Çok Gezen Fotoğrafçılar İçin Öneriler / 1999-2000
BİRİNCİ BÖLÜM
Giriş
O.C. Çetin'in 'Fakir Fotoğrafçılar İçin Öneriler'ini
'ciddi'ye alıp dikiz aynalarının ve naylon çorapların peşine düştüyseniz,
işimiz iş... hep beraber epey eğleneceğiz demektir!
Gelelim eğlencenin türüne... Eğlence objemiz fotoğraf!
Şimdi, bu objeyle -'malzeme' diyelim isterseniz, kültürel bir çatışma yaşamamak
için- öyle ya da böyle tanışmış olduğunuzu varsayarak iletişimimizin ilk
adımını atıyorum. İletişimde parazit yaratmamak için işin başında şartlarımı da
koymak istiyorum: Hani mizahı, güldürürken düşündürmek diye tanımlayanlar
güruhu vardır ya; işte ben de, fotoğrafı, 'baktırırken düşündüren bir sanatsal
kaygı gütme alanı' şeklinde algılayanlarla iletişim kurma isteğindeyim.
Baktırırken düşündürmekten kastım da tam olarak şu (şöyle): Karşınızdaki
duvarda -albümde, katalogda, gazetede, dergide, kitapta, ekranda, takvimde,
posterde, kartpostalda, panoda, billboardda...- bir fotoğraf var. Fotoğrafta
bir piramit, iki deve, hadi iki de yerel giysileriyle iki Arap, fotoğrafçının
belirlediği biçimde sıralanmış; 'cam gibi - tablo gibi' bir fotoğrafla karşı
karşıyasınız! Bakıyorsunuz ve fotoğraf sizi düşündürüyor:
1 - "Vay be! Şu piramite bak ya! Kesin uzaylıların
parmağı var bu işte! Vay be!"
2 - "Tüh be! Benden önce çekmiş işte elin adamı! Şu son
iki yüz doları denkleyip gidemedik ki bi türlü!"
3 - "Üstüt güzel para harcamış! Pasaportuydu,
vizesiydi, uçak biletiydi, doğru dürüst bir oteliydi, devesiydi -ki bi tanesi
yetmemiş iki deve tutmuş- devecinin ekstra bahşişiydi derken üstüt sermayeyi
yıkmış Mısır'a bell ki! Valla bravo!"
4 - "Aynı fotoğrafı akşam üstü çeksen, 24'le diil de
17'yle filan üstelik... Hımm... Velvia da şart... Ekmek çarpsın ödüle doyar
adam be!"
Eveet... Zihinsel faaliyetleri bu yönde ilerleyen
arkadaşlar! Bu günden başlayarak, o bayıldığınız gezilerinizi desteklemek gibi
(hayır sponsor filan olmayacağım elbette, sponsor bulsam kendim gezerim!) ulvi
bir amaçla naçizane önerilerimi sizlere iletmeye başlıyorum. İlerde, beraberce
sanal yolculuklara bile çıkarız belki... Umarım eğleniriz... Düşünmeyi ihmal
etmeden: Adamlar nasıl yapmış, kaça gidilir, nerede kalınır, nerede yenir, ne
giyilir, hangi aşılar yaptırılır? Anlayacağınız fotoğrafçılık hakkında bilmek
istediğiniz her şey burada(!)
FOTOĞRAFÇI YOLCULUĞA HAZIRLANIYOR!
Fotoğrafçı, şehir içi, şehirler arası ve ülkelerarası olmak
üzere üç değişik yolculuk yapabilir. Gezegenler ve hatta galaksiler arası
yolculuklara ise rüyanızda çıkabilirsiniz, buna kimse karışamaz. Siz de beni
karıştırmayın; yok Jüpiter'in fotoğrafını nasıl çekerim, yerçekimsiz ortamda
fotoğraf ve zaman ilişkisi ne yönde seyreder, Voyager bilmem kaçtaki fotoğraf
makinesinin markası ne? gibi sorulara muhatap etmeyin beni!
Biz konumuza dönelim... Üç değişik yolculuktan sözetmiştik.
Zaman içerisinde tümüne kısa kısa değineceğiz. Önceliği yaşadığımız şehre
verelim, hangi şehirde yaşıyor ve yaşatılıyorsak!?
Medyanın toksinleri beynimizi böylesi çağrışımlara teslim
ettiğinden beri beyin akışı yönteminin de iler tutar yanı kalmadı gördüğünüz
gibi...
Yaşadığınız şehri iyice tanıyarak başlayın işe. Vali kim,
belediye başkanları hangi partiden, hangi polis nerenin fotoğrafının
çekilmesini yasaklamış, hangi hemşeriniz ne tür fotoğrafların çekilmesine
bozuluyor, tüm bunları bir güzel öğrenin, çevrenizi tanıyın. Ansiklopedilerden
mutlaka yararlanın: Şehrinizdeki tarihi mekanların listelerini ansiklopedilerden
yararlanarak çıkarabilirsiniz. Böylelikle önemli bir dökümantasyon çalışmasının
ilk adımını atmış olursunuz. Listenin büyüklüğü gözünüzü korkutmasın, hemen
tamamına yakını yanmış, yıkılmış, 'istimlak' ya da işgal edilmiş, çalınıp
götürülmüş olacağı için belgeleme işinizi bir hafta sonuna sığdırma
olasılığınız bir hayli yüksek.
Gezilerinizi belgesel kılıfa sokma çalışmasını haftaya
detaylandıracağım; önerilerin devamını servis sağlayıcınızdan ısrarla
isteyiniz.
Çekime çıkarken yanınıza fotoğraf makinenizi, filminizi,
naylon çorap ve dış bükey dikiz aynalarınızı almayı unutmuyorsunuz, anlaştık?
Terli terli soğuk su içmek, hastalığa davetiye çıkarır, bunu da hiç bir
fotoğrafçı unutmamalı!
Neyse... İyi yolculuklar...
İKİNCİ BÖLÜM
BİRİNCİ BÖLÜMÜN ÖZETİ
Gezileri üçe ayrımıştık: Şehiriçi, şehirlerarası ve
yurtdışı.
Şehiriçinden başlayalım, diyerek devam etmiştik söze. (Ne
dersiniz; en zorundan mı, en kolayından mı başlamış olduk böylelikle?)
Çekime çıkmadan önce, şehrimizin değişik yönlerini iyice araştırıp,
öğrenmemiz gerektiğinden dem vurmuş, muhtelif kamu kurum ve kuruluşlarıyla,
özel kişilerden sözaçmıştık.
Günlerce biriktirdiğimiz kuponlarla yaptığımız ansiklopedi
yatırımlarının karşılığını alma zamanı geldiğini de müjdelemiş, bu
ansiklopedileri karıştırarak kendinize çekim mekanları saptayabileceğinizi de
söylemiştik.
Bölüm sonunda, 'terli terli soğuk su içmemenizi' de
uyardıysak da, nasıl oldu bilinmez, bu uyarımız sanal alemin belki de bir tür
kara deliğine meze olup gidivermişti. 'Her işin başı sağlık' şeklinde
düşündüğümüz için bu kayboluşu - yitiş, daha mı dokunaklı bir sözcük?- sineye
çekmeyip, uyarımızı yineliyoruz.
Gezmelerimizi belgesel kılıfa sokma yönünde naçizane
önerilerimiz de bu haftanın konusu. Buyrun!
ÇOK GEZELİM, ÇOK BELGELEYELİM! (Kılıf Mevzuu)
Öncelikle işin ruhunu iyice kavramalıyız: Çok gezip, çok
belgelemek, gezilen yerleri belgelemek anlamına mı, yoksa gezdiğimizi
belgelemek anlamına mı gelmektedir? (Bu can alıcı soruya vereceğiniz yanıtları
içinizde saklı tutmaya devam edin bence! İtiraflara gerek yok...) Mevzunun tadı
kaçmasın diye (aman düşünsel bir boyut kazanmasın!) tüm sanal alem adına ben
doğrudan yanıt verip, işin ruhuna adını koyayım: 'Çok gezip çok belgelemek,
elbetteki gezdiğimiz yerleri belgelemek anlamına gelir, bundan hiç kimsenin
kuşkusu olmamalıdır.' (Nasıl? Rahatladınız mı? Güzel, devam edelim öyleyse...)
Fotoğraf çekmeye çıkarken, ne çekeceğinizi, ne beklediğinizi
bilmekte büyük fayda var. 'Ne gelirse, ne çıkarsa bahtıma' anlayışı artık
terkedilmesi gereken bir anlayış, öyle değil mi? Balıkçı gibi fotoğrafçı da,
hangi balığa olta sallayacağını bilmeli. Bilmeli ki. oltasını da, yemini de,
oltayı sallayacağı yeri ve saati de doğru saptayabilsin. Trol yöntemiyle balık
avlamak nasıl yasak ve daha da önemlisi 'balıkçı etiği' açısından kabul
edilemez bir şeyse, fotoğrafta da trolleme hiç hoş değil yani! Lütfen!
Gezilerinizi mutlaka planlayın. Örneğin, 'İstanbul şehrini
gezip, belgeleyeceğim' biçiminde bir plan olamaz, bu en fazla niyet kısmıdır
işin. Yuvarlak planlardan kaçının. Kolaydan uzak durun. Onu mutlaka ustalarınız
zamanında yapmıştır zaten! Şu yuvarlak planlardan uzak durmanızı öneririm:
'bilmem nerde bir gün', 'bilmem nerde sabah', 'bilmem nerde zaman'... Türkiye
fotoğrafı kısa tarihine bakacak olursanız bu ve benzeri yuvarlamaları bolca
görebilirsiniz. Enflasyona neden olacak girişimleri daha beyninizdeyken yokedin
derim ben... başkaları ne der bilemem! Öte yandan bu memleket 'İbadethaneler'
üzerine yapılmış yarı rafine çalışmalar da gördü, görmedi değil. Düşünelim ve
bunları sayısını artıralım beraberce. 'şu şehirdeki Selçuklu izleri', 'bu
şehirde mesireler ve eğlence', 'bir başka şehirde gecekondu hayatı', 'ötekinde
balıkçılık'... (Bu arada, balığa takılmış durumdayım. Balık mevsimini dört
gözle beklediğimden midir nedir? Yeri gelmişken, balık sezonunun başlangıcıyla
bitişine yakın dönemleri, atmosfer durumları açısından fotoğrafa da pek
uygundur...)
Gezilerimize belgesel kılıfları uydururken, kılıfın kumaşı,
dikişi ve modeli üzerine adamakıllı kafa yormakta yarar var: Mevzuya renkli mi,
siyah-beyaz mı bakacak, hangi filmi kullanacaksınız? İnce gren mi, iri gren mi
konuya uygun? Sert ışık mı, yumuşak ışık mı? Geniş planlar mı, dar planlar mı
ağırlıkta olacak? Tek fotoğraflarla mı, dizi fotoğraflarla mı anlatımımızı
kurgulayacağız? vs...
Dikiz aynasıyla naylon çorapları evde bırakıp, neutral
graduated ve 81 A -B -C
filtrelerini çantanıza koyabilirsiniz; doygun renk ve
tonlamalar için...
Ayaklara dikkat! Sağlıklı bir yürüyüş ayakkabısı, daha geç
yorulmanızı sağlayacaktır. Ayrıca ayakları üşütmemeyi de unutmuyoruz değil mi?
Gelecek bölüm: Çok gezen fotoğrafçı okur mu? Okursa ne okur?
Son dakika!
Yukarıda yeralan düşünce ve öneriler, saygıdeğer
'büyümüşümüz / büyüğümüz' O.C.Ç.'nin geçtiğimiz hafta yayınlanan yazısı henüz
aleniyet kazanmadan yazıya dökülmüştü. Yazı akışını bozmamak için, yanıt
hakkımı -yüksek müsaadelerinizle- bu son bölümde kullanmak istiyorum.
Şimdi... O.C.Ç., epeyce bir zamandır, yazdıklarıma cevap
yetiştirme konusunda, pek de anlamlandıramadığım bir telaş yaşamaktadır. Bu
satırların yazarı, vakti zamanında 'Eleştirilmek İstiyorum' (Geniş Açı Dergisi,
Sayı 3) adıyla bir yazı yayınlamış ve fotoğraf dünyamızın suskunluğundan,
eleştirisizliğinden yakınmıştı. O.C.Ç. de, aynı derginin bir sonraki sayısında
suskunluğunu bozmuş (bu hiç de doğru olmadı, çünkü sustuğunu duyan varsa beri
gelsin...) 'Al Sana Eleştiri' adlı eleştirisini yayınlatmaktan geri durmamıştı.
Bu, 'ortaya söylenmiş bol acılı çoban salata', doğrudan benim önüme konulmuş,
yazının sonunda da aslında salatanın ortaya söylendiği belirtilmişti kendisi
tarafından. Elbetteki dili damağı kavrulan tek kişi olmuştu sonuçta. Bilin
bakalım kimdi o? Bilenlere bravo! Bendim kuşkusuz. Yarışmalara hiç katılmadığım
ve de yarışmalara, jüri sistemine ve bu sistemi yaratan yarıştırmacı mantıklara
külliyen karşı olduğum çok önceden tarafımdan beyan edildiği halde, buradan
başlayıp daha pek çok suçlamalara yelken açan yazı ve müellifini adalete
intikal ettirmediğim gibi, cevaben bir yazı dahi kaleme almadım. Çünkü
inandığım bir söz var: Tarih, gerçeklerin üzerindeki kalın sis perdesini mutlak
bir gün dağıtacaktır. (Bu hep böyle olmamıştır belki ama ben yine de
inanıyorum.)
Nihayetinde, saygıdeğer büyümüşümüz/büyüğümüz O.C.Ç., bizim
hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan hazırladığımız 'Çok Gezen Fotoğrafçılar İçin
Öneriler' dizimize de sataşmaktan (düzeyi iyice düşürmemek için 'laf atmaktan'
diyelim...) kendini alamamıştır. Özgeçmişimizdeki 'büyüme' metaforuna bakış
açısı ve de fakir fotoğrafçılara karşı gezi fotoğrafçılarını tercih ediyormuşuz
gibi bir yanılsamaya neden oluşu; bununla da kalmayıp verdiğimiz önerileri
'ıska geçme' sözleriyle hafife alışı karşısında ne denli şaşırdığımız eminim
tahmin edersiniz. Biz burada fotoğrafçıları gezip tozmaya, yedi düvele yayılıp,
bu düvellerin nadide fotoğraflarını üretmeye davet ederken, büyüğümüz olarak
kendisinin böylesine sekter bir yaklaşım sergilemesini elbetteki kınıyoruz. Ve
de tüm gezip tozmayı kendine hayat yolu olarak seçmiş çok gezen fotoğrafçıları,
kendisini kınamaya davet ediyorum(!)
(Peki, tamam! Sözü çok uzattım; sonuca geliyorum.
İzleyegeldiğiniz küçük atışmaları, geleneksel Anadolu seyirlik oyunlarından
ödünç almış gibi hissediyorum kendimi.Fotoğraf dünyamızdaki polemik ve
kavgaların bir ölçüde azaldığı şu günlerde, tümüyle kendiliğinden gelişen
'seyirlik oyun'umuzun gerçek hayatta karşılığını arayanların sayısı ne yazık ki
her geçen gün artıyor. En azından kendi adıma, üretmeye çalıştığım mizahi
üslubun bu yoğun 'anlaşılmama' durumuna neden olduğunu düşünerek konuya açıklık
getirmek istiyorum. Sayın Orhan Cem Çetin ile -umarım kendisi de teyid
edecektir- herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmüş değiliz. Ve yine en azından
kendi adıma, Çetin'in yazdıklarına göndermeler yapmayı da yine bu kendiliğinden
gelişen seyirlik oyunun bir parçası olarak değerlendiriyorum.
