoğrafınızı daha da “güzel”leştirecektir. Linear ve circular (yani doğrusal ve dairesel) türleri olan bu filtrelerin linear türü, fotoğrafçılıkta daha çok kullanılır. Filtre, yüzeyindeki kristallerin prizmalarının yönüne göre ışığı kırar ya da geçirir, etkisi de bu doğrultuda ortaya çıkar. Buradan da anlaşılacağı üzere, polarize filtreler sabit değildir, kendi eksenlerinde döndürülmek suretiyle kullanılırlar. Kullanın, memnun kalacaksınız.
Pus Filtresi: Havadaki pusu ortadan kaldırıp, görüş açıklığı yaratır.
Soft, diffuser, pastel: Fotoğraflara düşsel etki katarlar. Kontürleri zayıflatır, O. Cem Çetin’in aylar önce önerdiği naylon çorap etkisini yaratırlar.
Multi-images: Benim, Emel Sayın filtresi dediğim bir tür. Bir dönem Türk filmlerinin vazgeçilmez filtresi olan Multi-image filtreler, bir görüntünün aynı kare içeresinde, filtrenin özelliğine bağlı olarak bir çok kez tekrarlanmasını sağlar.
Double exposure: Aynı kare üzerine iki kez pozlama yapma olanağı sağlayan bir filtre. Pozlamayı üstüste değil, kareyi ikiye bölerek yapar. Örneğin, aynı kişinin tek bir fotoğrafta iki kez görünmesini sağlar. Bunu neden yapmak istersiniz bilmiyorum ama, yine de bilmekte fayda olabilir.
Speed: Fotoğraf makinesinin hareketiyle elde edilebilecek hız etkisini sağlar. Doğru kullanıldığında ilginç sonuçlar veren bu filtre, konunuza hareket ediyormuş izlenimi verir.
Star: Ana ışık kaynaklarının yıldızlaşmasını sağlar. Özellikle gece çekimlerinde şehir ışıklarının daha gösterişli görünmesine yardım eder. Güneşi de bu anlamda yıldızlaştırır.
Mirage: Fotoğrafın bir yarısında yansıma yaratır. Böylelikle konunuzun, örneğin bir su birikintisinde yansıması gibi bir yanılsama oluşur.
Mask: Fotoğrafın belirli bölümlerinin kapatılması, ardından kapatılan bu bölüme yeni bir görüntünün çekilmesini sağlar. Yaratıcı çekimler için önerilmekle birlikte, yaratıcılığı algılayış biçiminizi de sorgulamanıza neden olabilir, dikkat!
Close-up: Objektifinizin en yakın netliğini etkiler, böylelikle küçük objelerin çekimini yapmanızı sağlar. Küçük bir bozuk paranın tam kadraj çekimi, örneğin 10x close-up filtre ile mümkün olabilir.
Split field: Close-up filtrenin etkisi başka bir eksene taşır. En yakın netliği, tıpkı close-up filtrelerdeki gibi arttırıp, küçük ve yakın objeleri net göstermeyi sağlar, buna bağlı olarak uzak netliği bozmaz. Dolayısıyla, uzaktaki objelerle, çok yakındakileri birlikte netlik alanına alır. Objektiflerinizin alan derinliğinin yetmediği yerde derdinize çare olur. Ancak yakın planla uzak plan arasında pek de hoş gözükmeyen flu bir çizgi oluşacak, bu çizgiyi doğru yere yerleştirirseniz kötü etkiyi de azaltabilirsiniz.
Kimi fotoğrafçıların hiç filtre kullanmadığını, kimilerinin de filtresiz yapamadığını oturup bir düşünmekte fayda var. Fotoğrafın gerçekliği ile yanılsamalar dünyası arasındaki tercihi yapmış olan fotoğrafçı kararını netlikle verecektir sanırım.
İyilikle kalın...


10. BÖLÜM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI YOLCULUĞA HAZIRLANIYOR

Bu haftadan itibaren, çok gezen fotoğrafçıların bu adı hakedebilmesi için gezip durmaları gerçeğinden yola çıkarak, bildiğiniz bilmediğiniz coğrafyalara doğru adım atacağız.
Sanal seyahatlerimiz boyunca gezeceğimiz mekanlar ve tanıyacağımız insanlar gerçek hayattan izler taşıyacak, hatta belki de tümüyle gerçek olacaklar. Gerçekleri fantazilerle süsleyerek katedeceğimiz kilometreler sonunda herhangi bir yere ulaşmayı ummayın. Hedefsiz yola koyulmaya alışık olmayabilirsiniz. Bu durum hayat ezberinize aykırı gelebilir. Boşverin ezberi...
Evinizde ya da işyerinizde, titreşimli ya da titreşimsiz, radyasyonlu ya da radyasyonsuz, mavimsi bir ışık yayan ekranlarınızda, muhtemelen kahve ya da çay içerek okuyacağınız bu yazılar sizi en fazla provake edecek. Çıkıp gitme özlemini canlandırmaya çalışacak. Sonra gelsin saydam gösterileri... Dünyanın en çok resmi tatiline sahip bu ülkede, çıkıp gitme özlemini doyurmaktan ne alıkoyabilir ki sizi? Zaten başka türlü de çok gezen fotoğrafçılar kervanında yerinizi alamazsınız! Resmi tatil ve yıllık izin fotoğrafçılığını kendinize yakıştıramıyorsanız, kabuklarınızı kırıp, çok gezen fotoğrafçı seviyesinden gezgin fotoğraffçı mertebesine atlamanız da mümkün, bunu unutmayın. Böylelikle kartvizitlerinize ‘gezgin fotoğraf sanatçısı’ titrini de rahatça ekleyebilirsiniz. Kariyer kariyerdir! Amaan neyse... Neyin doğru olduğuna sonuçta herkes kendi kendine karar vermiyor mu? Bildiğiniz gibi olsun. Benim işim size sanal alemde sanal yolculuklar yaptırmak, yaptırırken de fotoğrafçılığa dair üç-beş deneyim ve bilgi aktarmak. Zaman zaman dilimi tutamayıp gündem dışına taşarsam beni mazur görün.
Bolca ‘ruh ve yürek’, yeterince para (sponsorlar bugünler için...), gerektiğince ekipmanla dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak adına yola koyulmadan önce valizlerimizi toplayalım, fotoğraf makinesi çantalarımıza bir gözatalım.

1. KISIM / ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI ÇANTASINI HAZIRLIYOR

Fotğraf makinesi çantanızın bir sırt çantası olmasında fayda var. İki omuz askısı, bir göğüs, bir de bel bağının bulunması uzun yürüyüşlerde omurganızın ve kaslarınızın zorlanmasını azaltır. Çantanın ağırlığı, göğüs ve bel bağları sayesinde gövdeniz tarafından paylaşılır. Sık sık objektif, filtre filan değiştiren bir fotoğrafçı iseniz, sırt çantanızın üst bölümden açılabilir olması gerekir. İki katlı ve gerektiğinde ikiye ayrılabilir bir çanta en ideali. Piyasadaki amatör çantalar arasında bunu bulabildiğinizi farzedelim, şimdi sorun, çantanın su geçirmez olup olmadığı. Kumaşın ‘waterresist’ olması yeterli değil. Fermuarından, dikişlerine, tabanından, kapaklarına kadar, tam anlamıyla ‘waterproof’ ve ısıya karşı dayanıklı bir çantaya gereksiniminiz var. Bu özellikler de tamam ise, sırada çantanın iki fotoğraf makinesi gövdesini, en az dört, makul boyutlardaki objektifi, bir flaşı, filtreler ve diğer aksesuarlarınızı, ekipman temizlik malzemelerini, filmlerinizi ve harita, not defteri, kalem gibi önemli ayrıntıları içine rahatça alabilmeli. Almakla da kalmamalı, kolay kullanım olanağı sunmalı. Sanırım bunun için 100-150 milyon arasında bir harcama yapacağınızı belirtmek de gerekiyor.
Çantamızı aldık. Fotoğrafçı yeleği ve pantalonuna ne dersiniz?
Tam teşekküllü devlet hastaneleri kıskandıracak bir donanıma doğru hızla ilerliyoruz. ‘Cevat Kelle’yi anmadan geçmek de bir çokları için ayıplanacak durum, saygıyla selamlıyoruz Kelle beyi. Bir fotoğrafçı yeleğinde ne kadar çok cep olursa o kadar iyidir, yaklaşımı çok da doğru değil. Çokluk değil, işlev önemli. Kolları çıkartılabilir ceket-yeleklerin, su geçirmez, yanmaz ve soğuğu dışarda tutan bir kumaş ve dolgu malzemesinden olması yararınıza. Tıpkı çantalarda olduğu gibi bu tip ceket-yelekler de yurtdışından geliyor. Özellikle alt ceplerine şu makul boyutlarda dediğimiz objektifler kolayca girip çıkabilmeli. Sırt cebinin bulunması zaman zaman işinize yarayacak, çünkü büyük bir torba yerine kullanılabiliyor. Göğüs cepleri, filmleriniz, pusulanız ve küçük elfenerleriniz, not defteri, kalem için gerekli. İç tarafta para ve cüzdan koyabileceğiniz fermuarlı cepleri varsa, işte mükemmel bir ceket-yelek! Yine 100 milyon liranın üzerinde seyrediyor fiyatları...
Pantalon meselesine fazla takılmamakta yarar var. Hava alışverişini engellemeyen kumaştan bir pantalon işinizi görür. Kuşkusuz darbeleri azaltıcı, su geçirmez ve ısıya karşı dayanıklı yapılmış, bol cepli pantalonlar da mevcut. Ancak bizim yolculuklarımız ne dağcıların ne de profesyonel doğa yürüyüşçülerinin parkurlarında olmayacak. Zaman zaman yollarımız kesişecek olsa da, aslen yollarımız ayrı! Birbirine karıştırılmamasında yarar var. Sonuç olarak pantalon meselesini, dayanıklı ve havadar, dar olmayan, girip çıkacağımız farklı kültürel yapılara aykırı düşmeyecek nitelikte ve renkte olsun yeter, diyerek kapatabiliriz.
Fotoğraf makinesi çantasının içini doldurmaya geldi sıra.
İlk işimiz makine ve objektifleri gözden geçirmek. Yolculuk öncesinde, işin ehline ekipmanımızı teslim edip bakımını yaptırmak.Enstantane ayarlarımızın ölçümü, diyafram plakalarındaki problemleri, mercek hareketlerini sağlayan bilye sisteminin ya da AF sistemin ve pozametrenindurumunu öğrenmekte, sorunların giderilmesini sağlamakta ve elbette temizliğinin yaptırılmasında, pillerinin yenilenmesinde sonsuz yarar var.
Bakımdan aldığımız ekipmanlarla eve-işe dönmeden önce film, yedek pil, temizlik malzemelerini de alalım dilerseniz.
Siyah-beyaz, dia-pozitif ya da renkli negatif ile mi ağırlıklı olarak çalışıyorsunuz ya da çalışmak istiyorsunuz? Tanıdığım bildiğim neredeyse tüm çok gezen fotoğrafçı, dia-pozitif çalışıyor. Sunum kolaylığından mıdır, çektiklerinizi bir dergi-gazeteye satabilmek için midir, böyle gelmiş böyle gittiği için midir nedir bilemiyorum ama bu böyle... Gelin biz zahmete katlanalım ve yanımıza yakın sayılarda tümünden bir miktar film alalım. Film markalarına kendiniz karar verin. Kararsızlığınıza son vermekte bir yararı olacaksa önceki haftalarda getirdiğim önerilere bir gözatın. ISO sorununa değinelim. Fotoğrafçı olarak yaklaşımınız nedir, kendiniz biliyorsunuzdur ancak çok net tavrınız yoksa yanınızda 50 ya da 64 ISO dia-pozitif filmlerden bolca bulundurun. Yolculuğun gün sayısını en az ikiyle çarparak bu ISO’daki film sayısını bulabilirsiniz. 10 günden uzun sürecek bir yolculuk için ise işler biraz değişik. Teknolojiden ve günümüzün ulaşım-gönderi metodlarından yararlanarak bu probleme çözüm üretebiliriz. Gereksiniminiz olan bir asistan. Asistan dediysem, bir arkadaşınız filan yani. Hangi şehirde topluyorsanız çantanızı, oradan bir kişiyi size yardımcı olması için ayarlayın. Ona, konuya yabancı ise, ihtiyacınız olabilecek filmleri nerelerden alabileceğini öğretin. Gittiğiniz yerde, internet ya da daha eski yöntemle telefonla siparişlerinizi ona bildirin. Siparişlerinizi filmlerinizin bitmesine en az üç gün kala yapmayı da ihmal etmeyin. Bir otel odasında filmlerin gelmesini beklerken TV seyretmek zorunda kalmanızı istemem. Yolculuğun gün sayısı kadar 100 ISO, yarısı kadar da 400 ISO ve 1000 - 1600 ISO film bulundurmanızı öneririm. Bu hesapla 10 günlük bir yolculuğa en az 40 adet filmle çıkacaksınız. Hepsi bu mu? Siyah-beyaz filmlerden kaçar tane alacağız?
Bir yandan Cem Çetin’in karanlık oda bilgi ve deneyimlerinden yararlanmak, hem de siyah-beyazın ya çok amatör ya da tam profesyonel düzeye sıkışıp kalmışlığını yoketmek için, fotoğrafı daha da fotoğraf gibi gösteren bu malzemeye hakkını vermek için yanınızda bolca siyah-beyaz film de bulundurun. Kullanmak için bulundurun ama! Işığın ve renklerin ışıltılı-aldatıcı dünyasında kaybolup gitmemek için, fotoğrafçılığınızı sorgulamak için -teknik anlamda değil kuşkusuz, kuramsal anlamda- bunu yapmanızı öneriyorum.
Renkli negatiflere gelirsek... Baskı kolaylığı, nisbi ucuzluğu, poz toleransı gibi faktörler nedeniyle tercih edilebilir. Seyahatlerde en çok karşılaşılan “bu resimlerden bize de gönderirsin değil mi abi/abla/amca/teyze/oğlum/kızım?” biçimindeki beklentileri karşılaması bakımından da en makul çözümdür renkli negatifler. Fotoğraflarını çektiğiniz insanların fotoğraflarını onlara gerçekten gönderdiğiniz takdirde, halkın fotoğrafçıya bakış açısında takdire şayan bir değişiklik yaratacağınızı da unutmayın! Gün sayısının yarısı kadar 100 ISO renkli negatif yeterli olur mu? Buna bir iki tane de şöyle 1000 ISO civarında film eklerseniz, dramatik ışıklardan yüksek performanslı işler çıkarmayı da neredeyse garantilemiş olursunuz.
Filmlerinizi çeşitli sorunlardan koruyacak film torbalarından da mutlaka edinin. Çekilmişleri çekilmemişlerden ayırd ve tasnif etme konusunda size kolaylık sağlayacaklar. Uçak ile yolculuk edecekseniz havaalanlarındaki X-Ray ışınlarından korumak için bu torbaların görevlilerce elde kontrollerini isteyebilirsiniz.
İki fotoğraf makinesi gövdesi almanızı başta, çantalardan sözederken söylemiştim. Bu iki profesyonel makineye bir de enstamatik ya da digital kamera ekleme şansınız varsa pek güzel olur. Hatıra fotoğrafları kısmında ve çok hızlı davranmanız gereken kimi durumlarda çok işinize yarayacaklar.
Makinelerinizde kullanılan pilleri yenilediyseniz bile, her olasılığa karşı yola çıkmadan önce yedeklerini de alın. Gezdiğiniz yerlerde ihtiyacınıza uygun pil bulmakta zorlanacağınızı söyleyebilirim.
Yolculuk boyunca optiklerinizi sık sık temizlemeniz gerekecek. Bu nedenle yanınızda optik temizleme sıvıları, kağıtları, bu işler için üretilmiş irili ufaklı bir kaç güderi parçası, samur kıllarından yapılmış temizlik fırçası, basınçlı hava tüpleri ya da basit hava pompası da çantanızda yeralmalı.
Şimdi size bir-iki haftalık alışveriş süresi bırakıyorum. Gerçi biraz sabredip, sonraki yazıyı da okursanız, alışveriş listesinin uzadığını görecek ve listenin tamamını bir kerede almak gibi bir olanağa sahip olacaksınız. Sonra hala cebinizde para kaldıysa yola koyuluruz.