İnsanın anlattığı bir fıkrayı açıklamak durumunda kalması ne
kadar kötü bir duygudur, bilmem bilir misiniz? Bu notu yazının sonuna ekleyip,
içimdeki sıkıntıyı sizlerle paylaştığım için şimdi kendimi daha iyi
hissediyorum. Zaman ayırıp yazılarımızı okuyan tüm sanal alem mensuplarına
teşekkürlerimi borç bilirim...
3. BÖLÜM
Çok Gezen Fotoğrafçılara Öneriler
Öncelikle hepimize “Geçmiş olsun!” demek istiyorum. Zor, çok
zor bir haftayı geride bıraktık. Umarım önümüzdeki günler, hiçbirimize
böylesine büyük acılar getirmez...
Çok Gezen Fotoğrafçı Okur mu? Okursa ne okur?
‘Çok gezen fotoğrafçı okur mu?’ sorusunun yanıtını aramayı
gelecek haftalara bırakıyorum, müsaadelerinizle. Bu hafta, ‘okur’laraelimden
geldiğince geniş bir okuma listesi sunmaya çalışacağım. Fotoğrafın abece’sinden
başlayıp, uzayıp giden bir liste...
Nazif Topçuoğlu - İyi Fotoğraf Nasıl Oluyor, Yani?: “I know,
it’s only rock’n roll, but I like it” Mick Jagger - Keith Richards alıntısıyla
başlayan kitap, günümüz fotoğrafçıları için ‘öncelikle okunması gerekenler’
listesinin başlarında yeralıyor, kanımca. Fotoğrafa, genelde sanata bakış
açısını yukarıdaki alıntıyla özetleyen kitap ve müellifine buradan saygılar...
Yapı Kredi Yayınları’ndan yapılan baskısı, bildiğim kadarıyla tükenmiş olan
kitabı sahaflarda aramak durumundasınız.
Aydemir Gökgöz - Bütün Yönleriyle Fotoğrafçılık / Siyah
Beyaz ve Renkli: Son derece önemli bir başucu kitabı. 1977 ve 1980 tarihlerinde
yapılmış iki baskısı var. Elbette yalnızca sahaflarda bulabileceğiniz bu
kitabı, sahafın insafının belirleyeceği bir fiyatla satın alabileceksiniz. 1968
yılında Gökgöz’ün, Ayhan Babacan ile yazdığı Bütün Yönleriyle Siyah Beyaz
Fotoğraf adlı kitabın önemli ölçüde genişletilip, geliştirilmiş bir versiyonu.
Sonraki yıllarda yazılmış benzer içerikli kitaplarda ulaşamayacağınız bir çok
bilgiyi içeren bu kitabı muhakkak kitaplığınıza katın.
Gültekin Çizgen - Fotoğrafçılık ve Karanlık Oda Bilgileri:
Özellikle karanlık oda uygulamalarınızı kolaylaştıracak, pratikleşmenizde
katkıları olacak bir kitap.
Ahmet Tolungüç - Amatör Fotoğrafçının El Kitabı: AFSAD
Dergisi’nin bir yayını olarak, her sayıda bir fasikül biçiminde yayınlanmış bir
el kitabı. Fotoğraf makinesinin tanıtımından, karanlık oda çalışmasına geniş
bir yelpazeyi içeren kitap, günümüze kadar yayınlanmış hemen hemen tüm fotoğraf
tekniği kitapları gibi eski teknolojiyi öğretiyor. Dijital çağın fotoğraf
kitabı henüz yazılmadığı için bu kitapların hükmü halen sürüyor.
Güler Ertan - Çağdaş Fotoğraf Sanatı: Fotoğraf tarihi ve
tekniği üzerine kaleme alınmış son derece yararlı bilgileri içeren mühim bir
kitap. Yolunuz yine sahaflara düşecek...
Güler Ertan - Fotoğraf Terimleri Sözlüğü: Türkçe kitaplar
içerisinde, kendi alanında tek kitap. Amatör ve profesyonellerin terimleri
yerli yerinde kullanmalarını, bilgilerini derinleştirmelerini sağlayan mühim
bir başka kitap... AFA’dan yayınlanmış ve sanırım baskısı kitapçılarda halen
mevcut.
Gelelim, fotoğraf tarihi ve estetiği üzerine, Türkiyeli
yazarlar tarafından kaleme alınan kitaplara...
Sabit Kalfagil - Fotoğraf Sanatında Kompozisyon: Şinasi
Barutçu ve Ergun Barutçu tarafından 1975’de yayınlanan benzer içerikli kitaptan
sonra Kalfagil hocamızın, özenle detaylandırıp, örneklerle bezediği değerli bir
eğitim kitabı. Ağır bir akademik atmosferi, günümüz fotoğrafıyla çelişse de,
Türkiye fotoğrafının genel gelişim çizgisine hala büyük ölçüde ışık tutuyor.
Akademik yaklaşımlar öğrenilmeli ki, onlara itirazlar daha ayakları yere basar
biçimde yapılabilsin, değil mi ama!
Engin Özendes - Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık:
Fotoğrafın Osmanlı topraklarındaki ilk izleri, yerleşmesi ve yayılmasına
ilişkin derinlemesine bir araştırmanın son derece yetkin bir sonucu. Dünü
bilmeden, yarınların kurulamayacağını düşünenlere ilk tavsiye...
Engin Çizgen (Özendes) - Türkiye’de Fotoğraf: Özendes’in
yukarıda adını andığım kitabının hem özeti, hem de eklemeleri içeren kitabı...
Tahir M. Ceylan - Fotoğraf, Estetik ve Görüntü Üzerine
Denemeler: Kitabın son bölümünde yeralan, Fotoğraf Tarihine Giriş ile diğer
bölümleri oluşturan denemeler gerçekten dikkate değer. Bu alanda son derece
sınırlı bir yayın yelpazesine sahip olan Türkçe fotoğraf kitaplığımızın nadide
eserlerinden.
AFSAD Fotoğraf Sempozyumu Tutanakları - 1/2/3: Türkiye ve
Dünya fotoğrafının tarihi, estetiği, örgütlenmesi üzerine yapılan yoğun
tartışmaların tutanağı. Özellikle 2. ve 3. kitaplarda son derece önemli
bildiriler yeralıyor.
Gültekin Çizgen - Fotoğraf Yazıları
- Fotoğrafın Yapısı ve Kimliği Üzerine Denemeler
- Ve Fotoğraf
- Fotoğrafın Görsel Dili
- Işık Çağı-Fotoğraf Çağı: Çizgen’in 40 yıllık fotoğraf yaşamı boyunca,
samimi ve tartışmacı üslubuyla kaleme aldığı denemeleri biraraya getiren, bir
ustanın birikimini paylaşmamızı sağlayan kitaplar kitaplığınızda bulunnmalı.
Seyit Ali Ak - Fotoğrafımızda Tartışma: Sayın Ak’ın
hazırladığı kitap, Türkiye fotoğrafının bir dönemine iz bırakmış tartışmaları
içeriyor. Tartışmaların önemli bir bölümündeki şahsiyetler Ak’ın kendisiyle
Gültekin Çizgen. İbretle okunmalı.
Seyit Ali Ak-Alberto Modiano - Türkçe Fotoğraf Yayınları
Kataloğu, 1871’den 1993’e: Bu çalışmayı, tüm yüreğimle liste başı yapıyorum.
Çünkü, sözkonusu kitapta, belirtilen tarihler arasında basılmış tüm fotoğraf
kitaplarının, dergilerinin, teksirlerin, albümlerin ve sergi kataloglarının
detaylı bir listesi mevcut. Gerçek bir kaynakça. Madalyonun öteki yüzüne
bakacak olursak: Hepsi hepsi 104 sayfalık bir kitap bu. İlk 25 sayfasının,
açıklama, sonuç ve sunuş yazılarıyla oluştuğunu düşünürsek, Türkçe fotoğraf
yayınlarının 80 sayfalık bir kitaba rahat rahat sığabildiğini acıyla
görebiliriz. Ya herkes İngilizce filan öğrenecek ya da cehalet baki kalacak şu
gök kubbe altında, öyle mi?
Seyit Ali Ak - 25 Yılın Türk Fotoğraf Tutanağı: Kitabın
adındaki talihsiz kimliklendirme bir başka tartışmaya bırakılacak olursa,
içeriği itibariyle, en az yukarıda sözettiğimiz Türkçe Fotoğraf Yayınları
Kataloğu kadar önemli bir çalışma. 1960 - 1985 yılları arasında fotoğraf adına
yapılmış tüm etkinliklerin dökümü bu kitapta toplanmış. Özellikle Türkiye
fotoğrafının tarihçesiyle ilgilenenlere hararetle tavsiye olunur.
Haftaya, çeviri fotoğraf kitaplarından ve kimi kitapçılarda
bulabileceğiniz İngilizce fotoğraf kitaplarından kısaca sözedip, önerilerde
bulunacağım. Çok gezen fotoğrafçı okur mu, sorusunun bendeki yanıtı bu listeler
bittikten sonra...
4. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA ÖNERİLER
Bu hafta Türkçe’ye çevirilmiş fotoğraf kitaplarıyla,
İngilizce’nin nimetlerinden yararlanabilenler için bir liste sunuyorum.
Önce teknik:
John Hedgecoe - Her Yönüyle Fotoğraf Sanatı
- Siyah-Beyaz Fotoğraf Sanatı ve Karanlık
Oda Teknikleri: Remzi Kitapevi tarafından yayınlanan bu iki kitap,özellikle
içerdikleri örnek fotoğraflar sayesinde dağarcığınızı zenginleştirecektir.
Yazarın henüz Türkçe’ye çevrilmemiş Hedgecoe’s Photographer’s Workbook adlı
kitabının niteliksel olarak gerisinde kalsalar da, zorunlu Türkçeciler için
kaçınılmaz birer kaynak...
Julian Colder / John Garrett - Her Yönüyle Fotoğrafçılık El
Kitabı: Türkiyeli fotoğraf yazarlarının kaleme aldığı kitaplardan pek de ileri
bir seviyeye ulaşamıyor. Yine de unutulmamalı ki, keçiboynuzunun da kendine has
bir tadı vardır!
Michael Langford - Yaratıcı Fotoğrafçılık: Kitaplığınızda
bulunsun, kesinlikle faydalanırsınız. Çok da bir şey beklemeyin. Orta halli bir
ürün. İnkılap Kitapevi’nden...
Edouard Boubat - Fotoğraf Sanatı: İnkılap ve Aka
Yayınevi’nden nitelikli bir kitap. Mutlaka edinin.
Ernst Coustet - Meslek Edinmek İsteyenlere Kendi Kendine
Fotoğrafçılık, Siyah-Beyaz,
Renkli Fotoğraf, Flaş,
Pozametre: ‘Bu Kitapla İyi Resim Çekebilirsiniz’ sloganıyla okuyucuya sunulan
on yıllar öncesinden bir kitap. Nereden nereye gelindiğinin basılı örneği.
Fantazi düzeyinde, bakılmaya değer.
Gelelim fotoğraf üzerine düşünenlerin eserlerine....
John Berger - O Ana Adanmış: Fotoğrafçının kutsal
kitaplarından... Fotoğrafın anlatım olanaklarını anlamak, fotoğraf okumanın
ilmine ulaşmak, zihnininzde henüz açılmamış dehlizlerde, ‘Görme Biçimleri’nin
üstadıyla doyumsuz bir keşfe çıkmak için bulunmaz bir fırsat. Metis’ten...
Susan Sontag - Fotoğraf Üzerine: Altıkırkbeş Yayınları’ndan
basılan kitap, daha çok ‘şeytannın gör dediği’ni gösteriyor. Eleştirmenler
tarafından abartılı bulunsa da, fotoğraf yeni başlayanlar üzerinde ciddi
sendromlar yaratsa da fotoğrafın masumiyeti üzerine çok önemli tartışmalara
öncülük ediyor. Kitaptaki, ‘Platon’un Mağarası’nda’ adlı ilk deneme, özellikle
Türkiye’de uzun yıllar tartışmalara zemin teşkil etmişti. Okuyun; fakat
sonucundan asla sorumlu değilim, bu da bilinsin!
Roland Barthes - Camera Lucida / Fotoğraf Üzerine
Düşünceler: Altıkırkbeş Yayınları’ndan bir başka önemli yapıt. Fotoğrafın
içeriğine ilişkin, yaratıcı yorumları var Barthes’in.
Müsaadelerinizle bir küçük ukalalık yapacağım: Hegel, Lukacs
ve İsmail Tunalı’nın ‘Estetik’ kitapları, E. H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü, H.
Wölfflin’in Sanat Tarihinin Temel Kavramları, Norbert Lynton’un Modern Sanatın
Öyküsü kitapları da, fotoğrafa sanatsal yaklaşımları olanlara hararetle tavsiye
olunur. Ayrıca Kitaplık’ın Bahar ‘98 tarihli 32. sayısındaki Fotoğraftan Sonra
Yazar başlıklı dosyası da okunmayı son derece hakediyor.
Sırada, Homer Kitapevi’nden seçtiğimiz İngilizce kitaplar
var.
John Hedgecoe - Hedgecoe’s Photographer’s Workbook: Kolay
İngilizcesi, bol örnekli anlatımıyla dikkate değer bir eğitim kitabı. Türkçe’ye
kazandırılmasında büyük yarar var.
Gordon Baldwin - Looking at Photographs A Guide to Technical
Terms: Küçük bir fotoğraf sözlüğü niteliğindeki kitap, terminolojinizi zenginleştirecek
ve yeni tekniklerle kısaca tanışmanızı sağlayacak.
Aaron Scharf - Art & Photography: Şahsen beni çok
heyecanlandıran bir eser. Okumak için iyi bir İngilizce ve sanatsal
terminolojiye hakimiyet gerektiriyor. Fotoğrafın diğer sanatsal disiplinlerle
etkileşimini ve fotoğrafın sanatsal evrimini araştıran bu yapıt, gerçek bir
zenginlik.
John Garrett - Art of Black and White Photography:
Siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kompozisyon, ışık, hareket üzerine eğitici bir
kitap. Çok gezen fotoğrafçılar, dikkat! Kitapta doğa fotoğrafçılığına ayrılmış
önemli bir bölüm de var.
Deborah Bright - Passionate Camera, Photography & Bodies
of Desire: İnsana ve insan bedenine yönelen fotoğraflar üzerine ilginç,
yaratıcı bir bakış. Nü, deyip geçmeyin, tanıyın!
Liz Wells - Photography a Critical İntroduction: Fotoğrafın
sosyo-politik ilişkilenişleri üzerine kavramsal, eleştirel bir yaklaşım sunan
kitap, en az Sontag’ın Fotoğraf Üzerine’si kadar ( hatta daha da fazla)
düşünmeye, tartışmaya teşvik eder nitelikte.
Michael Buselle - Better Picture Guide to Travel
Photography: “Bütün bunların bizimle ilgisi ne?” diyen çok gezen fotoğrafçılar
için, işte bir parmak bal! Gezi fotoğrafında objektif, filtre, yaşam öğesi,
renk, hız, hareket, close-up, form, perspektif ve flaş kullanımlarına ilişkin
detaylı bir çalışma. Kolay İngilizcesi, ayrıntılı açıklamaları ve bol
örnekleriyle dört dörtlük bir rehber.
Ne dersiniz, gelecek haftalarda bir kaç kitapevinin daha
raflarını karıştıralım mı? Bu sorunun yanıtlarını bekliyorum.
5. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA ÖNERİLER
Bu haftanın listesi (ve bir süre için son liste) Robinson
Crusoe Kitapevi’nden...
Julian Calder / John Garrett - The 35 mm Photographer’s
Handbook: Küçük format fotoğraf makinelerinin özellikleriyle başlayan bir
‘fotoğrafın alfabesi’ kitabı. Çağdaş teknolojinin ürünü fotoğraf makinelerini
daha yakından tanımak isteyenlere tavsiye olunur. Kitapta, elektronik fotoğraf
makineleri, objektifler, filmler, ışık, filtreler, aksesuarlar ve diğer
ekipmanlara ilişkin detaylı bilgi ve öneriler mevcut. Portre, çocuk, basın
fotoğrafı, stillife, close-up, coğrafya, çıplak, gezi, hayvan, spor, mimari
konularında çekim tekniklerine ilişkin detaylı anlatımları da içeriğinde
barındırıyor. Önceki listelerde benzerleri olan bir çalışma; yine de nitelikli
baskısı, kayda değer örnek fotoğraflarıyla epey bir katkısı olacaktır.
Ernst Wildi - The Medium Format Advantage: Orta format
makineler hakkında sormak isteyip de soramadığınız pek çok şey bu kitapta!
Leslie Stroebel - Stroebel’s View Camera Basics: Yukarıdaki
cümleden ‘orta format’ sözcüklerini çıkartıp yerine ‘büyük format’ sözcüklerini
koyun, lütfen!
Phil Davis - Beyond The Zone System: Zone sistem, -itiraf
ediyorum- benim için zurnanın zırt dediği yer. Beyond The Zone System,
İngilizce’nin kuytularında dolaşabilenlere zone sistemi öğretecek kapasitede.
Ansel Adams ve Minor White’ın adını anarak başlayan içeriği, sistemin tüm
bilimsel uzançlarını gözümüzün önüne seriyor. Skala numaralarından, aritmatik
ve geometrik serilere, f duraklarının neyi ifade ettiğinden logaritmaya uzanan
geniş içerikli bir sözlükle başlayan kitap, aşağıda adı geçen kitaplarla
birleştirildiğinde, eminim mükemmel bir öğrenmeyi sağlayabilir.
Jonathan Spaulding - Ansel Adams And The American Landscape:
Zone Sistemin piri Ansel Adams’ın biyografisi... Fotoğraf adanmış bir hayatın
kilometre taşlarında iz sürmek isteyenlere...
John P. Schaefer - The Ansel Adams Guide, Basic Techniques
of Photography, Book 1-2: Adıyla içeriğini tümüyle anlatan ibr kitap. Gerisini
okumak gerekiyor.
Ansel Adams - Classic Images
- The Camera
- The Negative
- The Print
- Examples The Making of 40 Photography:
Adams’ın fotoğraf anlayışını ve tekniğini öğrenmek isteyenlerin
faydalanacakları kitaplar. Çok önemli bir külliyat. Gözden kaçırılmaması
umuduyla...
Michael Harris - Architectural Photography: Mimari alanında
fotoğraf çekmek isteyenler için şaşırtıcı derecede detaylandırılmış çok faydalı
bir kitap. Mimari fotoğrafçılığında kullanılan özel fotoğraf makine ve
objektiflerden tutun da, filmlere, pozametre, flaşmetre ve colormetrelere
varıncaya kadar bir çok bilgi... Ayrıca mimari fotoğrafçılığında kompozisyon,
ışık, karşılaşılabilecek problemlerin çözümleri, creative çekim teknikleri de
uzun uzadıya anlatılmış.
Harold Evans - Pictures On A Page: Bu kitap ise, basın
fotoğrafçıları, fotoğraf editörleri, haber müdürleri ve elbetteki basını
yakından takip eden okuyucuların bir başucu kitabı. Basın kökenli bir
fotoğrafçı olduğum için midir nedir, beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Basın fotoğrafının
her alanına ilişkin bilgi aktarımlarını içeren kitapta, sayfa düzeni içerisinde
fotoğrafın yeri ve önemi, fotoğraf kadrajlama ve yeniden anlamlandırma üzerine
dikkat çekici düşünceler var. Özellikle, Life Dergisi editörü Wilson Hicks’ten
yapılan bir alıntıyla başlayan Words with Pictures bölümü pek keyifli. (Alıntı
da şöyle: “The basic unit of photojournalism is one picture with words.”
Laurie White - Infrared Photography Handbook: Infrared
fotoğrafçılığın gizemli dünyasına yolculuk yapmak için önce bu kitabı gözden
geçirmeniz gerekiyor. Şart değil tabii, tavsiye tavsiye...
Photography Discovery And Invention: Bana ait bir takıntı mı
bilemiyorum fakat, N. Niepce’yi hiç anmadan fotoğrafın tarihçesine giriş
yapılması, içimde garip haksızlık duyguları yaratıyor. Neyse... Kitabımız,
Degauerre ile Talbot’u baz alarak, fotoğrafın ilk elli yılına bakıyor. Bu ilk
yıllara ilişkin oldukça ayrıntı içeren kitabı hissettiğim tüm ‘duygu
incinmesine’ karşın yine de öneriyorum.
LC Goodrich - The Face of China 1860-1912: Osmanlı
İmparatorluğu’nda fotoğrafın gelişimini anlatan kitap isimleri vermiştim önceki
yazılarda. Çin fotoğrafının ilk yıllarını merak ediyorsanız, bu kitap hoşunuza
gidecek.
Olivia Lahs-Gonzales, Lucy Lippard - Defining Eye: Women
Photographers Of The 20th Century:
‘Erkek fotoğrafçı’ denildiğini hiç duydunuz mu bilmiyorum. Ben duymadım.
Nedense, pek çok kimse ‘kadın fotoğrafçı’ nitelemesini gönül rahatlığıyla
kullanıyor. Bundan hoşlanmıyorum. Öyle ya da böyle cinsiyetçi yaklaşımları
körüklediğini düşünüyorum bu tür yaklaşımların. Herkes benim gibi düşünmek
durumunda olmadığı için bu kitabı da önermek durumundayım. 20. yy’ın kadın
fotoğrafçıları hakkında değerlendirmeler ve ürünlerinden örnekler içeren bir
kitap. Tanımak, değerlendirmek için...
Dawn Ades - Photomontage: Dada, konstrüktivizm ve sürrealizm
etkisindeki fotomontaj tekniğinin tarihi ve eleştirisi üzerine... Buradan yola
çıkarak aşağıdaki kitaplara doğru ilerleyeceğiz.
Stephen Golding - Photomontage: ‘Handmade’ ve ‘digital’
fotomontaj teknikleri üzerine öğretici bir kitap.
Mark Haworth - Metamorphoses Photography In The Electronic
Age: Dada’dan başlayıp dijital çalışmalara varıncaya kadar fotomontaj ve önemli
fotomontajcıların portfolyoları...
John Carucci - The New Media: Guide to Creative Photography
İmage Capture And Printing In The Digital Age: Dijital fotoğraf
son derece ayrıntılı bir bakış açısı sunan kitap. Dijital alanda kompozisyon,
bilgisayar programlarının estetik yaratımda kullanımı, ışık, poz gibi pek çok
ayrıntı... Direnenlerden değilseniz, mutlaka edinin bu kitabı.
Claudio Edinberg - Madness: Bu listelerde elimden geldiğince
fotoğraf albümlerine girmedim. Fakat Robinson’un raflarını karıştırırken
gördüğüm bu albümden sözetmeden geçemeyeceğimi farkettim. Edinberg’in
siyah-beyaz Madness’ını hepinizin görmesini isterdim. Aynı duygulanımlarla
bakamıyacağımızı bile bile...
Gary Paul Nabhan, Mark Klett - Desert Legends: Fotoğraf ve
sözün birleştiği iki kitabı arka arkaya bilginize sunmak istiyorum: Nabhan’ın
kaleme aldığı (ki kendisi bir etnobiyolog), Klett’in de fotoğraflarıyla eşlik
ettiği, Kuzey Amerika’nın vahşi batısına ilişkin bir Sonoran anlatısı.
Nursen Karas - Fotoğraf Çektiğim Yıllarda: Karas’ın kitabı
ise, metinlerini kendisinin kaleme aldığı, fotoğraflarını da yine kendisinin
çektiği yolculuk hikayelerinden oluşuyor. Bu lezzetlere ihtiyaç var, diye
düşünüyorum
Paul Hill, Thomas Cooper - Dialogue With Photography:
‘Prime’ kitabımı sona sakladım. ‘Bayıldığınız’ fotoğrafçılarla yapılmış
röportajlardan oluşan bir kitap. Kimler
var, peki? Ansel Adams, Man Ray, Cecil Beaton, Brassai, Henri Cartier-Bresson,
Andres Kertesz, Jacques H. Lartigue, George Radger, Robert Doisneau, Herbert
Bayer, Henry Holmes Smith, Helmut Gernsheim, Brett Weston, M. Alvarez Bravo,
Eliot Porter, W. Eugene Smith, Laura Gilpin, Imogen Cunningham, Wynn Bullock,
Minor White ve Beaumont Newhall. Daha ne istiyorsunuz?
Bu kadar kitaptan sonra gezmek için mecaliniz kaldıysa,
sonraki yazıda buluşalım. Unutmadan, 4. İstanbul Saydam Günleri’nin yaklaştığını
hatırlatayım: 16-24 Ekim 1999. İfsak, Fransız Kültür Merkezi,
Fotografevi-Fujifilm ve Turkcell salonları dokuz gün boyunca dia gösterileriyle
dolup taşacak. Şimdiden bir kenara not alın, derim.
6. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI OKUR MU?
Bu soruyu haftalar öncesinde sormuş, yanıtını daha sonra
arayacağımızı belirtmiştim, hatırlarsanız. Orhan Cem Çetin’in haftalık
yazısında kitapların tuğlalaştırıldığını okuyup da hemen bu konuya girmemek
imkansızdı.
Kimi insanın işi gücü gezmektir. Kimisi günlük hayattan
zamanlar çalıp ara sıra gezer... Kimileri de çalmak fiilinden ahlaki olarak
uzak durup, yalnızca hayatın kendisine verdiği ‘izin’lerde gezebilir... (Bu
sonuncuların hayat üzerine yeniden düşünmelerini istirham ederim.) “Gezelim,
görelim” yaklaşımının ötesine çıkıp, “gördüklerimizi bir güzel görüntüleyip
cümle aleme gösterelim” diyen dostlarla, bu ‘okumak’ edimini iyice bir
tartışmak güzel olacak sanıyorum.
Uzun yıllar, basın fotoğrafçısı kimliğiyle (Bkz. Y.T.
özgeçmiş) yollar arşınlamış, iş hayatı içerisinde haliyle çok sayıda basın
fotoğrafçısı tanımış, zamanla fotoğrafın diğer alanlarından da muhtelif
şahsiyetlerle temasta bulunmuş biri olarak, konunun önemine dikkat çekmek
niyetindeyim. Artık, ne kadar çekebilirsem...
Yazılarımın bazılarında satır aralarında, bazılarında da
tümüyle fotoğrafçının bol bol okuması gerektiğini söylemiştim. Okuma ediminin
sınırlarını da alabildiğine geniş tutuyor, hatta sınırsız olarak telakki
ediyorum. Teknik okumalar, tarihsel okumalar, biyografik, felsefik, estetik, edebi
ve de görsel okumalar gibi ayrıntılandırabileceğimiz süreç, fotoğrafçıyı içinde
bulunduğu dünyayla her seferinde yeniden tanıştıracaktır.
Mesleki olarak çağa ayak uydurmanın, uğraş olarak da uğraşı
anlamlandırmanın bence ön koşuludur okumak.
Bu noktada, Orhan Cem Çetin’e hakkını teslim etmem
gerekiyor: Okumanın derinleştirilmesi, fotoğrafçıyı ilk bakışta fotoğraf
çekmekten alıkoyacakmış gibi görünür. Sırt çantanız ağırlaşmayacaktır belki ama
sırtınızdaki görünmeyen yük, belki de sizi zorlayacak kadar ağırlaşaktır.
İstanbul’un fethini, bir Bizanslı tarihçinin kaleminden okuduğunuzda ezberiniz
bozulacak, Osmanlı sınırlarına ilk adımı atan Batılı fotoğrafçıların
oryantalist tavrını kavradığınızda, Hindistan’da çekeceğiniz fotoğraflar
farklılaşacaktır. Kadın bedeni ve onun metalaştırılması üzerine (keza erkek
bedeni de aynı noktaya geldi geliyor...) okuma yapmadan çekeceğiniz nüler ile
12 Eylül Paşası’nın nüleri arasındaki fark malzemenin plastik yapısıyla sınırlı
olacaktır. Çölde Çay’ı okuyarak Kuzey Afrika’da yapacağınız yolculuk, kuşkusuz
Ret Kit okuyarak yapacağınız Batı Amerika yolculuğuğundan farklı olacaktır. Öte
yandan, Ret Kit okuyanın bile hiç birşey okumadan Amerika’ya gidene oranla bir
kaç adım farkı bulunacaktır.
Yaşadığımız topraklar üzerindeki etnik ve dinsel-mezhepsel
ayrımları tanımadan, anlamadan yapacağımız bir Sivas yolculuğundan ne tür bir
fotografik sonuç çıkarabiliriz bilemiyorum.
İşi yokuşa sürdüğüm düşünülmesin. Çevremize iyice
baktığımızda, bu sözünü ettiğim ve hatta bazı eksik bıraktığım okumaları yapmış
ve yapmayı sürdüren çok sayıda fotoğrafçı (çok sayıda? Evet, çok sayıda ama
yeterince değil!) görebiliriz. Fotoğraf dünyamıza adını yazdırmış pek çok usta
iyi birer örnektir kanımca.
Ustaların estetik, etik ve ideolojik duruşlarındaki
farklılıklar, yaptıkları okumalara getirdikleri öznel yorumların bir sonucudur.
Bu da bize, hayatın en büyük armağanı olan çeşitliliği sunar.
Aslında tüm bunlar bizi, fotoğrafı yalnızca sanatsal
fotoğraf açısından inceleyecek olsak, oldukça önemli hatta temel bir
tartışmanın içerisine sürükler: Sanatın, fotoğraf sanatının işlevi. Ancak ben
burada daha geniş anlamıyla fotoğrafa bakmayı seçtim. Fotoğrafın her alanına
ilişkin, mesleki, uğraş ve sanat fotoğrafına ilişkin kurdum cümlelerimi. Bu
ayrımı da önemsiyorum, çünkü günümüzde mesleki ve uğraş çerçevesinde üretilen
işleri de sanat kapsamında değerlendirmek gibi can sıkıcı bir yaklaşım var.
Sakın yanlış anlaşılmasın: Sanatsal çalışmaları kutsamak adına söylemiyorum
bunu. Tam tersi, sanatın ve sanatçının ayrıcalıklı kabul edilmesine tümüyle
karşı durulması gerektiğini savunuyorum. Sanatın bir tapınak, sanatçının da
kutsanmış insan olarak değerlendirilmesinden değil, sanatın hayatı bir tür
yorumlama biçimi, sanatçının da hayatı yorumlayan bir kişi olarak ‘basitleştirilmesinden’
yanayım. Bu da ancak sanatsal uğraşın yaygınlaşmasıyla olabilecektir.
Tüm bu çerçeve içinde çok gezen fotoğrafçı da rolünün
gereklerini yerine getirmelidir. Gezi fotoğrafçısının, bir turistten farklıdır.