11. BÖLÜM

2. KISIM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI ÇANTASINI HAZIRLAMAYA DEVAM EDİYOR
Gezi eylemini ve özellikle aksesuarlarını fetişleştirmenizi istemem. Hazırlık aşamasının bu kadar üzerinde duruyorum çünkü özellikle Türkiye’de eksiklerinizin önemlice bir kısmını yollarda giderme şansına hala sahip değilsiniz. Bu yüzden hemen hiç birşeyi atlamadan hazırlığımızı tamamlayalım.
İki makine, objektif ve aksesuar setlerini alabilen, iki katlı olması lehinize olacak olan sırtta taşınabilir biçimindeki fotoğraf makinesi çantasına daha neler koyabiliriz önce buna bir bakalım: Yolculuğa çıkmadan önce kullanıp elinizi alıştırdığınız ve bakımını yaptırdığınız fotoğraf makinelerinizin yanında çabalarınızın sonucunu maksimum seviyede almanızı sağlayacak objektifler kullanmanızı özellikle öneriyorum. Zoom objektiflerin pratik olması, ağırlıkta ve sayıda tasarruf sağlaması ilk bakışta avantaj gibi görünse de optik yapıları gereği tek objektiflere oranla förüntü kalitesinden ödün vermeniz sonucunu doğururlar. İyi bir 17 mm., 20 mm., 24 mm., 28 mm. ve 35 mm.’lik geniş açıların arasında seçiminizi yapın. 17 mm., 24mm. ve 35 mm.’yi bulundurmanızı tavsiye ederim. 50 mm. ya da 55 mm.’den biri de çantanızda mutlaka bulunsun. 85 mm., 135 mm., 300 mm. ve 500 mm. dar açılı objektiflere de dikkatinizi çekmek istiyorum. 85 mm. ve 300 mm. objektifler benim tercihim. 300 mm., f: 2.8’e bayılacaksınız. Ancak önce ciddi bir yatırımı göze almanız gerekiyor. Manuel objektiflerde markasına bağlı olarak 1000 dolar seviyesinden başlıyorlar. AF’lerde ise bu rakam bir anda iki-üç katına fırlıyor. “Olsun!” diyorsanız, hiç durmayın. Ayrıca kullandığınız makine ne ise mümkün olduğunca aynı markanın objektiflerini tercih edin, muadilleri ucuz gibi görünse de sonuç farklılıkları olacaktır. Bilmem söylemeye gerek var mı ama, iki fotoğraf makinesi gövdesinin de aynı marka olması önemli, çünkü diğer türlü objektif setinizin markaları da farklılaşacak ve taşıyacağınız objektif sayısı bir anda iki katına çıkacak. Ne saçma değil mi?
Objektiflerinizin hepsine skylight veya ultraviole filtreleri takmışsınızdır diye tahmin ediyorum. “Aman bu da filtresiz oluversiniz!” yaklaşımı size yakışmıyor, yakışmadığı gibi doğru da değil zaten. Ne demiştik? “ Bir filtrenin fiyatı 5-10 milyon lira arasında; oysa çizilen objektifin yenisini almak için bavulla para harcamanız gerek. Bu da çok saçma!
Polarize filtrenizi de çantanıza yerleştirin. Vidalılardan alırsanız, değişik çaptaki her objektifinize birer tane polarize filtre takmak durumunda kalırsınız. Bunun yerine profesyonel seriden filtre adaptörü ve taşıyıcısı alıp, bunlarda kullanılan filtreleri rahatça kullanabilirsiniz. Kalite farkı kuşkusuz diğerlerinin lehine... Kesenize göre karar verin. Yumuşatıcı filtreler, yıldızlaştırıcı filtreler gibi fantaziye kaçmanıza yardımcı olanları önceki yazılarda anlatmıştım, bir daha gözden geçirip aralarından seçimlerinizi yapın. Ama lütfen gökkuşağı filtresi gibi işin suyunu çıkaran fantazilerden uzak durun. Hiç değilse şimdilik... Bir gün gelir de “farklı bişeyler arıyorum” noktasına gelir de zihniniz kendiliğinden farklı bir şeyler doğurmazsa o vakit bunlarla yaratıcılığınızın gediklerini kapatırsınız.
Tam renk ve yarım renk filtrelerini de önereceğim. ‘Mizacınıza’ uygun renk seçimlerini yapıp, çantanızda onlara da yer açın.
Çantamızda siyah-beyaz filmlerin de yeraldığını unutmayalım. Bu durumda ne yapıyoruz? Elbette siyah-beyaz filtrelerden de bir set oluşturup, yerleştiriyoruz çantamıza. Sarı, turuncu, kırmızı, mavi ve yeşil filtreler siyah-beyazlarınızı ‘renklendirecektir’. (Renk sözünü tırnak içinde yazışıma dikkat edin lütfen. Mecazi olarak kullandığımı anlamış olmanızı umuyorum. Kastım elbetteki ‘güzelleştirmek’, ‘farklılaştırmak’ gibi şeyler. Yoksa elinize boyayı ve fırçayı almadan ya da bir takım solüsyonlar kullanmadan siyah-beyaz renklenir mi hiç!)
Sanırım filtre mevzuu da tamam.
Biraz da flaş meselesine değinelim. Çok gezen fotoğrafçı, flaşa pek rağbet etmez. Soğuk ışığı, sert gölgeleri, boyut kaybettirmesi gibi nedenlerle tercih edilmeyen flaş, aslında doğru kullanıldığında tüm olumsuz etkileri ortadan kaldırılabilen, tersine fotoğraflarımıza farklı etkiler katabildiği gibi kimi güç koşullardan da başarıyla sıyrılmamızı sağlayan bir malzeme. Bir flaşın kafa hareketleri son derece önemli, üstelik en az gücü kadar önemli. Flaşınızın kafa hareketinin yatayda ve düşeyde 360 derecelik açılar yapabilmesi çok iyi olur. Henüz satın almadıysanız buna dikkat edin. Bu hareket kabiliyeti sayesinde ‘sektirme’ ya da ‘yansıtma’ tabir edilen yöntemlerle flaşınızı kullanabilirsiniz. Flaşınızla birlikte kullanabileceğiniz bir iki aksesuara da değinelim dilerseniz: Uzatma kablosu bunlardan biri. Bir ucu makinenizin flaş kızağına takılan, diğer ucu da haliyle flaşınıza takılan bu kablo ile flaşınızı makinenizle açı oluşturacak biçimde seyyar kullanabilirsiniz. Flaş kablosu kullanmak istemiyorsanız, bir küçük flaşı ya da flaş patlatıcısını makinenizin flaş kızağına takıp, ana flaşınıza da bir fotosel takarak farklı açılardan flaş etkisi oluşturabilirsiniz fotoğraflarınızda. Kablosuz uygulamalarda güneş ya da güçlü ışık altında olmamaya dikkat edin çünkü fotoseller bu durumda çalışmayabiliyor.