Turist, çevresiyle kurduğu ilişkide, sınırlarını kendine göre çizer. Beğenileri
ve merakları ölçüsünde bir tanıklık yaşar. Yerleşik olduğu yere döndüğünde
aktaracakları bunlardan ibarettir. Bizlerin beklentisi önem taşımaz. Kendi
dünyası için çıkılmış bir yolculuğun anekdotlarıdır bize anlatılan ve
gösterilen. Turistin, ‘oraya gittiğine, orayı gördüğüne’ ilişkin
belgelemelerdir getirdikleri. Oysa gezi fotoğrafçısı, bizim için oradadır.
Kuşkusuz kendi olarak oralara gitmiş, kendi bilgi ve birikimiyle gezisini
belgelemiştir. İşte okumanın önemi burada ortaya çıkar. Fotoğrafçı, bilgi ve
birikimini ne ölçüde arttırabilir, hayatı algılayış güç ve yeteneğini ne ölçüde
geliştirirse, o ölçüde gezdiği yerleri anlayabilecek, anlamlandırabilecek ve
fotoğrafına yansıtacaktır. Deklanşöre basarken, bizim (fotoğrafçı, tam da bu
nedenle ‘bizi’ de iyi tanımalıdır. ‘Bizi’ tanımak, ne istediğimizi bilmek demek
değildir yalnızca. Nabza göre verilen şerbet kadar beter olan başka bir şey var
mı?) yerimize baktığını bilecektir.
İki hafta sonra, bir kaç film, filtre ve aksesuardan
bahsederek araziye doğru yavaş yavaş yola koyulalım. Aceleye gerek yok; her
şeye rağmen aslında hayat uzun, tıpkı yollar gibi... Okumaya da gezmeye de bol
bol zaman var. Yeter ki esir olmayalım yaşamamız gerektiği söylenen bu günlük hayata...
(Çantalarınıza tuğla koymaktan kaçınmayın! Bu, boş bir çuval
taşımaktan daha iyi değil mi?)
7. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR İÇİN ÖNERİLER
Geldiğimiz nokta itibariyle, kitaplığımızı donatmış, hatta
karanlık odayı bile sevgili Orhan Cem sayesinde sökmüş durumdayız. Önümüzdeki
kış ayları boyunca, bahar ve yaz aylarında katedeceğimiz kilometrelerin hesap
kitabını yaparken, bir yandan da malzemelerimizi elden geçirelim dilerseniz.
(Yanlış anlaşılmasın; kış aylarında gezmeyin demeye getirmiyorum lafı. Bu son
derece şahsi bir yaklaşım. Ben kışları çok üşüyenlerdenim. Tanıdık gelecektir,
soğuklar bastırdığında eve barka kapanmayı tercih ederim. Ama siz bana
bakmayın, kış güneşi fotoğraf için son derece güzel bir ışık kaynağıdır. Aylar
önce söylediğim gibi, ayaklarınızı üşütmeyin, sağlam giyinin, gerisi problem
değil.)
Yeni bir paragraf açtık fakat, yukarıdaki parantezin içine
bir gönderme yapmak gereğini hissettim birden. Kış soğuğunda fotoğraf çekme
konusunda ısrarınız varsa, makinelerinizin donma derecesini öğrenmeyi ihmal
etmeyin. 15 - 20 yıl öncesinin yarı elektronik makinelerinde bu donma derecesi
bir hayli düşüktü. Bazı İstanbul kışlarında (hayır hayır, Boğaz’ın buzlarla
kaplandığı, insanların karşıdan karşıya yürüyerek geçtikleri kışlardan bahsetmiyorum,
daha yakın zaman kışlarından sözediyorum.) Canon, Minolta ve Nikonlarda pil
donmasından kaynaklı problemler yaşandığı aynıyla vaki. Makinenizin
özelliklerini satıcıdan öğrenirken bu konuyu da sormanız, doğru bilgiye
ulaşırsanız şayet, buna göre önlem almanız mümkün olabilir. Önlemden kastım da
şu: Fotoğraf makinelerinizi, kaban, palto vs. her ne giyiyorsanız, onun içinde
tutmanız, beden ısınızla donmayı engellemeniz. Donan pilleri avucunuzda
ısıtarak yeniden kullanılır hale de getirebilirsiniz tabii. Bir ısı kaynağına
direk temas ettirmemeniz gerektiğini söylememe bilmem gerek var mı?
Öncelikle bir kaç film üzerine konuşalım istiyorum. Kodak ve
Fuji’nin bazı ürünleri hakkında düşüncelerimi aktaracağım. Diğer markaların
ürünleri hakkında da geniş bilgisi olduğunu bildiğim Orhan Cem, önümüzdeki
haftalarda belki eksiklerimi tamamlar. Benim sözünü ettiğim iki marka, oldukça
geniş bir ürün yelpazesine sahip. Pazar payları da diğerlerine oranla kuşkusuz
daha büyük. Hal böyle olunca, dünyanın neresine giderseniz gidin bu ürünlerin
hiç değilse bir kısmına kolayca ulaşabiliyorsunuz.
Kodak Gold, Türkiye piyasasında geniş bir satış alanı
yakalamış durumda. C41 banyoyla, kolayca ulaşabileceğiniz çok sayıdaki irili
ufaklı fotoğraf laboratuarlarında yıkanıp basılabilen, amatjör bir renkli
negatif film. Bu filmin bir de profesyoneli mevcut. Kodak Ektacolor Pro Gold
adıyla satışa sunulan film, ISO 1000 hızında. Yüksek hızına rağmen oldukça inci
bir gren yapısına sahip. Açık havada kullanıldığınızda, renk doygunluğundan
memnun kalacağınızı söyleyebilirim.
Fuji Superia, Gold’un rakibi. Bu film de C 41 işlemine tabi
tutuluyor. ISO 100, 200, 400, 800 ve 1600 hızında çeşitlenmiş, amatör bir
renkli negatif film. Doğal renklerin peşindeyseniz, güvenle kullanabilirsiniz.
ISO 100, 200, 400 ve 800 ince gren yapısına sahip. ISO 1600’ün ise, orta grenli
bir yapısı var. Press 400 ürünü ise, basın profesyonelleri için üretilmiş, açık
ve kapalı ortamlarda, flaşlı - flaşsız çekimlerde renklerde kayıp yaşamadan
fotoğraf üretilebilmesi için tasarlanmış bir film. C 41’de banyo ediliyor.
Kodak da basın fotoğrafına yönelik ürünlerini piyasaya
sürmüş durumda. Ektapress PJ 100, PJ 400, PJ 800, pozlama toleransları geniş
filmler. PJ 400, 100 - 800 hızında kullanılabildiği gibi, 1600 hızında da
performansından büyük kayıplar vermiyor. PJ 800 de, 200 - 1600 aralığında
kullanmaya son derece uygun. 3200’e kadar itilebiliyor. C 41’de işlem görüyor.
Saydam kullanıcıları için de bir kaç önerim olacak.
Fuji Velvia, benim hit filmim. Bir gezi fotoğrafçısı için
ideal tonlamalara sahip. Doğaldan öte, daha da canlı renkler arıyorsanız Velvia
ile mutlaka tanışmalısınız. ISO 50 hızında, çok ince gren yapısına sahip. Sert
ışık koşullarında, kontrast problemi bir ölçüde canınızı sıkabilir. Işık -
gölge kontrolünü yaparsanız, sorun çıkmaz. E - 6’da işlem gören Velvia,
dia-pozitif bir film.
Velvia ne kadar profesyonel bir film ise Fuji’nin Sensia
serisi de bir o kadar amatör. Sensia II, ISO 100, 200 ve 400 hızında
üretiliyor, E - 6 ile banyo ediliyor. Fiyatı profesyonel serilere göre oldukça
makul. ‘Ucuz etin yahnisi’ aklınıza gelebilir. Hayır, o kadar da değil. Yüksek
performanslı olmadığı bir gerçekse de, özellikle açık havada, basit ışıklarda
doyurucu sonuçlar alabilirsiniz. Gelelim, Fujichrome serisinin Provia ürününe.
Profesyonel bir dia - pozitif film. ISO 100, 400 ve 1600 hızlarında üretiliyor.
Velvia’nın kontrast problemi bu filmde önemli ölçüde ortadan kalkmış durumda.
Provia 1600, 800’den 4800’e kadar itilebiliyor. Az ışıklı ortamlarda, üstün bir
tonlama yeteneğine sahip. Saydamseverler için MS 100/ 1000 Professional ile
Astia 100’ün de adını anmakta, deneyip bakmakta fayda var. Özellikle Astia,
renk tonlamalarında çok hassas. Tanıtım fotoğrafçılarının yeni gözdesi...
Kodak’ın dia - pozitifleri de değişik kullanım alanlarında
farklı performanslar sergileyen bir yelpazede yerlerini alıyor. Kodak
Ektachrome 100 Plus, bir klasik. Gren yapısı itibariyle eski teknoloji ürünü.
Kodakchrome’un yeni nesil ürünleri T-Grain teknolojisiyle üretiliyor.
Dolayısıyla çok ince gren yapısına ve yüksek keskinliğe sahipler. Ectachrome
E100 VS, E100 SW, E200, E100 S bu ürünlerden bir kaçı. Özellikle E100 VS, E100
SW ve E200’ü, çok gezen fotoğrafçılar büyük bir keyifle kullanacak. E100 SW’nin
oldukça sıcak bir tonlamaya sahip olduğunu da fısıldayayım.
Gelecek haftalarda siyah - beyaz negatiflere de kısaca
gözatacağız, hiç merak etmeyin. Filtreler ve muhtelif aksesuarlar haftaya
kaldı.
Son bir not: Yaptığınız gezileri paylaşmaya ne dersiniz?
Belki bunlar hakkında güzel sohbetler yaratabiliriz. Yeni rotalar, farklı
tanıklıklar, önemli ipuçları... Ne dersiniz? Bu konuda (ve başkaca her konuda)
e-postalarınızı bekliyorum.
8. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR İÇİN FİLTRELER
Çantamızı doldurmaya devam edelim... Günümüz fotoğrafçılığında
gelinen nokta itibariyle bir fotoğrafçı, tüketim toplumunun yüz akı olmaya aday
görünüyor. İnanılmaz genişlikte fotoğraf makinesi yelpazesi, alabildiğine
uzatılabilecek objektif listeleri, çok seçenekli filmler, bol miktarda
filtreler, çok gelişkin flaşlar, ışıkölçerler, uzaktan kumandalar, üçayaklar,
çantalar, yelekler, pantalonlar... Bu büyük pazarın saygın müşterileri olan
‘çok gezen fotoğrafçılar’, hak ettikleri saygınlığı daha fazla alışveriş
yaparak pekiştirme olanağına sahipler. Biz de bu yazıda, ihtiyacınız olsa da
olmasa da alabileceğiniz muhtelif filtrelerden sözedeceğiz.
Öncelikle klasik ayrımı yapalım: Renkli fotoğrafçılıkta
kullanılan filtreler, siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kullanılan filtreler, renkli
ve siyah-beyaz fotoğrafçılıkta kullanılan filtreler.
RENKLİ FOTOĞRAFÇILIKTA KULLANILAN FİLTRELER: Düzeltici
filtreler ve özel efekt filtreleri olmak üzere kabaca iki grupta
değerlendirilebilirler. Genel kullanıma yönelik üretilen pankromatik filmler,
ortam ışığı tipine göre iki sınıfta yeralır: Gün ışığı (daylight) ve oda ışığı
(tungsten). Gün ışığı filmleri, gün ışığı altında ve flaş, paraflaş gibi gün
ışığı etkisi veren yapay ışıkla kullanılan filmlerdir. Tungsten filmler ise,
bildiğimiz oda ampulleri, ateş, el feneri ve mumla yapılan aydınlatmalarda
kullanılır. Kısaltırsak. gün ışığı filmler, gün ışığında, tungsten filmler ise
tungsten ışıkta kullanılır. Tersi durumda, filmlerimizde renk bozulmaları
meydana gelecektir. Renk bozulmasının fotoğrafınıza katacağı anlamı bir kenara
bırakıp, renkleri doğru olarak kullanmayı istediğinizi düşünecek olursak, ya
varolan ışığa uygun film seçecek ya da ışık tipi-film tipi eşitliğini
sağlayacak bir filtreyi tercih edeceksiniz.
Filminizin gün ışığı tipinde olduğu bir durumda, çekim
ortamının ışığı tungsten ise, 80A ya da 80B filtrelerini kullanarak renk
bozulmasının önüne geçebilirsiniz.
Filminizin tungsten tipinde olduğu bir durumda, çekim
ortamının ışığı gün ışığı ise, 85B ve 85C filtrelerini kullanarak renkleri
düzeltebilirsiniz.
Filminiz gün ışığı tipinde olup, çekim ortamınız da
floresant ışıkla aydınlanıyorsa FLW filtre kullarak ışığı düzeltebilirsiniz.
Filminiz tungsten tipinde olup, çekim ortamınız floresant
ile aydınlanmışsa 30M+10Y+85B ya da 30M+20Y filtrelerini kullanarak ışığı
düzeltebilirsiniz.
Bunların dışında, örneğin gün ışığı tipinde bir kullanarak,
yine gün ışığında çekim yapacaksanız, çantanızda 81 serisi (81A, 81 B, 81C)
filtreleri kullanarak, gün ışığının soğukluğunu giderebilirsiniz. Gündoğumu ve
batımı saatlerinde gün ışığının kırmızılığını gidermek için ise 82 serisini
kullanmalısınız.
Özel efekt filtrelerine gelince...
Bunların başında yarım renk filtrelerini anmak yerinde
olacak. Bu filtreler, oldukça geniş bir renk yelpazesinde üretilmiştir. Mavi,
turuncu ve sepya en yaygın kullanılanları. Yarım mavi, gökyüzünün rengine mavi
desteği verebileceği gibi, ters kullanıldığında örneğin denizin maviliğini
arttırır. Yarım turuncu, gün batımı ve doğumlarında yine gökyüzüne “şeker” gibi
bir renk vererek, fotoğrafınızın izleyici tarafından ‘daha çok beğenilmesini’
sağlayacaktır. Söylemesi benden, fotoğrafçılığa bakış açınıza göre durumu
değerlendirmek sizden... Yarım pembeyi nerede kullanacağınızı da siz düşünün...
Tam renk filtreleri, fotoğrafınıza gerçek dışı anlamlar
yüklemenize yardımcı oluyor. Sepya kullanarak ‘geçmiş yıllar’ imajına
ulaşabilir, mavi tonlardan bir filtreyle boğucu, kaotik fotoğraflar
üretebilirsiniz.
Gökkuşağı filtresi, pek isteyip bir türlü denk
düşüremediğiniz gökkuşağını, fotoğrafınızın istediğiniz yerine bir kuş kondurur
gibi kondururken, renkli diffuser filtreler romantizminizi Sezen Cumhur Önal
seviyesine çıkarabilir.
EV ÖDEVİ:
1) Gün ışığı filmi ile, güneşli bir havada, saat 09.00-10.00
sularında bir fotoğraf çekin. Sonra aynı hava koşullarında 12.00-13.00
saatlerinde ve günbatımına çok yakın saatlerde birer kare daha çekin. Renkler
arasındaki farkı görerek, hangi düzeltme filtrelerine ihtiyacınız olduğunu
bulun ve bu filtrelerle yine benzer hava koşullarında ve aynı saatlerde yeniden
çekim yapıp, sonuçları karşılaştırın.
2) Gün ışığı filmi ile, tungsten ışık veren bir ampulle
aydınlanan bir mekanda çekim yapın. Hemen peşi sıra aynı filmle, floresant
ışıkla aydınlatılmış bir mekanda çekim yapın. Sonuçları gördükten sonra,
düzeltme filtrelerinizi seçin ve bir de onlarla aynı çekimleri yapın.