Son olarak, flaşın beyaz ışığından hoşlanmıyorsanız, renkli jelatin filtrelerden yararlanarak flaş ışığınızın rengini değiştirebilirsiniz.
Makinenizi ışığın az olduğu ortamlarda, düşük ISO’lu filmlerle kullanabilmeniz ya da gece çekimlerini rahatça yapabilmeniz için bir de tripota(üçayak) gereksiniminiz var. Bu tripot mevzuu da çok önemli! “Ayakları yere sağlam basmak” diye bir söz vardır. Her ne kadar insanın hayat içindeki duruşuyla ilgili bir sözse de tripotlar için de kullanılabilir pekala. Bir tripot üzerine vidalayacağınız en ağır makine, objektif ve flaş grubunu sarsıntısız taşıyabilmeli. Rüzgarda titrememeli. Tıpkı flaş kafasında olduğu gibi, tripot kafasınında hareket yeteneği çok olmalı. Joystick kafalar bu işin ideali. “Aman bu ne küçük ve de hafifmiş!” demeyin. Bir tripotun Camel Trophy’de çamura saplanan bir jipin kurtarılmasında işe yaradığını söylersem, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız sanırım. (Tripotla jip kurtarıldı ama kendisi de çöpü boyladı tabi... o kadar olacak!) Deminden beri tripot diyoruz da monopotları atlıyor muyuz? Hayır elbette! Monopotlar da gayet kullanışlı malzemeler. Özellikle güçlü tele objektifleri kullanırken düşük enstantanelerde titreşimi azaltabiliyorlar. Taşınmaları da son derece rahat.
Aksesuarların sonuncusu olarak da makine ve objektifleri sudan koruyan yağmurluklardan sözedebiliriz. Bunların bir bölümü, iki-üç metre derinliğe kadar yapabileceğiniz dalışlarda sualtı kamerası kullanmaksızın kendi makinenizle fotoğraf çekebilmenizi sağlıyor. Ayrıca yağmurlu havalarda makinenize ve objektifinize giydirebileceğiniz yağmurluklar da mevcut piyasada. Nerede neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz değil mi?
Önceki yazımızda ayakkabılarımız ve giysi valizimiz hakkında fikir ileri sürmeyi ihmal etmişiz. Gerçi çok da önemli görünmüyor gözüme ama ısrar edenler oldu diye bir iki laf edeyim diyorum. Ayakkabılarınız elbetteki su geçirmez olmalı ve mümkünse bir bot giymelisiniz. İyi bir bot edinmeniz, bilek burkulmasından terlemeye ve üşümeye kadar bir çok rahatsız edici sorunu başından yokedecek. Kırsal alanda köy evlerine girip çıkarken bunları bağlayıp çözme zahmetine katlanacaksınız artık. Uzun yürüyüşlerde yanınızda pudra bulundurmanız da yararınıza.
Yapacağınız gezinin türüne bağlı olarak belirlemeniz gereken giysi çantanız konusunda da eminim benim ekleyebileceğim fazla bir şey yok. Köşeli bir bürokrat çantası hiç bir koşulda uygun değil elbette. Yanınıza alacağınız giysilerin sayısı ve koruyucu özellikleri önemli. Sulak bir araziye gidiyorsanız yeterince yedeğin bulunması gerekir. Ateş başında üst-baş kurutmak eğlenceli ve romantik gibi görünse de her zaman öyle olmuyor. Giysi çantanız su geçirmez özellikte değilse giysilerinizi mutlaka naylon torbalara koyup iyice kapattıktan sonra çantanıza yerleştirmeyi de ihmal etmeyin. Yeterince çorap, yeterince iç çamaşırı... Şehir alışkanlıklarınızı negatif etkileyecek olsa da bu böyle. Tersi durumda giysi çantası yerine iki tane yük katırıyla dolaşmanız gerekebilir. Şunu da unutmayın en sıcak mevsimde serin geceler ya da rakımlar bulunabilir ya da tam aksi! Ağustos ayında müthiş bir sağanak yağmurluğu almadığınız için sizi pişman edebilecekken, ocak ayında kar altında boğazlı kazağınız size hayatınızın en büyük işkencesini çektirebilir. Cep telefonu büyük kolaylık, biliyorsunuz. Teknolojiden maksimum yararlanın derim. İridyum telefon kullanmaya kadar abartır mısınız işi bilemem ama doğrusu kendinizi daha rahat ve güvenli hissedeceğiniz kesin. Son gezilerden birinde Erciyes’in 3500 m. yüksekliğinde kervan geçmez bir bölgesinde kullanılmaz hale gelen otomobilimizin ve bizim kolayca medeniyetle kucaklaşmamız bu sayede olmuştu. Böyle de bir hatıramı nakledeyim dedim...
Artık bu hazırlık aşamasını bitirelim... Son bir iki noktayı da hatırlattıktan sonra...
Grip aşısı yaptırın yola koyulmadan önce. Bolca vitamin hapı bulundurun. Karşılaşabileceğiniz sağlık sorunlarını önceden bir düşünüp önlemlerini de alın. Gidilecek güzargahın haritası, pusula, güçlü bir el feneri, küçük bir not defteri ve dilerseniz bir kitap... Laptop, abartının son noktası! Fakat neden olmasın. Maillerinizi okuyabilir, bir takım işlerinizi kolayca halledebilirsiniz. Niye gülüyorsunuz? Hiç mi TV reklamlarını seyretmiyorsunuz?


12. BÖLÜM

3. KISIM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR KONYA’DA!
Farkettiniz mi bilmiyorum ama bir kaç haftadır yazmıyordum. Sanmayın ki Konya civarından güzargahlar araştırmak için kayboldum ortalıktan! Keşke öyle olsaydı... Neyse... Yokluğumu farkedenlerden özür diliyorum bu gecikme için. Telafi edeceğime emin olabilirsiniz. Sözverdiğim gibi yola koyulalım artık. Fotoğraf makineleriniz, çantalarınız, filmleriniz, filtreleriniz, kısacası herşeyiniz hazırdır umarım. Yolculuğumuz Konya’ya... (Okuyucularımız arasında Konya’da yaşayanlar varsa, onlar da merak etmesinler, kendilerinin bile tam olarak bilmedikleri yerlere uzanacağız bu yazılarda. Bu arada, hafızamın yapabileceği oyunları farkedip yanlışları düzeltenlere de minnet duyarım.)

Neden Konya?
Hatta, neden Konya ile başlıyoruz?
İlk ve en kestirme yanıt, “neden olmasın?”. Daha doğru yanıt ise, “Git Konya’ya, Gör Dünya’yı”... Söz sanırım böyleydi... Coğrafi ve tarihi konumu itibariyle gerçekten takdire şayan bir toprak parçasındaki Konya, binlerce yıldır birbirinden farklı kültür ve dinleri içinde barındırmış, bunların izlerini öyle ya da böyle günümüze kadar ulaştırmış bir kent. Anadolu’da Hristiyanlığın çok tanrılı inanışlarla Musevilik arasında kendine yeraçmaya başladığı bir coğrafyada yer alan Konya, çok gezen fotoğrafçıların pek çok beklentisini karşılayabilecek bir potansiyele sahip. Tuz Gölü, Beyşehir Gölü ve Konya Ovası, bu coğrafyanın en büyülü parçaları. ‘Lamelif’ harfini temsilen sema eden semazenlerin mukabelelerini ve tabii ki Mevlana Celaleddin Rumi’nin türbesini görüntülemeyi de bu yolculuğun programına almakta yarar var. Yüzlerce Selçuklu eserinin, Hristiyanlığın erken dönem kiliselerinin, Bizans dönemi yerleşimlerinin de listede yeralması kaçınılmaz. Eh, bütün bunlara bir de ‘oturak alemi’ni eklersek, ortaya mükemmel bir yolculuk programı çıkmış oluyor sanırım.
Konya’ya vardıktan sonra, mümkünse Mevlana Türbesi’ne yakın bir otele yerleşmenizi öneririm. Çünkü kentin merkezinde olmanın yararı var. Turizm ve Kültür Müdürlükleri, pek çok ünlü cami ve türbe, Konya mutfağının unutulmaz lezzetlerini sunan -elbette içkisiz- lokantalar, özzellikle ayz ikindilerinin keyfini çıkarabileceğiniz Alaaddin Tepesi ve eski Konya evleri hep bu civarda. Otele yerleştikten sonraki ilk iş bir otomobil kiralamak. Türkiye’nin en geniş sınırlara sahip kentinde, sözedeceğimiz yerleri başka türlü gezmeniz pek mümkün görünmüyor. Otomobil kullanmaktan hoşlanmıyorsanız, otel resepsiyonuna ya da en yakın taksi durağındaki taksicilere sürücüsüyle birlikte bir araca ihtiyacınız olduğunu söylemeniz yeterli. Makul fiyatlara bir araç bulmanız hiç de güç olmayacaktır. Benim önerim, dört çeker bir jip bulmanız. Hiç değilse Tuz Gölü’ne gideceğiniz zaman...
Otomobil işi de tamam diyelim.
İlk günü yakın çevre turlarıyla tamamlayıp, yola koyulmadan önce edindiğiniz bilgilerin doğruluğunu denetlemenizde fayda var.
Güzel bir uykudan sonra sabahın erken saatlerinde otomobile biniyoruz. Hatunsaray’a doğru yola çıkılıyor. 40-45 kilometrelik mesafeyi, kuşluk vaktinde, Anadolu bozkırının tadını çıkararak geride bırakıyor, Hatunsaray’a 1 kilometre kala sağa doğru sapıp, 400 metre sonra Lystra’ya varıyoruz. Zolkara denilen mevkide bulunan Lystra, bir höyük. İsa peygamberin havarilerinden St. Paul’un Hristiyanlığı yaymak için geldiği bu çok tanrılı inanışa sahip kentteki bolluktan etkilendiği, kent insanlarını bolluğu kendilerine sunan tanrıya ibadete çağırdığı, ancak uzun bir süre kentlilerin kendisini de bir tanrı olarak görmesini engelleyemediği, nihayetinde tanrı olmadığı anlaşılınca yaka paça kovulduğu yer olan Lystra, sonraki yıllarda önemli bir piskoposluk merkezi haline gelmişti. Bu noktada bir parantez açalım: St. Paul, Tarsus doğumlu. Oldukça dindar Musevi bir ailenin çocuğu. Kudüs’te eğitim görmüş, kendini Hristiyanlıkla mücadeleye adamış bir kişilik. Dönem, Hristiyanlara zulmün alıp başını gittiği bir dönem. MS. 30’lar... Yeni bir katliam öncesinde, Şam yakınlarında İsa peygamberin kendisine görünmesi ile din değiştirip bu kez onun yoluna baş koyan St. Paul, Kıbrıs’tan İç Anadolu’ya, oradan Ege’ye ve Akdeniz’e uzanan bir güzergahta yeni dinin propagandasını yapmak maksadıyla uzun yolculuklar yapar. St. Paul’un uğradığı ve derin izler bıraktığı kentlerin başında Konya gelir; o zamanki adıyla İkonium... Parantezi kapatalım.