Haftaya sonuçlara bakacağım, ona göre...
SİYAH-BEYAZ FOTOĞRAFLARDA KULLANILACAK FİLTRELER: Sarı,
turuncu, kırmızı, mavi ve yeşil filtreler, siyah-beyaz fotoğraflarınıza dikkate
değer katkılar sunacak. Kontrastları ayarlama, bazı renklerin gri skalasındaki
yerini değiştirme bu filtrelerin işi. Buradaki püf noktası şu: Kullanacağınız
filtrenin rengi ne ise, fotoğrafınızda yeralan aynı renkler soluklaşacak, açık
grilere dönüşüp, filtrenin tipine göre beyaza yaklaşacaktır. Zıt renkler ise
koyulaşacaktır. Turuncu ve kırmızı filtreleri kullanarak gökyüzü rengini
koyulaştırıbilirsiniz. Koyu kırmızı, mavi göğü siyaha çevirerek, gündüz
çekilmiş gece fotoğrafları elde etmenizi sağlayacak. Sarı filtre, sarı ve beyaz
ırktan insanların portrelerini açacak, beyaz ten elde etmenizi sağlayacak.
Turuncunun bu yöndeki etkisi kontrastlaşmayla birlikte güçlenecek, ten tümüyle
beyazlaşırken, dudaklar da, makyaj yapılmadığı takdirde beyazlık içinde eriyip
gidecektir. Doğa çekimlerinde yeşil filtre, yeşilin tonlarında açılmalar
meydana getireceği için, doğanın binbir yeşili birbirinden çok rahat ayrışacak.
Mavi filtre ile gökyüzü beyazlaştığına göre, aynı filtre ile mavi gözlü
insanların nasıl filme yansıyacaklarını varın siz düşünün. Sisli-puslu
havalarda turuncu ve kırmızı filtre görüş açıklığını arttırır, yine de bu
olanağı otomobil kullanırken değerlendirmenizi pek tavsiye etmem.
Bu filtreler kendi içlerinde, açık, orta ve koyu olmak üzere
sınıflanmışlar. Örneğin açık sarı filtreler, fotoğraf üzerinde önemli bir etki
sağlamazken, orta sarı filtreler renk tonlamalarına eşsiz bir katkı sunarlar.
Bir çok renkten oluşan bir balon demetini bir kare filtresiz, bir kare de orta
sarı filtre ile çekerseniz aradaki farkı çok net görebilirsiniz. Konrastı da
arttırır.
EV ÖDEVİ:
1) Yemyeşil ağaçların arasında, sarıya boyalı, kırmızı
kiremitli bir evin fotoğrafını hangi filtrelerle çekebilirsiniz, hangi filtre
nasıl bir etki verir?
2) Bir portre çekiminde dudak rengini hangi filtre ile
koyulaştırabilirsiniz?
SİYAH-BEYAZ VE RENKLİ FOTOĞRAF ÇEKİMLERİNDE KULLANILABİLECEK
FİLTRELER:
Skylight, ultraviole, polarize, fog, soft, diffuser, pastel,
multi-paralel, double exposure, speed, star, mirage, mask, multi-images,
close-up, split field, prism filtrelerini bu kapsamda değerlendireceğiz.
Bunların ayrıntılarına gelecek yazımızda değineceğiz. Ödevlerinizi yapmayı
unutmayın olur mu?
9. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILARA FİLTRE ÖNERİLERİNE DEVAM...
Karanlık odadan bunalmışsınızdır... Kış soğuğunun insanı
dirilttiğini, kış griliğinin ise depresif bir yaratıcılık kazandırdığını
düşünmüyorsanız, karanlık odaların büyülü kızıl dünyasında, cemrelerin birer
birer düşeceği günleri bekleyebilirsiniz elbette... Benim için bir sakıncası
yok. Fakat eminim ki, aranızda, “geceler zaten karanlık, gündüz vakti
kapatmayayım kendimi” diyenler de var. Hayata böyle pozitif bakabilenlerle
birlikte çekimlerimizi sürdürebiliriz. Ve de çekimler sırasında
yararlanabileceğimiz filtreleri konuşmayı da sürdürebiliriz. (Metol, Hidrokinon
ve diğer asit / baz kardeşlere selam... Onları sevmediğimizi sanmasınlar...
Hepsinin yeri ayrı...)
Efendim, siyah-beyaz ve renkli fotoğraf çekimlerinde
kullanılabilecek filtreler hakkındaki sohbeti bu haftaya bırakmıştık. Öyleyse
bu konunun kaçınılmaz ilki olan Skylight filtrelere değinelim öncelikle.
Skylight Filtreler: Objektif merceğini dış etkenlerden
korumak gibi çok önemli bir görevi vardır. Özellikle çocuklar fotoğraf
makinelerini gördüklerinde, mercekteki rengarenk ışık kırılmalarının ve
yansımalarının cazibesine kapılıp parmaklarını bu büyünün içine sokmak için
dayanılmaz bir istek duyar. İstek duymakla da kalmayıp, parmaklarını büyünün
içine daldırıverirler. Merceğin soğukluğu onlar için büyüyü bozar mı
bilemiyorum ama, az öncesinde yedikleri ve her yanlarına bulaştırdıkları
dondurma benzeri bir şeyle yapış yapış olmuş parmaklarının izleriyle dolan
mercek, sizin keyfinizi kesinlikle kaçıracaktır. Skylight filtreler, bu noktada
devreye girerler. Objektifinizin önüne vidaladığınız bu filtre, mercekleriniz kadar
kolay zarar görmez, kolayca temizlenir, ya da en kötü ihtimalle yenisi alınır.
Bu koruyucu etkilerinin yanı sıra örneğin 1A ve 1B Skylight filtreler, doğa
fotoğraflarınızda, gökyüzünün parlaklığını dengelemede de önemli bir katkı
sağlarlar. Uzun sözün kısası, kaç objektifiniz varsa tümüne mutlaka bir
skylight filtre takın. Yalnızca temizlikten temizliğe çıkartın. Çağımızda,
korunmak, her anlamda çok önemli bir sorun, değil mi ama?
Ultraviole Filtreler: UV kısaltmasıyla bilinirler. Yüksek
rakımda, deniz ve kar manzaralarında, filmlerimiz üzerinde, morötesi ışınların
neden olabileceği olumsuz etkileri ortadan kaldırırlar. Fotoğraflarımızın en
uzak noktasında meydana gelebilecek grileşmenin önüne geçerler.
Gri-nötr Filtreler: Adından da anlaşılacağı üzere, gri ve
nötr bir filtredir(!) Maksat, objektiften giren ışık miktarını azaltmaksa, yani
bol ışıklı bir ortamda düşük enstantane ya da açık diyafram kullanma ihtiyacı
duyuluyorsa, bu filtrelerin yardımına başvurulur.
Polarize Filtreler: Şimdi, bakın, gerçekten de çok önemli
bulduğum bir filtreyi tanıtacağım size. Tanıştığınızda bana hak vereceksiniz.
Fotoğraflarınıza bambaşka bir tad ve zenginlik katacak olan polarize filtreler,
iki yönlü bir işleve sahip. Bunlardan ilki, cam, buz ve su yüzeylerindeki parlamaların,
yansımaların ortadan kaldırılmasıdır. Pencere dışından, içeriye doğru bir çekim
yapılması durumunda, camda meydana gelen yoğun yansımalar polarize filtre
tarafından ortadan kaldırılarak, konumuz belirgin hale getirilebilir. Bu, su
yüzeylerindeki yansımalar için de geçerlidir. İkinci işlevi ise, konu
üzerindeki ışığın doygunlaşmasını sağlamaktır. Donuk renklerin canlanması, gök
mavisinin koyulaşması fotoğrafınızı daha da “güzel”leştirecektir. Linear ve
circular (yani doğrusal ve dairesel) türleri olan bu filtrelerin linear türü,
fotoğrafçılıkta daha çok kullanılır. Filtre, yüzeyindeki kristallerin
prizmalarının yönüne göre ışığı kırar ya da geçirir, etkisi de bu doğrultuda
ortaya çıkar. Buradan da anlaşılacağı üzere, polarize filtreler sabit değildir,
kendi eksenlerinde döndürülmek suretiyle kullanılırlar. Kullanın, memnun
kalacaksınız.
Pus Filtresi: Havadaki pusu ortadan kaldırıp, görüş açıklığı
yaratır.
Soft, diffuser, pastel: Fotoğraflara düşsel etki katarlar.
Kontürleri zayıflatır, O. Cem Çetin’in aylar önce önerdiği naylon çorap
etkisini yaratırlar.
Multi-images: Benim, Emel Sayın filtresi dediğim bir tür.
Bir dönem Türk filmlerinin vazgeçilmez filtresi olan Multi-image filtreler, bir
görüntünün aynı kare içeresinde, filtrenin özelliğine bağlı olarak bir çok kez
tekrarlanmasını sağlar.
Double exposure: Aynı kare üzerine iki kez pozlama yapma
olanağı sağlayan bir filtre. Pozlamayı üstüste değil, kareyi ikiye bölerek
yapar. Örneğin, aynı kişinin tek bir fotoğrafta iki kez görünmesini sağlar.
Bunu neden yapmak istersiniz bilmiyorum ama, yine de bilmekte fayda olabilir.
Speed: Fotoğraf makinesinin hareketiyle elde edilebilecek
hız etkisini sağlar. Doğru kullanıldığında ilginç sonuçlar veren bu filtre,
konunuza hareket ediyormuş izlenimi verir.
Star: Ana ışık kaynaklarının yıldızlaşmasını sağlar.
Özellikle gece çekimlerinde şehir ışıklarının daha gösterişli görünmesine
yardım eder. Güneşi de bu anlamda yıldızlaştırır.
Mirage: Fotoğrafın bir yarısında yansıma yaratır. Böylelikle
konunuzun, örneğin bir su birikintisinde yansıması gibi bir yanılsama oluşur.
Mask: Fotoğrafın belirli bölümlerinin kapatılması, ardından
kapatılan bu bölüme yeni bir görüntünün çekilmesini sağlar. Yaratıcı çekimler
için önerilmekle birlikte, yaratıcılığı algılayış biçiminizi de sorgulamanıza
neden olabilir, dikkat!
Close-up: Objektifinizin en yakın netliğini etkiler,
böylelikle küçük objelerin çekimini yapmanızı sağlar. Küçük bir bozuk paranın
tam kadraj çekimi, örneğin 10x close-up filtre ile mümkün olabilir.
Split field: Close-up filtrenin etkisi başka bir eksene
taşır. En yakın netliği, tıpkı close-up filtrelerdeki gibi arttırıp, küçük ve
yakın objeleri net göstermeyi sağlar, buna bağlı olarak uzak netliği bozmaz.
Dolayısıyla, uzaktaki objelerle, çok yakındakileri birlikte netlik alanına
alır. Objektiflerinizin alan derinliğinin yetmediği yerde derdinize çare olur.
Ancak yakın planla uzak plan arasında pek de hoş gözükmeyen flu bir çizgi
oluşacak, bu çizgiyi doğru yere yerleştirirseniz kötü etkiyi de
azaltabilirsiniz.
Kimi fotoğrafçıların hiç filtre kullanmadığını, kimilerinin
de filtresiz yapamadığını oturup bir düşünmekte fayda var. Fotoğrafın
gerçekliği ile yanılsamalar dünyası arasındaki tercihi yapmış olan fotoğrafçı
kararını netlikle verecektir sanırım.
İyilikle kalın...
10. BÖLÜM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI YOLCULUĞA HAZIRLANIYOR
Bu haftadan itibaren, çok gezen fotoğrafçıların bu adı
hakedebilmesi için gezip durmaları gerçeğinden yola çıkarak, bildiğiniz
bilmediğiniz coğrafyalara doğru adım atacağız.
Sanal seyahatlerimiz boyunca gezeceğimiz mekanlar ve
tanıyacağımız insanlar gerçek hayattan izler taşıyacak, hatta belki de tümüyle
gerçek olacaklar. Gerçekleri fantazilerle süsleyerek katedeceğimiz kilometreler
sonunda herhangi bir yere ulaşmayı ummayın. Hedefsiz yola koyulmaya alışık
olmayabilirsiniz. Bu durum hayat ezberinize aykırı gelebilir. Boşverin
ezberi...
Evinizde ya da işyerinizde, titreşimli ya da titreşimsiz,
radyasyonlu ya da radyasyonsuz, mavimsi bir ışık yayan ekranlarınızda,
muhtemelen kahve ya da çay içerek okuyacağınız bu yazılar sizi en fazla provake
edecek. Çıkıp gitme özlemini canlandırmaya çalışacak. Sonra gelsin saydam
gösterileri... Dünyanın en çok resmi tatiline sahip bu ülkede, çıkıp gitme
özlemini doyurmaktan ne alıkoyabilir ki sizi? Zaten başka türlü de çok gezen
fotoğrafçılar kervanında yerinizi alamazsınız! Resmi tatil ve yıllık izin
fotoğrafçılığını kendinize yakıştıramıyorsanız, kabuklarınızı kırıp, çok gezen
fotoğrafçı seviyesinden gezgin fotoğraffçı mertebesine atlamanız da mümkün,
bunu unutmayın. Böylelikle kartvizitlerinize ‘gezgin fotoğraf sanatçısı’
titrini de rahatça ekleyebilirsiniz. Kariyer kariyerdir! Amaan neyse... Neyin
doğru olduğuna sonuçta herkes kendi kendine karar vermiyor mu? Bildiğiniz gibi
olsun. Benim işim size sanal alemde sanal yolculuklar yaptırmak, yaptırırken de
fotoğrafçılığa dair üç-beş deneyim ve bilgi aktarmak. Zaman zaman dilimi
tutamayıp gündem dışına taşarsam beni mazur görün.
Bolca ‘ruh ve yürek’, yeterince para (sponsorlar bugünler
için...), gerektiğince ekipmanla dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak adına yola
koyulmadan önce valizlerimizi toplayalım, fotoğraf makinesi çantalarımıza bir
gözatalım.
1. KISIM / ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI ÇANTASINI HAZIRLIYOR
Fotğraf makinesi çantanızın bir sırt çantası olmasında fayda
var. İki omuz askısı, bir göğüs, bir de bel bağının bulunması uzun yürüyüşlerde
omurganızın ve kaslarınızın zorlanmasını azaltır. Çantanın ağırlığı, göğüs ve
bel bağları sayesinde gövdeniz tarafından paylaşılır. Sık sık objektif, filtre
filan değiştiren bir fotoğrafçı iseniz, sırt çantanızın üst bölümden açılabilir
olması gerekir. İki katlı ve gerektiğinde ikiye ayrılabilir bir çanta en
ideali. Piyasadaki amatör çantalar arasında bunu bulabildiğinizi farzedelim,
şimdi sorun, çantanın su geçirmez olup olmadığı. Kumaşın ‘waterresist’ olması
yeterli değil. Fermuarından, dikişlerine, tabanından, kapaklarına kadar, tam
anlamıyla ‘waterproof’ ve ısıya karşı dayanıklı bir çantaya gereksiniminiz var.
Bu özellikler de tamam ise, sırada çantanın iki fotoğraf makinesi gövdesini, en
az dört, makul boyutlardaki objektifi, bir flaşı, filtreler ve diğer
aksesuarlarınızı, ekipman temizlik malzemelerini, filmlerinizi ve harita, not
defteri, kalem gibi önemli ayrıntıları içine rahatça alabilmeli. Almakla da
kalmamalı, kolay kullanım olanağı sunmalı. Sanırım bunun için 100-150 milyon
arasında bir harcama yapacağınızı belirtmek de gerekiyor.
Çantamızı aldık. Fotoğrafçı yeleği ve pantalonuna ne
dersiniz?
Tam teşekküllü devlet hastaneleri kıskandıracak bir donanıma
doğru hızla ilerliyoruz. ‘Cevat Kelle’yi anmadan geçmek de bir çokları için
ayıplanacak durum, saygıyla selamlıyoruz Kelle beyi. Bir fotoğrafçı yeleğinde
ne kadar çok cep olursa o kadar iyidir, yaklaşımı çok da doğru değil. Çokluk
değil, işlev önemli. Kolları çıkartılabilir ceket-yeleklerin, su geçirmez,
yanmaz ve soğuğu dışarda tutan bir kumaş ve dolgu malzemesinden olması
yararınıza. Tıpkı çantalarda olduğu gibi bu tip ceket-yelekler de yurtdışından
geliyor. Özellikle alt ceplerine şu makul boyutlarda dediğimiz objektifler
kolayca girip çıkabilmeli. Sırt cebinin bulunması zaman zaman işinize
yarayacak, çünkü büyük bir torba yerine kullanılabiliyor. Göğüs cepleri,
filmleriniz, pusulanız ve küçük elfenerleriniz, not defteri, kalem için
gerekli. İç tarafta para ve cüzdan koyabileceğiniz fermuarlı cepleri varsa,
işte mükemmel bir ceket-yelek! Yine 100 milyon liranın üzerinde seyrediyor
fiyatları...
Pantalon meselesine fazla takılmamakta yarar var. Hava
alışverişini engellemeyen kumaştan bir pantalon işinizi görür. Kuşkusuz
darbeleri azaltıcı, su geçirmez ve ısıya karşı dayanıklı yapılmış, bol cepli
pantalonlar da mevcut. Ancak bizim yolculuklarımız ne dağcıların ne de
profesyonel doğa yürüyüşçülerinin parkurlarında olmayacak. Zaman zaman
yollarımız kesişecek olsa da, aslen yollarımız ayrı! Birbirine
karıştırılmamasında yarar var. Sonuç olarak pantalon meselesini, dayanıklı ve
havadar, dar olmayan, girip çıkacağımız farklı kültürel yapılara aykırı
düşmeyecek nitelikte ve renkte olsun yeter, diyerek kapatabiliriz.
Fotoğraf makinesi çantasının içini doldurmaya geldi sıra.
İlk işimiz makine ve objektifleri gözden geçirmek. Yolculuk
öncesinde, işin ehline ekipmanımızı teslim edip bakımını yaptırmak.Enstantane
ayarlarımızın ölçümü, diyafram plakalarındaki problemleri, mercek hareketlerini
sağlayan bilye sisteminin ya da AF sistemin ve pozametrenindurumunu öğrenmekte,
sorunların giderilmesini sağlamakta ve elbette temizliğinin yaptırılmasında,
pillerinin yenilenmesinde sonsuz yarar var.
Bakımdan aldığımız ekipmanlarla eve-işe dönmeden önce film,
yedek pil, temizlik malzemelerini de alalım dilerseniz.
Siyah-beyaz, dia-pozitif ya da renkli negatif ile mi
ağırlıklı olarak çalışıyorsunuz ya da çalışmak istiyorsunuz? Tanıdığım bildiğim
neredeyse tüm çok gezen fotoğrafçı, dia-pozitif çalışıyor. Sunum kolaylığından
mıdır, çektiklerinizi bir dergi-gazeteye satabilmek için midir, böyle gelmiş
böyle gittiği için midir nedir bilemiyorum ama bu böyle... Gelin biz zahmete
katlanalım ve yanımıza yakın sayılarda tümünden bir miktar film alalım. Film
markalarına kendiniz karar verin. Kararsızlığınıza son vermekte bir yararı
olacaksa önceki haftalarda getirdiğim önerilere bir gözatın. ISO sorununa
değinelim. Fotoğrafçı olarak yaklaşımınız nedir, kendiniz biliyorsunuzdur ancak
çok net tavrınız yoksa yanınızda 50 ya da 64 ISO dia-pozitif filmlerden bolca
bulundurun. Yolculuğun gün sayısını en az ikiyle çarparak bu ISO’daki film
sayısını bulabilirsiniz. 10 günden uzun sürecek bir yolculuk için ise işler
biraz değişik. Teknolojiden ve günümüzün ulaşım-gönderi metodlarından
yararlanarak bu probleme çözüm üretebiliriz. Gereksiniminiz olan bir asistan.
Asistan dediysem, bir arkadaşınız filan yani. Hangi şehirde topluyorsanız
çantanızı, oradan bir kişiyi size yardımcı olması için ayarlayın. Ona, konuya
yabancı ise, ihtiyacınız olabilecek filmleri nerelerden alabileceğini öğretin.
Gittiğiniz yerde, internet ya da daha eski yöntemle telefonla siparişlerinizi
ona bildirin. Siparişlerinizi filmlerinizin bitmesine en az üç gün kala yapmayı
da ihmal etmeyin. Bir otel odasında filmlerin gelmesini beklerken TV seyretmek
zorunda kalmanızı istemem. Yolculuğun gün sayısı kadar 100 ISO, yarısı kadar da
400 ISO ve 1000 - 1600 ISO film bulundurmanızı öneririm. Bu hesapla 10 günlük
bir yolculuğa en az 40 adet filmle çıkacaksınız. Hepsi bu mu? Siyah-beyaz
filmlerden kaçar tane alacağız?
Bir yandan Cem Çetin’in karanlık oda bilgi ve
deneyimlerinden yararlanmak, hem de siyah-beyazın ya çok amatör ya da tam
profesyonel düzeye sıkışıp kalmışlığını yoketmek için, fotoğrafı daha da
fotoğraf gibi gösteren bu malzemeye hakkını vermek için yanınızda bolca
siyah-beyaz film de bulundurun. Kullanmak için bulundurun ama! Işığın ve
renklerin ışıltılı-aldatıcı dünyasında kaybolup gitmemek için,
fotoğrafçılığınızı sorgulamak için -teknik anlamda değil kuşkusuz, kuramsal
anlamda- bunu yapmanızı öneriyorum.
Renkli negatiflere gelirsek... Baskı kolaylığı, nisbi
ucuzluğu, poz toleransı gibi faktörler nedeniyle tercih edilebilir.
Seyahatlerde en çok karşılaşılan “bu resimlerden bize de gönderirsin değil mi
abi/abla/amca/teyze/oğlum/kızım?” biçimindeki beklentileri karşılaması
bakımından da en makul çözümdür renkli negatifler. Fotoğraflarını çektiğiniz
insanların fotoğraflarını onlara gerçekten gönderdiğiniz takdirde, halkın
fotoğrafçıya bakış açısında takdire şayan bir değişiklik yaratacağınızı da
unutmayın! Gün sayısının yarısı kadar 100 ISO renkli negatif yeterli olur mu?
Buna bir iki tane de şöyle 1000 ISO civarında film eklerseniz, dramatik
ışıklardan yüksek performanslı işler çıkarmayı da neredeyse garantilemiş
olursunuz.
Filmlerinizi çeşitli sorunlardan koruyacak film
torbalarından da mutlaka edinin. Çekilmişleri çekilmemişlerden ayırd ve tasnif
etme konusunda size kolaylık sağlayacaklar. Uçak ile yolculuk edecekseniz
havaalanlarındaki X-Ray ışınlarından korumak için bu torbaların görevlilerce
elde kontrollerini isteyebilirsiniz.
İki fotoğraf makinesi gövdesi almanızı başta, çantalardan
sözederken söylemiştim. Bu iki profesyonel makineye bir de enstamatik ya da
digital kamera ekleme şansınız varsa pek güzel olur. Hatıra fotoğrafları
kısmında ve çok hızlı davranmanız gereken kimi durumlarda çok işinize
yarayacaklar.
Makinelerinizde kullanılan pilleri yenilediyseniz bile, her
olasılığa karşı yola çıkmadan önce yedeklerini de alın. Gezdiğiniz yerlerde
ihtiyacınıza uygun pil bulmakta zorlanacağınızı söyleyebilirim.
Yolculuk boyunca optiklerinizi sık sık temizlemeniz
gerekecek. Bu nedenle yanınızda optik temizleme sıvıları, kağıtları, bu işler
için üretilmiş irili ufaklı bir kaç güderi parçası, samur kıllarından yapılmış
temizlik fırçası, basınçlı hava tüpleri ya da basit hava pompası da çantanızda
yeralmalı.
Şimdi size bir-iki haftalık alışveriş süresi bırakıyorum.
Gerçi biraz sabredip, sonraki yazıyı da okursanız, alışveriş listesinin
uzadığını görecek ve listenin tamamını bir kerede almak gibi bir olanağa sahip
olacaksınız. Sonra hala cebinizde para kaldıysa yola koyuluruz.
11. BÖLÜM
2. KISIM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇI ÇANTASINI HAZIRLAMAYA DEVAM
EDİYOR
Gezi eylemini ve özellikle aksesuarlarını fetişleştirmenizi
istemem. Hazırlık aşamasının bu kadar üzerinde duruyorum çünkü özellikle
Türkiye’de eksiklerinizin önemlice bir kısmını yollarda giderme şansına hala
sahip değilsiniz. Bu yüzden hemen hiç birşeyi atlamadan hazırlığımızı
tamamlayalım.
İki makine, objektif ve aksesuar setlerini alabilen, iki
katlı olması lehinize olacak olan sırtta taşınabilir biçimindeki fotoğraf
makinesi çantasına daha neler koyabiliriz önce buna bir bakalım: Yolculuğa
çıkmadan önce kullanıp elinizi alıştırdığınız ve bakımını yaptırdığınız fotoğraf
makinelerinizin yanında çabalarınızın sonucunu maksimum seviyede almanızı
sağlayacak objektifler kullanmanızı özellikle öneriyorum. Zoom objektiflerin
pratik olması, ağırlıkta ve sayıda tasarruf sağlaması ilk bakışta avantaj gibi
görünse de optik yapıları gereği tek objektiflere oranla förüntü kalitesinden
ödün vermeniz sonucunu doğururlar. İyi bir 17 mm., 20 mm., 24 mm., 28 mm. ve 35
mm.’lik geniş açıların arasında seçiminizi yapın. 17 mm., 24mm. ve 35 mm.’yi
bulundurmanızı tavsiye ederim. 50 mm. ya da 55 mm.’den biri de çantanızda
mutlaka bulunsun. 85 mm., 135 mm., 300 mm. ve 500 mm. dar açılı objektiflere de
dikkatinizi çekmek istiyorum. 85 mm. ve 300 mm. objektifler benim tercihim. 300
mm., f: 2.8’e bayılacaksınız. Ancak önce ciddi bir yatırımı göze almanız
gerekiyor. Manuel objektiflerde markasına bağlı olarak 1000 dolar seviyesinden
başlıyorlar. AF’lerde ise bu rakam bir anda iki-üç katına fırlıyor. “Olsun!”
diyorsanız, hiç durmayın. Ayrıca kullandığınız makine ne ise mümkün olduğunca
aynı markanın objektiflerini tercih edin, muadilleri ucuz gibi görünse de sonuç
farklılıkları olacaktır. Bilmem söylemeye gerek var mı ama, iki fotoğraf
makinesi gövdesinin de aynı marka olması önemli, çünkü diğer türlü objektif
setinizin markaları da farklılaşacak ve taşıyacağınız objektif sayısı bir anda
iki katına çıkacak. Ne saçma değil mi?
Objektiflerinizin hepsine skylight veya ultraviole
filtreleri takmışsınızdır diye tahmin ediyorum. “Aman bu da filtresiz
oluversiniz!” yaklaşımı size yakışmıyor, yakışmadığı gibi doğru da değil zaten.
Ne demiştik? “ Bir filtrenin fiyatı 5-10 milyon lira arasında; oysa çizilen
objektifin yenisini almak için bavulla para harcamanız gerek. Bu da çok saçma!
Polarize filtrenizi de çantanıza yerleştirin. Vidalılardan
alırsanız, değişik çaptaki her objektifinize birer tane polarize filtre takmak
durumunda kalırsınız. Bunun yerine profesyonel seriden filtre adaptörü ve
taşıyıcısı alıp, bunlarda kullanılan filtreleri rahatça kullanabilirsiniz.
Kalite farkı kuşkusuz diğerlerinin lehine... Kesenize göre karar verin.
Yumuşatıcı filtreler, yıldızlaştırıcı filtreler gibi fantaziye kaçmanıza
yardımcı olanları önceki yazılarda anlatmıştım, bir daha gözden geçirip
aralarından seçimlerinizi yapın. Ama lütfen gökkuşağı filtresi gibi işin suyunu
çıkaran fantazilerden uzak durun. Hiç değilse şimdilik... Bir gün gelir de
“farklı bişeyler arıyorum” noktasına gelir de zihniniz kendiliğinden farklı bir
şeyler doğurmazsa o vakit bunlarla yaratıcılığınızın gediklerini kapatırsınız.
Tam renk ve yarım renk filtrelerini de önereceğim.
‘Mizacınıza’ uygun renk seçimlerini yapıp, çantanızda onlara da yer açın.
Çantamızda siyah-beyaz filmlerin de yeraldığını unutmayalım.
Bu durumda ne yapıyoruz? Elbette siyah-beyaz filtrelerden de bir set oluşturup,
yerleştiriyoruz çantamıza. Sarı, turuncu, kırmızı, mavi ve yeşil filtreler
siyah-beyazlarınızı ‘renklendirecektir’. (Renk sözünü tırnak içinde yazışıma
dikkat edin lütfen. Mecazi olarak kullandığımı anlamış olmanızı umuyorum.
Kastım elbetteki ‘güzelleştirmek’, ‘farklılaştırmak’ gibi şeyler. Yoksa elinize
boyayı ve fırçayı almadan ya da bir takım solüsyonlar kullanmadan siyah-beyaz
renklenir mi hiç!)
Sanırım filtre mevzuu da tamam.
Biraz da flaş meselesine değinelim. Çok gezen fotoğrafçı,
flaşa pek rağbet etmez. Soğuk ışığı, sert gölgeleri, boyut kaybettirmesi gibi
nedenlerle tercih edilmeyen flaş, aslında doğru kullanıldığında tüm olumsuz
etkileri ortadan kaldırılabilen, tersine fotoğraflarımıza farklı etkiler
katabildiği gibi kimi güç koşullardan da başarıyla sıyrılmamızı sağlayan bir
malzeme. Bir flaşın kafa hareketleri son derece önemli, üstelik en az gücü
kadar önemli. Flaşınızın kafa hareketinin yatayda ve düşeyde 360 derecelik
açılar yapabilmesi çok iyi olur. Henüz satın almadıysanız buna dikkat edin. Bu
hareket kabiliyeti sayesinde ‘sektirme’ ya da ‘yansıtma’ tabir edilen
yöntemlerle flaşınızı kullanabilirsiniz. Flaşınızla birlikte kullanabileceğiniz
bir iki aksesuara da değinelim dilerseniz: Uzatma kablosu bunlardan biri. Bir
ucu makinenizin flaş kızağına takılan, diğer ucu da haliyle flaşınıza takılan
bu kablo ile flaşınızı makinenizle açı oluşturacak biçimde seyyar
kullanabilirsiniz. Flaş kablosu kullanmak istemiyorsanız, bir küçük flaşı ya da
flaş patlatıcısını makinenizin flaş kızağına takıp, ana flaşınıza da bir fotosel
takarak farklı açılardan flaş etkisi oluşturabilirsiniz fotoğraflarınızda.