Lystra höyüğü, adı üzerinde bir höyük olduğu için kimi çok gezen fotoğrafçıların ilgisini çekmeyebilir. Onları düşünerek yola devam edelim. Lystra’nın önündeki yolu takip ederek 10 kilometre ötedeki Gökyurt Köyü’ne ulaşalım. Bir dakika, bir dakika... Otomobilin vitesini geri vitese takıp, bir iki kilometre geriye gidelim. Ağaçların arasında yol alırken dönülen bir virajda duralım. Uzaklardaki köye dikkat! Düzlükteki kayaların tepesine kartal yuvası gibi kurulmuş Gökyurt köyü’nü en güzel buradan izleyebilirsiniz. 300 ya da 500 mm.’lik objektifler tam da bu tür manzaralar için işte. Kıştan yeni yeni çıkmaya çalıştığımız şu günlerde, gerideki dağlar muhtemelen bembeyazdır. Diyelim ki havada pırıl pırıl güneşli... polarize filtrenizi kullanmanın sırası gelmiş durumda. 50 ya da 64 ISO film kullanıyorsanız, yüksek telenizle beraber en azından bir monopoda gereksiniminiz var. Filminizi idareli kullanın. (Gökyurt’ta o kadar çok etkileyici görüntüyle karşılaşacaksınız ki, bütün Konya çekimi için yanınıza aldığınız filmlerin daha gezinin başında bitmesi hoş olmaz.) Şimdi köye gidebiliriz, değil mi? Yo, o kadar kolay değil. Yol kenarındaki kayalıklara oyulmuş mağaralar sizi mutlaka durduracaktır. Roma dönemine kadar uzanan bir geçmişe sahip olan Gökyurt Köyü’nün eski adı Kilistra. Tam olarak Kilistrea. Bir kaç roma mezarının dışında yoğun olarak Bizans dönemine ait kalıntılar mevcut. İçlerinde kuşkusuz en etkileyici olanı yekpare kayadan oyularak Yunan Haçı stilinde yapılmış ve uzun yıllar ibadete açık kalmış olan kilise. Daha görülecek çok yer olduğunu söylemiştim, devam edelim... Gökyurt Köyü, sanki çok stratejik bir noktadaymışçasına korunaklı. Doğa vergisi bir güvenlik bu. Köye, çevrenin kayalık yapısı nedeniyle yalnızca iki noktadan girilebiliyor. Sözkonusu iki giriş de gerektiğinde kolayca kapatılıp, asayiş sağlanabiliyor. “Ne gerek var?” demeyin. Muhtara sorun anlatsın: Yıllar önce 30-40 motorsikletli bir turist grubu dadanmış Gökyurt’a! Muhtar tam bilemiyor ama ben Alman olduklarını tahmin ettim. Sanırım tekno bir grupmuş. Yol yordam bilmeden, farklı kültürdür demeden tozu dumana katmışlar köyde. Sonrasını muhtara sorarsınız... Tekno turistler bir yana, “selam”la köye gelenler bir yana. Yabancılarla, yani köyden olmayanlarla öyle alıp veremedikleri yok. Tipik misafirperverlik burada da geçerli. Ama ne biliyim, bazı Ege köylerinde, ya da Kürt köylerinde karşılaşabileceğiniz ve size abartılı gelebilecek bir misafirperverlik hali de yok açıkçası.
Köyün mimarisi hemen ilginizi çekecek. Genelde iki katlı, ahşap-kerpiç evler bir köyden çok köklü bir kasaba duygusu uyandırıyor insanda. Çatıya yakın bir kısımda, dış cepheye gömülü porselen tabaklara dikkat! Bunlar evlerin nazarlıkları. Kem gözlerin nazarını bu tabaklar kendilerine çekiyorlar, çatlarlarsa kendileri çatlıyor, eve birşey olmuyor. İster inanın, ister inanmayın! Anadolu köylerinin bir çoğunda kaçınılmaz olan köy odası ya da köy kahvehanesi Gökyurt’ta yok. “Oturup bir sabah çayı içelim” diyecek olursanız, kapılardan birini çalıp “selam”la içeri girerseniz, hem köy hakkında detaylı bilgi alır, hem de çayınızı yudumlarsınız. Köyün güney yönündeki evlerden birine girdiyseniz, tuvalete gitmenizi özellikle öneririrm. 20-30 metrelik kayalığın uç kısmına inşa edilen ahşap tuvaletlerin seyrek taban tahtalarından aşağıya baktığınızda kendinizi nasıl hissedeceğinizi merak ediyorum doğrusu! İhtiyaçlarımızı giderip, köy halkıyla hoşbeş ettikten sonra yavaş yavaş tarihte gerilere doğru gidebiliriz. Köyün altı, daha önce de söylediğim gibi labirentimsi mağarlarla bezeli. Evlerin bir kısmından bu mağaralara iniş olduğu, hatta bu mağaralar sayesinde, evden eve hiç gün ışığına çıkmadan geçmenin mümkün olduğunu köylüler söylediyse de ben bizzat görmüş değilim. Bir kaç köylüye bu geçitleri görmek istediğimi söylediysem de, ne tuhaf raslantıdır ki, hepsi de bu geçitleri kapattıklarını söyledi. Siz de bir deneyin, belki kapatmamış olan birilerine denk düşersiniz. Mağaralara girmek için, köyün dışına çıkıp, yola inmek gerekiyor. Burada iki seçenek var: Köyün hemen altındaki mağaralar ile köyün kuzey-kuzey batı yönündeki mağaralar... Önerim köyün altındakilerden başlamanız. El fenerine ihtiyaç duyacaksınız. Hem önünüzü görmek, hem de fotoğraf çekmek için. Duvarları dikkatle inceleyecek olursanız, Bizans yazıtları ve haçlarla karşılaşıyorsunuz. Ve tabii ki yarasalar! Pembe dudaklı, miflon göğüslü güzel mi güzel minik yaratıklar! Onların bu kadar güzel olabileceğine inanmayanların muhakkak onları yakından görmeleri gerekiyor. Bir tripot, uzun pozlama, güçlü bir elfeneri ışığı, 100-200 mm. aralığında bir objektif... Flaş ışığından da pek şikayetçi olmadıklarını söyleyebilirim. Ürpererek de olsa bu deneyimi yaşayın. Unutulmaz yarasa fotoğraflarınız olsun istemez misiniz? Şimdi sizi bu mağaralarda yaratıcılığınızla başbaşa bırakıyorum. El feneri ile duvar boyaması mı yapmak istersiniz, tripota kurduğunuz makinenizin enstantane perdesini açık bırakıp elinizde fener objektifin önünde koşturup duvarlara, önüne renkli jelatin taktığınız flaşınızı mı patlatmak istersiniz, bir modeliniz varsa yanınızda, onunla bin türlü fotoğraf mı üretirsiniz... Çıplak çekmek iki yönden düşündürücü... Çok gezen fotoğrafçıya uygun bir durum mu bu, kendinize sorun! Civardaki köylülere uygun bir durum mu, bunu da kendinize özellikle sorun derim!
Bu arada Tuz Gölü yolculuğuna hazırlayın kendinizi... Görüşmek üzere...