Kablosuz uygulamalarda güneş ya da güçlü ışık altında olmamaya dikkat edin
çünkü fotoseller bu durumda çalışmayabiliyor.
Son olarak, flaşın beyaz ışığından hoşlanmıyorsanız, renkli
jelatin filtrelerden yararlanarak flaş ışığınızın rengini değiştirebilirsiniz.
Makinenizi ışığın az olduğu ortamlarda, düşük ISO’lu
filmlerle kullanabilmeniz ya da gece çekimlerini rahatça yapabilmeniz için bir
de tripota(üçayak) gereksiniminiz var. Bu tripot mevzuu da çok önemli!
“Ayakları yere sağlam basmak” diye bir söz vardır. Her ne kadar insanın hayat
içindeki duruşuyla ilgili bir sözse de tripotlar için de kullanılabilir pekala.
Bir tripot üzerine vidalayacağınız en ağır makine, objektif ve flaş grubunu
sarsıntısız taşıyabilmeli. Rüzgarda titrememeli. Tıpkı flaş kafasında olduğu
gibi, tripot kafasınında hareket yeteneği çok olmalı. Joystick kafalar bu işin
ideali. “Aman bu ne küçük ve de hafifmiş!” demeyin. Bir tripotun Camel
Trophy’de çamura saplanan bir jipin kurtarılmasında işe yaradığını söylersem,
ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız sanırım. (Tripotla jip kurtarıldı ama
kendisi de çöpü boyladı tabi... o kadar olacak!) Deminden beri tripot diyoruz
da monopotları atlıyor muyuz? Hayır elbette! Monopotlar da gayet kullanışlı
malzemeler. Özellikle güçlü tele objektifleri kullanırken düşük enstantanelerde
titreşimi azaltabiliyorlar. Taşınmaları da son derece rahat.
Aksesuarların sonuncusu olarak da makine ve objektifleri
sudan koruyan yağmurluklardan sözedebiliriz. Bunların bir bölümü, iki-üç metre
derinliğe kadar yapabileceğiniz dalışlarda sualtı kamerası kullanmaksızın kendi
makinenizle fotoğraf çekebilmenizi sağlıyor. Ayrıca yağmurlu havalarda
makinenize ve objektifinize giydirebileceğiniz yağmurluklar da mevcut piyasada.
Nerede neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz değil mi?
Önceki yazımızda ayakkabılarımız ve giysi valizimiz hakkında
fikir ileri sürmeyi ihmal etmişiz. Gerçi çok da önemli görünmüyor gözüme ama
ısrar edenler oldu diye bir iki laf edeyim diyorum. Ayakkabılarınız elbetteki
su geçirmez olmalı ve mümkünse bir bot giymelisiniz. İyi bir bot edinmeniz,
bilek burkulmasından terlemeye ve üşümeye kadar bir çok rahatsız edici sorunu
başından yokedecek. Kırsal alanda köy evlerine girip çıkarken bunları bağlayıp
çözme zahmetine katlanacaksınız artık. Uzun yürüyüşlerde yanınızda pudra
bulundurmanız da yararınıza.
Yapacağınız gezinin türüne bağlı olarak belirlemeniz gereken
giysi çantanız konusunda da eminim benim ekleyebileceğim fazla bir şey yok. Köşeli
bir bürokrat çantası hiç bir koşulda uygun değil elbette. Yanınıza alacağınız
giysilerin sayısı ve koruyucu özellikleri önemli. Sulak bir araziye
gidiyorsanız yeterince yedeğin bulunması gerekir. Ateş başında üst-baş kurutmak
eğlenceli ve romantik gibi görünse de her zaman öyle olmuyor. Giysi çantanız su
geçirmez özellikte değilse giysilerinizi mutlaka naylon torbalara koyup iyice
kapattıktan sonra çantanıza yerleştirmeyi de ihmal etmeyin. Yeterince çorap,
yeterince iç çamaşırı... Şehir alışkanlıklarınızı negatif etkileyecek olsa da
bu böyle. Tersi durumda giysi çantası yerine iki tane yük katırıyla dolaşmanız
gerekebilir. Şunu da unutmayın en sıcak mevsimde serin geceler ya da rakımlar
bulunabilir ya da tam aksi! Ağustos ayında müthiş bir sağanak yağmurluğu
almadığınız için sizi pişman edebilecekken, ocak ayında kar altında boğazlı
kazağınız size hayatınızın en büyük işkencesini çektirebilir. Cep telefonu
büyük kolaylık, biliyorsunuz. Teknolojiden maksimum yararlanın derim. İridyum
telefon kullanmaya kadar abartır mısınız işi bilemem ama doğrusu kendinizi daha
rahat ve güvenli hissedeceğiniz kesin. Son gezilerden birinde Erciyes’in 3500
m. yüksekliğinde kervan geçmez bir bölgesinde kullanılmaz hale gelen
otomobilimizin ve bizim kolayca medeniyetle kucaklaşmamız bu sayede olmuştu.
Böyle de bir hatıramı nakledeyim dedim...
Artık bu hazırlık aşamasını bitirelim... Son bir iki noktayı
da hatırlattıktan sonra...
Grip aşısı yaptırın yola koyulmadan önce. Bolca vitamin hapı
bulundurun. Karşılaşabileceğiniz sağlık sorunlarını önceden bir düşünüp
önlemlerini de alın. Gidilecek güzargahın haritası, pusula, güçlü bir el
feneri, küçük bir not defteri ve dilerseniz bir kitap... Laptop, abartının son
noktası! Fakat neden olmasın. Maillerinizi okuyabilir, bir takım işlerinizi
kolayca halledebilirsiniz. Niye gülüyorsunuz? Hiç mi TV reklamlarını
seyretmiyorsunuz?
12. BÖLÜM
3. KISIM
ÇOK GEZEN
FOTOĞRAFÇILAR KONYA’DA!
Farkettiniz mi bilmiyorum ama bir kaç haftadır yazmıyordum.
Sanmayın ki Konya civarından güzargahlar araştırmak için kayboldum ortalıktan!
Keşke öyle olsaydı... Neyse... Yokluğumu farkedenlerden özür diliyorum bu
gecikme için. Telafi edeceğime emin olabilirsiniz. Sözverdiğim gibi yola
koyulalım artık. Fotoğraf makineleriniz, çantalarınız, filmleriniz, filtreleriniz,
kısacası herşeyiniz hazırdır umarım. Yolculuğumuz Konya’ya... (Okuyucularımız
arasında Konya’da yaşayanlar varsa, onlar da merak etmesinler, kendilerinin
bile tam olarak bilmedikleri yerlere uzanacağız bu yazılarda. Bu arada,
hafızamın yapabileceği oyunları farkedip yanlışları düzeltenlere de minnet
duyarım.)
Neden Konya?
Hatta, neden Konya ile başlıyoruz?
İlk ve en kestirme yanıt, “neden olmasın?”. Daha doğru yanıt
ise, “Git Konya’ya, Gör Dünya’yı”... Söz sanırım böyleydi... Coğrafi ve tarihi
konumu itibariyle gerçekten takdire şayan bir toprak parçasındaki Konya,
binlerce yıldır birbirinden farklı kültür ve dinleri içinde barındırmış,
bunların izlerini öyle ya da böyle günümüze kadar ulaştırmış bir kent.
Anadolu’da Hristiyanlığın çok tanrılı inanışlarla Musevilik arasında kendine
yeraçmaya başladığı bir coğrafyada yer alan Konya, çok gezen fotoğrafçıların
pek çok beklentisini karşılayabilecek bir potansiyele sahip. Tuz Gölü, Beyşehir
Gölü ve Konya Ovası, bu coğrafyanın en büyülü parçaları. ‘Lamelif’ harfini
temsilen sema eden semazenlerin mukabelelerini ve tabii ki Mevlana Celaleddin
Rumi’nin türbesini görüntülemeyi de bu yolculuğun programına almakta yarar var.
Yüzlerce Selçuklu eserinin, Hristiyanlığın erken dönem kiliselerinin, Bizans
dönemi yerleşimlerinin de listede yeralması kaçınılmaz. Eh, bütün bunlara bir
de ‘oturak alemi’ni eklersek, ortaya mükemmel bir yolculuk programı çıkmış
oluyor sanırım.
Konya’ya vardıktan sonra, mümkünse Mevlana Türbesi’ne yakın
bir otele yerleşmenizi öneririm. Çünkü kentin merkezinde olmanın yararı var.
Turizm ve Kültür Müdürlükleri, pek çok ünlü cami ve türbe, Konya mutfağının
unutulmaz lezzetlerini sunan -elbette içkisiz- lokantalar, özzellikle ayz
ikindilerinin keyfini çıkarabileceğiniz Alaaddin Tepesi ve eski Konya evleri
hep bu civarda. Otele yerleştikten sonraki ilk iş bir otomobil kiralamak.
Türkiye’nin en geniş sınırlara sahip kentinde, sözedeceğimiz yerleri başka
türlü gezmeniz pek mümkün görünmüyor. Otomobil kullanmaktan hoşlanmıyorsanız,
otel resepsiyonuna ya da en yakın taksi durağındaki taksicilere sürücüsüyle
birlikte bir araca ihtiyacınız olduğunu söylemeniz yeterli. Makul fiyatlara bir
araç bulmanız hiç de güç olmayacaktır. Benim önerim, dört çeker bir jip
bulmanız. Hiç değilse Tuz Gölü’ne gideceğiniz zaman...
Otomobil işi de tamam diyelim.
İlk günü yakın çevre turlarıyla tamamlayıp, yola koyulmadan
önce edindiğiniz bilgilerin doğruluğunu denetlemenizde fayda var.
Güzel bir uykudan sonra sabahın erken saatlerinde otomobile
biniyoruz. Hatunsaray’a doğru yola çıkılıyor. 40-45 kilometrelik mesafeyi,
kuşluk vaktinde, Anadolu bozkırının tadını çıkararak geride bırakıyor,
Hatunsaray’a 1 kilometre kala sağa doğru sapıp, 400 metre sonra Lystra’ya
varıyoruz. Zolkara denilen mevkide bulunan Lystra, bir höyük. İsa peygamberin
havarilerinden St. Paul’un Hristiyanlığı yaymak için geldiği bu çok tanrılı
inanışa sahip kentteki bolluktan etkilendiği, kent insanlarını bolluğu
kendilerine sunan tanrıya ibadete çağırdığı, ancak uzun bir süre kentlilerin
kendisini de bir tanrı olarak görmesini engelleyemediği, nihayetinde tanrı
olmadığı anlaşılınca yaka paça kovulduğu yer olan Lystra, sonraki yıllarda
önemli bir piskoposluk merkezi haline gelmişti. Bu noktada bir parantez açalım:
St. Paul, Tarsus doğumlu. Oldukça dindar Musevi bir ailenin çocuğu. Kudüs’te
eğitim görmüş, kendini Hristiyanlıkla mücadeleye adamış bir kişilik. Dönem,
Hristiyanlara zulmün alıp başını gittiği bir dönem. MS. 30’lar... Yeni bir
katliam öncesinde, Şam yakınlarında İsa peygamberin kendisine görünmesi ile din
değiştirip bu kez onun yoluna baş koyan St. Paul, Kıbrıs’tan İç Anadolu’ya,
oradan Ege’ye ve Akdeniz’e uzanan bir güzergahta yeni dinin propagandasını
yapmak maksadıyla uzun yolculuklar yapar. St. Paul’un uğradığı ve derin izler
bıraktığı kentlerin başında Konya gelir; o zamanki adıyla İkonium... Parantezi
kapatalım.
Lystra höyüğü, adı üzerinde bir höyük olduğu için kimi çok
gezen fotoğrafçıların ilgisini çekmeyebilir. Onları düşünerek yola devam
edelim. Lystra’nın önündeki yolu takip ederek 10 kilometre ötedeki Gökyurt
Köyü’ne ulaşalım. Bir dakika, bir dakika... Otomobilin vitesini geri vitese
takıp, bir iki kilometre geriye gidelim. Ağaçların arasında yol alırken dönülen
bir virajda duralım. Uzaklardaki köye dikkat! Düzlükteki kayaların tepesine kartal
yuvası gibi kurulmuş Gökyurt köyü’nü en güzel buradan izleyebilirsiniz. 300 ya
da 500 mm.’lik objektifler tam da bu tür manzaralar için işte. Kıştan yeni yeni
çıkmaya çalıştığımız şu günlerde, gerideki dağlar muhtemelen bembeyazdır.
Diyelim ki havada pırıl pırıl güneşli... polarize filtrenizi kullanmanın sırası
gelmiş durumda. 50 ya da 64 ISO film kullanıyorsanız, yüksek telenizle beraber
en azından bir monopoda gereksiniminiz var. Filminizi idareli kullanın.
(Gökyurt’ta o kadar çok etkileyici görüntüyle karşılaşacaksınız ki, bütün Konya
çekimi için yanınıza aldığınız filmlerin daha gezinin başında bitmesi hoş
olmaz.) Şimdi köye gidebiliriz, değil mi? Yo, o kadar kolay değil. Yol
kenarındaki kayalıklara oyulmuş mağaralar sizi mutlaka durduracaktır. Roma dönemine
kadar uzanan bir geçmişe sahip olan Gökyurt Köyü’nün eski adı Kilistra. Tam
olarak Kilistrea. Bir kaç roma mezarının dışında yoğun olarak Bizans dönemine
ait kalıntılar mevcut. İçlerinde kuşkusuz en etkileyici olanı yekpare kayadan
oyularak Yunan Haçı stilinde yapılmış ve uzun yıllar ibadete açık kalmış olan
kilise. Daha görülecek çok yer olduğunu söylemiştim, devam edelim... Gökyurt
Köyü, sanki çok stratejik bir noktadaymışçasına korunaklı. Doğa vergisi bir
güvenlik bu. Köye, çevrenin kayalık yapısı nedeniyle yalnızca iki noktadan
girilebiliyor. Sözkonusu iki giriş de gerektiğinde kolayca kapatılıp, asayiş
sağlanabiliyor. “Ne gerek var?” demeyin. Muhtara sorun anlatsın: Yıllar önce
30-40 motorsikletli bir turist grubu dadanmış Gökyurt’a! Muhtar tam bilemiyor
ama ben Alman olduklarını tahmin ettim. Sanırım tekno bir grupmuş. Yol yordam
bilmeden, farklı kültürdür demeden tozu dumana katmışlar köyde. Sonrasını
muhtara sorarsınız... Tekno turistler bir yana, “selam”la köye gelenler bir
yana. Yabancılarla, yani köyden olmayanlarla öyle alıp veremedikleri yok. Tipik
misafirperverlik burada da geçerli. Ama ne biliyim, bazı Ege köylerinde, ya da
Kürt köylerinde karşılaşabileceğiniz ve size abartılı gelebilecek bir
misafirperverlik hali de yok açıkçası.
Köyün mimarisi hemen ilginizi çekecek. Genelde iki katlı,
ahşap-kerpiç evler bir köyden çok köklü bir kasaba duygusu uyandırıyor insanda.
Çatıya yakın bir kısımda, dış cepheye gömülü porselen tabaklara dikkat! Bunlar
evlerin nazarlıkları. Kem gözlerin nazarını bu tabaklar kendilerine çekiyorlar,
çatlarlarsa kendileri çatlıyor, eve birşey olmuyor. İster inanın, ister
inanmayın! Anadolu köylerinin bir çoğunda kaçınılmaz olan köy odası ya da köy
kahvehanesi Gökyurt’ta yok. “Oturup bir sabah çayı içelim” diyecek olursanız,
kapılardan birini çalıp “selam”la içeri girerseniz, hem köy hakkında detaylı
bilgi alır, hem de çayınızı yudumlarsınız. Köyün güney yönündeki evlerden
birine girdiyseniz, tuvalete gitmenizi özellikle öneririrm. 20-30 metrelik
kayalığın uç kısmına inşa edilen ahşap tuvaletlerin seyrek taban tahtalarından
aşağıya baktığınızda kendinizi nasıl hissedeceğinizi merak ediyorum doğrusu!