13. BÖLÜM

4. KISIM

ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR TUZ GÖLÜ’NDE

Konya’dan öyle pat diye dönmemizi kimse bekleyemez! Daha gezilecek, görülecek, görüntülenecek çok yer var. Yalnızca Kilistra’yı dolaşıp saydam gösterisi düzenlemeniz de hoş karşılanmayacaktır üstelik. En azından benim tarafımdan... Beyazı tanımanın en büyüleyici yollarından birini arşınlamadan dünyada bir yere bırakmam sizi. Tuz Gölü’nün iki parmaklık derinliğinde yürümeden, kırılıverecek bir buz tabakasında çıtır çıtır yürüme yanılsamasını yaşamadan Konya tamamlanmış sayılmaz. Önceki bölümde, Konya’da haftalarca dolaşacağımızın işaretlerini vermiştim diye hatırlıyorum. Öyleyse, devam!
Cihanbeyli üzerinden Tuz Gölü’ne doğru sapıyor yolumuz. Şimdi altımızda bir jeep olmalı; olsun, oldu, diyelim. 1620 metrekarelik bu Türkiye’nin ikinci büyük gölünde, hem jeepimizle dolaşacağız, hem de Konya’dan satın aldığımız, unuttuysak Cihanbeyli’de de kolayca bulup alabileceğimiz uzun avcı çizmelerimizi ayaklarımıza geçirip, yürüyüşler yapacağız.
Cihanbeyli’den Kulu yönünde 40 kilometre gittikten sonra Beşkardeş Köyü yönüne, yani sağa doğru saparsak göl çevresinin coğrafyasıyla tanışmaya başlarız. Önce beşeri... Kırkkuyu Köyü’nde kısa bir ara verelim yola. Yaklaşık 150 yıl önce Rusya’dan, Patriska-Simerik Bölgesinden göçen Tatarlar’ın yerleştiği bu köy, fotoğraf makineniz ile ısınma turları yapabileceğiniz portrelere sahip. Her köyde olduğu gibi burada da köyün yaşlıları ile tanığı olmadığınız geçmişin doyumsuz anılarına dalıp gidebilirsiniz. Köye adını veren ‘Kırkkuyu Efsanesi’ni mutlaka dinleyin. Kısa moladan sonra Bozan Köyü yoluna girelim. Uçsuz bucaksız düzlükte uzayıp giden yolun sağ ve solundaki küçük tepecikler yüzlerce yıl öncesinin toprağa sığınmış kültürlerini taşıyorlar içlerinde. Höyüklerin arasında geçilerek girilen ve Kırkkuyu’dan en çok 10 kilometre uzakta bulunan Bozan, bir Kürt Köyü. Onlar Mardin’den göçmüşler yıllar önce. Bir mozaik olarak tanımlanan Anadolu kültürleri, Tuz Gölü çevresinde de kendini etkin biçimde gösteriyor. Anadolu, göçlerle biçimleniyor binlerce yıldır. Göç hiç durmuyor. Topraklarını bırakıp Anadolu’nun içlerine kadar giren Tatarlar da, Kürtler de, Türkler de neredeyse aynı kaderi paylaşıyor. Göç yolları, Almanya’ya, Hollanda’ya kadar uzanıyor. Tuz Gölü çevresinde hemen hemen bütün köyler, Avrupa’ya doğru boşalıyor yıllardır. Kalanlarsa öz kültürlerini korumaya çalışıyorlar inatla. Bozan’da görebileceğiniz giysiler, köy odasında bir dikişte yuvarlayacağınız mırra, ana dillerde yapılan sohbetler sizi bir anda Mardin’e kadar götürüyor.
Kırkkuyu ve Bozan gibi Kulu yöresinin köylerinden yürüyüşe başlayabiliriz. Güneşli havalarda ciddi yanıkların canınızı sıkmaması için önlem almanızı öneririm. Güneş gözlüklerinizi takıp, çizmelerinizi de ayaklarınıza geçirin. Gölde yürümenin, sözcüksel espirisi bile dikkate değer. İlk adımlar, buzda yürüme yanılsamasıyla geçiyor. Ayağınızın kayabileceğini ya da buzun kırılabileceğini düşünüyorsunuz. Oysa en fazla dizlerinizin altına kadar çamura batıyorsunuz. Bu da her yerinde söz konusu değil gölün. Yön tayinini doğru yaparsanız zorluk çekmeden gölün adalarına kadar yürümeniz mümkün. Adaların en büyüğü, sıfatından kaynağını alan bir isimle anılıyor: Büyükada! Yakın bir döneme ait olduğu sanılan küçük bir kilise kalıntısı karşılıyor adaya gelenleri. Kilisenin hemen yakınında bir de taştan bir barınak kalıntısı var. Roma döneminden bu yana bir çok kez yıkılıp inşa edilen bu barınak, gölün iki yakasını bağlayan yolun güvenliğini sağlayan askerlerin barınağı. Tuz kervanlarının geçiş yolu olan bu yolun iki kenarında bataklığın başladığı yerleri işaret eden mermer sütunlar mevcut. Yine bu sütunların da Romalılar’dan kalma olduğu iddia ediliyor. Günümüzde karşılıklı iki sütunun arasında, göl zemininden bir kaç metre yüksekte toprak bir yol bulunuyor. Şereflikoçhisar yönündeki Kaldırım Tuzlası’ndan gelen yol, yolcuları kestirmeden Kulu’ya çıkartıyor. Adalar arasındaki yürüyüşümüz boyunca başımızın üzerinde uçuşan flamingoları ve diğer su kuşlarını görmemiz, polarize filtreleri takıp, göğün mavisiyle, gölün beyazını coşturmamız mümkün. Öyle ‘kırmızı başlıklı kız’ fotoğrafları çekmenize filan hiç gerek yok. Doğanın buradaki görünümü tek başına bile mükemmel. Tuz Gölü, kendi masalını yazıyor zaten.
Yürüyüşün sonunda tekrar jeepimize binip, az önce sözünü ettiğim toprak yoldan Şereflikoç hisar’a doğru uzanalım. Konya’dan kısa bir süreliğine çıkıyoruz. Kaldırım Tuzlası’nı görmemiz gerekiyor çünkü. Bölgedeki Kayacık ve Tavşanlı Tuzlaları’ndan sonraki üçüncü büyük tuzla burası. Yani tuzun çıkartıldığı yer. “Yani sofralarımızdaki tuzun...” demek isterdim. Ancak Konya ve çevresinin yoğun kentsel ve sanayi atıklarıyla kirlenmiş olan ve kirletilmeye devam edilen gölden çıkartılan tuzlar son on-onbeş yıldır sofra tuzu olma niteliğini yitirimiş durumda. Artık yalnızca sanayide kullanılabiliyor. Tuzun çıkartılması başlı başına bir görsellik içeriyor. Kazma kürekle kırılıp, raylı sistemle kıyıya aktarılan tuz blokları, kıyıda devasa tuz dağları oluşturuyor. Yüzlerce işçi, vagonetlerin iki yanında, yüzlerce yıl öncesini hatırlatan bir görüntü oluşturuyor çalışırken. Bu çalışmanın sonucunda, Türkiye’de üretilen tuzun %64’ü vagonetlere yüklenmiş oluyor. Kıyıdaki tuz dağlarını, kamyonlar eritmeye çalışıyor. Şereflikoçhisar’daki yıkama havuzlarına getirilen tuz, buralarda 5-6 ayrı havuzdan geçirilerek temizleniyor, kumdan arındırılıyor. Ancak civa ve arsenikten arındırmak mümkün olmuyor haliyle!
Kaldırım Tuzlası’ndan kuzey yönüne doğru dönecek olursak, göl kıyısı boyunca turist otobüsleriyle karşılaşma olasılığımız var. Özellikle Göreme yöresine giden turlar, göl kıyısında bir mola veriyor. Turistler, keyif içerisinde suya bırakıyorlar kendilerini. Su, dediğim gibi iki-üç parmak derinliğinde. Yürünülen bölge, bataklık da değil üstelik. Tur rehberleri, pırıltılar arasında uzaklaşan konuklarını otobüslere bindirmekte güçlük çekiyor. Motorsikletli bir dondurma satıcısı, şaşkın bakışların arasında suyun içinde yol alıp satış yapmaya çalışıyor. Garip, dünya dışı bir atmosfer!
Suyun içinde rastlayacağınız plastik şişe atıkları, yaşadığımız dünyaya geri döndürüyor sizi. Diğer yandan da doğanın gücüyle yüzyüze geliyorsunuz. Çünkü tuz, içinde bir süre kalan herşeyi sarıp sarmalıyor; tuzdan şişelere dönüştürüyor pet şişeleri!
Tuz kaplı şişe olur da, tuz testisi olmaz mı? Tuz testilerini de görelim buraya kadar gelmişken. Şereflikoçhisar’ın Mustafacık Mahallesi’nde yapılıyor bu testiler. Çok ince bir hesapla toprağa katılan bir miktar tuz, testinin terlemesini sağlıyor. İnce bir buğu tabakasıyla kaplanan testi, böylelikle içindeki suyun ısısını uzun süre koruyor. Tuz testisi, yalnızca termos görevi görmüyor, buna ek olarak suyun tadını ve tazeliğini en az üç-dört yıl koruyabiliyor. İşin ustaları, bunun başka bir testiyle sağlanmasının olanaksız olduğunu söylüyor. Bu ustalar ve yaptıkları testilerin ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir bölgesinde eşi benzeri yok! Atölyeleri de tam bir fotoğrafçı cenneti. Mükemmel ışık ve form bileşkesi!
Yoruldunuz mu? Jeepimize atlayıp gölde sürüş keyfinden önce belediyeye uğrayın, gölün son durumu hakkında bilgi alın. Çünkü yağış durumuna ve Konya’daki Beyşehir Gölü’nün su fazlasının Tuz Gölü’ne akıtılmasına bağlı olarak hem derinlik hem de bataklık mevsimden mevsime değişiklik gösteriyor. Alacağınız bilgiler doğrultusunda rotanızı belirleyip sürün jeepinizi beyazlığın içine. Flamingolar ve pelikanlar size eşlik edecektir...