İhtiyaçlarımızı giderip, köy halkıyla hoşbeş ettikten sonra yavaş yavaş tarihte
gerilere doğru gidebiliriz. Köyün altı, daha önce de söylediğim gibi
labirentimsi mağarlarla bezeli. Evlerin bir kısmından bu mağaralara iniş
olduğu, hatta bu mağaralar sayesinde, evden eve hiç gün ışığına çıkmadan
geçmenin mümkün olduğunu köylüler söylediyse de ben bizzat görmüş değilim. Bir
kaç köylüye bu geçitleri görmek istediğimi söylediysem de, ne tuhaf raslantıdır
ki, hepsi de bu geçitleri kapattıklarını söyledi. Siz de bir deneyin, belki
kapatmamış olan birilerine denk düşersiniz. Mağaralara girmek için, köyün
dışına çıkıp, yola inmek gerekiyor. Burada iki seçenek var: Köyün hemen
altındaki mağaralar ile köyün kuzey-kuzey batı yönündeki mağaralar... Önerim
köyün altındakilerden başlamanız. El fenerine ihtiyaç duyacaksınız. Hem önünüzü
görmek, hem de fotoğraf çekmek için. Duvarları dikkatle inceleyecek olursanız,
Bizans yazıtları ve haçlarla karşılaşıyorsunuz. Ve tabii ki yarasalar! Pembe
dudaklı, miflon göğüslü güzel mi güzel minik yaratıklar! Onların bu kadar güzel
olabileceğine inanmayanların muhakkak onları yakından görmeleri gerekiyor. Bir
tripot, uzun pozlama, güçlü bir elfeneri ışığı, 100-200 mm. aralığında bir
objektif... Flaş ışığından da pek şikayetçi olmadıklarını söyleyebilirim.
Ürpererek de olsa bu deneyimi yaşayın. Unutulmaz yarasa fotoğraflarınız olsun
istemez misiniz? Şimdi sizi bu mağaralarda yaratıcılığınızla başbaşa
bırakıyorum. El feneri ile duvar boyaması mı yapmak istersiniz, tripota
kurduğunuz makinenizin enstantane perdesini açık bırakıp elinizde fener
objektifin önünde koşturup duvarlara, önüne renkli jelatin taktığınız flaşınızı
mı patlatmak istersiniz, bir modeliniz varsa yanınızda, onunla bin türlü
fotoğraf mı üretirsiniz... Çıplak çekmek iki yönden düşündürücü... Çok gezen
fotoğrafçıya uygun bir durum mu bu, kendinize sorun! Civardaki köylülere uygun
bir durum mu, bunu da kendinize özellikle sorun derim!
Bu arada Tuz Gölü yolculuğuna hazırlayın kendinizi...
Görüşmek üzere...
13. BÖLÜM
4. KISIM
ÇOK GEZEN FOTOĞRAFÇILAR TUZ GÖLÜ’NDE
Konya’dan öyle pat diye dönmemizi kimse bekleyemez! Daha
gezilecek, görülecek, görüntülenecek çok yer var. Yalnızca Kilistra’yı dolaşıp
saydam gösterisi düzenlemeniz de hoş karşılanmayacaktır üstelik. En azından
benim tarafımdan... Beyazı tanımanın en büyüleyici yollarından birini
arşınlamadan dünyada bir yere bırakmam sizi. Tuz Gölü’nün iki parmaklık
derinliğinde yürümeden, kırılıverecek bir buz tabakasında çıtır çıtır yürüme
yanılsamasını yaşamadan Konya tamamlanmış sayılmaz. Önceki bölümde, Konya’da
haftalarca dolaşacağımızın işaretlerini vermiştim diye hatırlıyorum. Öyleyse,
devam!
Cihanbeyli üzerinden Tuz Gölü’ne doğru sapıyor yolumuz.
Şimdi altımızda bir jeep olmalı; olsun, oldu, diyelim. 1620 metrekarelik bu
Türkiye’nin ikinci büyük gölünde, hem jeepimizle dolaşacağız, hem de Konya’dan
satın aldığımız, unuttuysak Cihanbeyli’de de kolayca bulup alabileceğimiz uzun
avcı çizmelerimizi ayaklarımıza geçirip, yürüyüşler yapacağız.
Cihanbeyli’den Kulu yönünde 40 kilometre gittikten sonra
Beşkardeş Köyü yönüne, yani sağa doğru saparsak göl çevresinin coğrafyasıyla
tanışmaya başlarız. Önce beşeri... Kırkkuyu Köyü’nde kısa bir ara verelim yola.
Yaklaşık 150 yıl önce Rusya’dan, Patriska-Simerik Bölgesinden göçen Tatarlar’ın
yerleştiği bu köy, fotoğraf makineniz ile ısınma turları yapabileceğiniz
portrelere sahip. Her köyde olduğu gibi burada da köyün yaşlıları ile tanığı
olmadığınız geçmişin doyumsuz anılarına dalıp gidebilirsiniz. Köye adını veren
‘Kırkkuyu Efsanesi’ni mutlaka dinleyin. Kısa moladan sonra Bozan Köyü yoluna
girelim. Uçsuz bucaksız düzlükte uzayıp giden yolun sağ ve solundaki küçük tepecikler
yüzlerce yıl öncesinin toprağa sığınmış kültürlerini taşıyorlar içlerinde.
Höyüklerin arasında geçilerek girilen ve Kırkkuyu’dan en çok 10 kilometre
uzakta bulunan Bozan, bir Kürt Köyü. Onlar Mardin’den göçmüşler yıllar önce.
Bir mozaik olarak tanımlanan Anadolu kültürleri, Tuz Gölü çevresinde de kendini
etkin biçimde gösteriyor. Anadolu, göçlerle biçimleniyor binlerce yıldır. Göç
hiç durmuyor. Topraklarını bırakıp Anadolu’nun içlerine kadar giren Tatarlar
da, Kürtler de, Türkler de neredeyse aynı kaderi paylaşıyor. Göç yolları,
Almanya’ya, Hollanda’ya kadar uzanıyor. Tuz Gölü çevresinde hemen hemen bütün
köyler, Avrupa’ya doğru boşalıyor yıllardır. Kalanlarsa öz kültürlerini
korumaya çalışıyorlar inatla. Bozan’da görebileceğiniz giysiler, köy odasında
bir dikişte yuvarlayacağınız mırra, ana dillerde yapılan sohbetler sizi bir
anda Mardin’e kadar götürüyor.
Kırkkuyu ve Bozan gibi Kulu yöresinin köylerinden yürüyüşe
başlayabiliriz. Güneşli havalarda ciddi yanıkların canınızı sıkmaması için
önlem almanızı öneririm. Güneş gözlüklerinizi takıp, çizmelerinizi de
ayaklarınıza geçirin. Gölde yürümenin, sözcüksel espirisi bile dikkate değer.
İlk adımlar, buzda yürüme yanılsamasıyla geçiyor. Ayağınızın kayabileceğini ya
da buzun kırılabileceğini düşünüyorsunuz. Oysa en fazla dizlerinizin altına
kadar çamura batıyorsunuz. Bu da her yerinde söz konusu değil gölün. Yön
tayinini doğru yaparsanız zorluk çekmeden gölün adalarına kadar yürümeniz
mümkün. Adaların en büyüğü, sıfatından kaynağını alan bir isimle anılıyor:
Büyükada! Yakın bir döneme ait olduğu sanılan küçük bir kilise kalıntısı
karşılıyor adaya gelenleri. Kilisenin hemen yakınında bir de taştan bir barınak
kalıntısı var. Roma döneminden bu yana bir çok kez yıkılıp inşa edilen bu
barınak, gölün iki yakasını bağlayan yolun güvenliğini sağlayan askerlerin
barınağı. Tuz kervanlarının geçiş yolu olan bu yolun iki kenarında bataklığın
başladığı yerleri işaret eden mermer sütunlar mevcut. Yine bu sütunların da
Romalılar’dan kalma olduğu iddia ediliyor. Günümüzde karşılıklı iki sütunun
arasında, göl zemininden bir kaç metre yüksekte toprak bir yol bulunuyor.
Şereflikoçhisar yönündeki Kaldırım Tuzlası’ndan gelen yol, yolcuları
kestirmeden Kulu’ya çıkartıyor. Adalar arasındaki yürüyüşümüz boyunca başımızın
üzerinde uçuşan flamingoları ve diğer su kuşlarını görmemiz, polarize
filtreleri takıp, göğün mavisiyle, gölün beyazını coşturmamız mümkün. Öyle
‘kırmızı başlıklı kız’ fotoğrafları çekmenize filan hiç gerek yok. Doğanın
buradaki görünümü tek başına bile mükemmel. Tuz Gölü, kendi masalını yazıyor
zaten.
Yürüyüşün sonunda tekrar jeepimize binip, az önce sözünü
ettiğim toprak yoldan Şereflikoç hisar’a doğru uzanalım. Konya’dan kısa bir
süreliğine çıkıyoruz. Kaldırım Tuzlası’nı görmemiz gerekiyor çünkü. Bölgedeki
Kayacık ve Tavşanlı Tuzlaları’ndan sonraki üçüncü büyük tuzla burası. Yani
tuzun çıkartıldığı yer. “Yani sofralarımızdaki tuzun...” demek isterdim. Ancak
Konya ve çevresinin yoğun kentsel ve sanayi atıklarıyla kirlenmiş olan ve
kirletilmeye devam edilen gölden çıkartılan tuzlar son on-onbeş yıldır sofra
tuzu olma niteliğini yitirimiş durumda. Artık yalnızca sanayide
kullanılabiliyor. Tuzun çıkartılması başlı başına bir görsellik içeriyor. Kazma
kürekle kırılıp, raylı sistemle kıyıya aktarılan tuz blokları, kıyıda devasa
tuz dağları oluşturuyor. Yüzlerce işçi, vagonetlerin iki yanında, yüzlerce yıl
öncesini hatırlatan bir görüntü oluşturuyor çalışırken. Bu çalışmanın
sonucunda, Türkiye’de üretilen tuzun %64’ü vagonetlere yüklenmiş oluyor.
Kıyıdaki tuz dağlarını, kamyonlar eritmeye çalışıyor. Şereflikoçhisar’daki
yıkama havuzlarına getirilen tuz, buralarda 5-6 ayrı havuzdan geçirilerek
temizleniyor, kumdan arındırılıyor. Ancak civa ve arsenikten arındırmak mümkün
olmuyor haliyle!
Kaldırım Tuzlası’ndan kuzey yönüne doğru dönecek olursak,
göl kıyısı boyunca turist otobüsleriyle karşılaşma olasılığımız var. Özellikle
Göreme yöresine giden turlar, göl kıyısında bir mola veriyor. Turistler, keyif
içerisinde suya bırakıyorlar kendilerini. Su, dediğim gibi iki-üç parmak derinliğinde.
Yürünülen bölge, bataklık da değil üstelik. Tur rehberleri, pırıltılar arasında
uzaklaşan konuklarını otobüslere bindirmekte güçlük çekiyor. Motorsikletli bir
dondurma satıcısı, şaşkın bakışların arasında suyun içinde yol alıp satış
yapmaya çalışıyor. Garip, dünya dışı bir atmosfer!
Suyun içinde rastlayacağınız plastik şişe atıkları,
yaşadığımız dünyaya geri döndürüyor sizi. Diğer yandan da doğanın gücüyle
yüzyüze geliyorsunuz. Çünkü tuz, içinde bir süre kalan herşeyi sarıp
sarmalıyor; tuzdan şişelere dönüştürüyor pet şişeleri!
Tuz kaplı şişe olur da, tuz testisi olmaz mı? Tuz
testilerini de görelim buraya kadar gelmişken. Şereflikoçhisar’ın Mustafacık
Mahallesi’nde yapılıyor bu testiler. Çok ince bir hesapla toprağa katılan bir
miktar tuz, testinin terlemesini sağlıyor. İnce bir buğu tabakasıyla kaplanan
testi, böylelikle içindeki suyun ısısını uzun süre koruyor. Tuz testisi,
yalnızca termos görevi görmüyor, buna ek olarak suyun tadını ve tazeliğini en
az üç-dört yıl koruyabiliyor. İşin ustaları, bunun başka bir testiyle
sağlanmasının olanaksız olduğunu söylüyor. Bu ustalar ve yaptıkları testilerin
ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir bölgesinde eşi benzeri yok! Atölyeleri
de tam bir fotoğrafçı cenneti. Mükemmel ışık ve form bileşkesi!
Yoruldunuz mu? Jeepimize atlayıp gölde sürüş keyfinden önce
belediyeye uğrayın, gölün son durumu hakkında bilgi alın. Çünkü yağış durumuna
ve Konya’daki Beyşehir Gölü’nün su fazlasının Tuz Gölü’ne akıtılmasına bağlı
olarak hem derinlik hem de bataklık mevsimden mevsime değişiklik gösteriyor.
Alacağınız bilgiler doğrultusunda rotanızı belirleyip sürün jeepinizi
beyazlığın içine. Flamingolar ve pelikanlar size eşlik edecektir...
YÜCEL TUNCA
66'da Diyarbakır'da doğdu. Ankara - İstanbul hattında büyüdü. Büyümesi durmadı, sürüyor. Bu marifet değil, biliyor, bundan hoşlanmıyor hatta, yine de büyüyor. Neyse...
İlk, orta ve liseyi mecburen okuyor çünkü, üniversiteye gitmek, gazeteci olmak istiyor. Askerlik meselesinin de etkisi olmuyor değil, bayağı oluyor hem de. Gazetecilikte okuyor okuyabildiği kadar. Birileri yeter artık diyene kadar okuyor. Sonra 'yaylalar...yaylalar...' Bu çok sonra oluyor tabi! Daha öncesinde çoktan çalışmaya başlamış durumda: Basın fotoğrafçısı olarak kaç yıl boyunca kaç gazete ve dergide kaçak işçi olarak çalıştırıldığını bir çırpıda sayamıyor bile. Süreç -gidişat daha mı dolu bir sözcük?- ona gazeteci olma için okumak gerekmediğini gösteriyor fakat iş işten geçmiş oluyor elbette. Bu gerçeği anlaması, başkalarının da onun gereksizliğini anlamasıyla aynı döneme denk düştü. Fırsat bu fırsattır diyerek, o da gerekeni yaptı ve tanıtım fotoğrafçılığına geçti.
Bir yandan da fotoğraf bilgilerini paylaşmaya başlamıştı. M.Ü. İletişim Fakültesi Haber Ajansı'nda ve Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi'nde temel fotoğraf eğitimine katkıda bulunmayı sürdürüyor. Ortamın şairlerle dolu olmasına öteden beri çok bozulduğu için, aynı ortama fotoğrafçıları da doldurma yönünde verilen tüm uğraşlara yakın durdu: Bir uğraş hariç! Yarışmalardan hep uzak durdu, yarışmaları hiç sevmedi; yüreğindeki yarışmaları da hep bastırmaya gayret etti... Son üç - dört yıldır İstanbul Saydam Günleri'nin düzenlenmesi ve sürmesi için gayret sarfediyor. Açık söylemek lazım, hiç kolay olmuyor!
Halen başak burcu olan Tunca'nın yükseleni bilinmiyor.
Yücel Tunca/1999-2000 - Superonline Portalı
Yorumlar
Yorum Gönder