YÜCEL TUNCA
66'da Diyarbakır'da doğdu. Ankara - İstanbul hattında büyüdü. Büyümesi durmadı, sürüyor. Bu marifet değil, biliyor, bundan hoşlanmıyor hatta, yine de büyüyor. Neyse...
İlk, orta ve liseyi mecburen okuyor çünkü, üniversiteye gitmek, gazeteci olmak istiyor. Askerlik meselesinin de etkisi olmuyor değil, bayağı oluyor hem de. Gazetecilikte okuyor okuyabildiği kadar. Birileri yeter artık diyene kadar okuyor. Sonra 'yaylalar...yaylalar...' Bu çok sonra oluyor tabi! Daha öncesinde çoktan çalışmaya başlamış durumda: Basın fotoğrafçısı olarak kaç yıl boyunca kaç gazete ve dergide kaçak işçi olarak çalıştırıldığını bir çırpıda sayamıyor bile. Süreç -gidişat daha mı dolu bir sözcük?- ona gazeteci olma için okumak gerekmediğini gösteriyor fakat iş işten geçmiş oluyor elbette. Bu gerçeği anlaması, başkalarının da onun gereksizliğini anlamasıyla aynı döneme denk düştü. Fırsat bu fırsattır diyerek, o da gerekeni yaptı ve tanıtım fotoğrafçılığına geçti.

Bir yandan da fotoğraf bilgilerini paylaşmaya başlamıştı. M.Ü. İletişim Fakültesi Haber Ajansı'nda ve Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi'nde temel fotoğraf eğitimine katkıda bulunmayı sürdürüyor. Ortamın şairlerle dolu olmasına öteden beri çok bozulduğu için, aynı ortama fotoğrafçıları da doldurma yönünde verilen tüm uğraşlara yakın durdu: Bir uğraş hariç! Yarışmalardan hep uzak durdu, yarışmaları hiç sevmedi; yüreğindeki yarışmaları da hep bastırmaya gayret etti... Son üç - dört yıldır İstanbul Saydam Günleri'nin düzenlenmesi ve sürmesi için gayret sarfediyor. Açık söylemek lazım, hiç kolay olmuyor! 

Halen başak burcu olan Tunca'nın yükseleni bilinmiyor.



Yücel Tunca/1999-2000 - Superonline Portalı


























Yorumlar

Çok Okunanlar