Muhafazakâr Medya Düsturu: Haber Kutsal, Sansasyon Şahane / 2011
Fotoğraf tehlikeli
bir araçtır derim sıklıkla. Şimdi buna bir
ekleme yapayım:
Fotoğraf utanma
duygusunu yitirmiş insanların elinde çok tehlikeli bir
araçtır.
Tamam,
kabul! Dünyanın neresine giderseniz gidin, sansasyonal haberin, fotoğrafın
alıcısı hazırdır. Bu türden haberleri ikiletmeden yayınlamayı isteyecek sayısız
yazıişleri kadrosundan ve elbette iştahla satın alıp okuyacaklardan oluşan
devasa bir kitleden bahsetmek mümkün. Hele ki söz konusu olan bir özel hayat
haberi ise bu kitle daha da büyüyecektir. Utanma duygumuzu kaybetmekle ilgili
bir durum olabilir mi bu acaba?
Bir
sanatçı, bir sporcu ya da bir politikacının yapageldiği iş alanı dışında
kamusal alanda sürdürdüğü özel hayatı, hele ki genel kabullere aykırı düşüldüğü
durumlarda nasıl da kolaylıkla ve düzeysizce yağmalanabiliyor. Bunun bir yanı
son derece sefil bir skandal ticaretiyle, bir yanı da toplulukların kendi
karanlıklarını bir başka birey üzerinden arındırma ihtiyacıyla ilişkili. İntikam
ve cezalandırma isteği de diğer uzantılar hiç kuşkusuz. (Ki bunlar da katarsise
hizmet etmiyorlar mı zaten?)
Çetelesini
tutanlar vardır eminim; hatırlayabildiğim en ciddi örneklerden biri Andreas
Papandreu’nun (şimdiki Yunanistan Başbakanı ve PASOK Partisi Genel Başkanı George
A. Papandreu’nun babası) başbakanlık yaptığı dönemde yaşanmıştı. Andreas
Papandreu’nun ikinci eşi Dimitra Liani’nin, muhalefetin sözcülerinden Avriani
Gazetesi’nde on gün üstüste yayımlanan deniz kıyısında gizlice çekilmiş çıplak
fotoğrafları büyük tartışmalar yaratmış, dönemin iktidarını ciddi biçimde
hırpalamıştı. Skandalın içeriği katmerli türdendi: Çıplak bir başbakan eşi ve
üstelik de başka bir kadınla temas halinde! Neresinden baksanız kıyamet
koparabilecek, neresinden tutsanız insani değerler bakımından elinizde kalacak
bir habercilik! Kimilerine göre muazzam haber değeri taşıyan bu görüntüleri
kaydetmek, yayınlamak ve alıcısı olmak aslında insani değerler bakımından ne
büyük bir zavalılıktı! Politik şiddetin nesneleşmiş en âlâ örneklerinden biri
olan bu olayda Dimitra, kendi üzerinden yapılan yayınlarda çıplaklığı ve
lezbiyenliği nedeniyle aşağılanıyor, taciz ediliyor, sosyal olarak mahkûm
ediliyor ve aslına bakacak olursan gerçekte “bir hiç” muamelesi görüyordu. Çünkü
hedef alınan kendisi bile değildi. Utanma duygularımızın kapılarını aralayan
skandal fotoğraflarda görünenler miydi; yoksa bunların yayınlanmış olması mı
bizleri utandırmalıydı?
Aradan
yıllar geçti… Kadrosunda basın fotoğrafçılığı yaptığım bir derginin yayın
yönetmeni, kritik bir sağlık sorunu yaşadığı için acil olarak hastaneye
yatırılan Zeki Müren’in yoğun bakımda tutulduğu odadan fotoğraflar çekmemi
istedi. Genç ve heyecanlı bir foto-muhabiri olmama rağmen karşılanması mümkün
olmayan bir taleple karşı karşıya olduğumu farketmiştim. Hastaneye gittim yine
de. İlgili bir doktorla görüştüm, cevabını bildiğim halde çekim izni istedim.
Şaşkınlıkla yüzüme baktı: “Nasıl olur! İmkansız!” dedi. Rahatladım. Cebimdeki
jetonu kullanıp dergiyi aradım: “İzin vermiyorlar.” dedim. “Gizlice gir! İzin
mi istiyorsun bir de?” diye fırça yedim haliyle. Bir de şunu ekledi yayın
yönetmeni: “Çekemezsen, gel, istifanı ver!” Birlikte çalıştığımız gazeteci
arkadaşımla birbirimize bakakaldık. “Eh,” dedik, “gidip istifamızı verelim bari.”
Küskün, ideallerimiz darmadağınık olmuş vaziyette döndük dergiye. Neyse ki
istifa etmemize gerek kalmadı ve işten de atılmadık ancak mesleğe dair
inançlarımızın köklü biçimde sarsıldığı bir deneyim olarak ilk çentiğimizi
attık gazetecilik kariyerimize.
Aynı
yıllarda bu kez PKK’nin ilan edeceğini duyurduğu ateşkesin basın açıklaması
için Bekaa’ya düştü yolumuz. Basın açıklamasından sonraki gün Abdullah
Öcalan’ın kaldığı evde daha önce hiç çekilmemiş günlük yaşam fotoğrafları için
özel izin alındı. Mevzu basitti: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile o zamanların
söylemiyle düşük yoğunluklu savaş içinde bulunan bir gerilla örgütünün lideri
evindeki günlük hayatı nasıl sürüdürüyorsa, öyle fotoğraflanacaktı. Röportajın
bitiminde isteklerimi dile getirdim. Yanlış hatırlamıyorsam TV izleme
görüntüleri ile başladı çekim. Sonra mutfak, buzdolabından birşeyler atıştırma,
iki-üç kirli bardağın yıkanması, kapı ağzında bir-iki kare ve son olarak yatak
odası… “Bekle biraz…” dedi Öcalan; belli ki odasına gidip ortalığı toparlayacaktı
hızlıca. Sonra uzaktan sesi geldi: “Gelebilirsin…” Yatak odasına girdiğimde,
aklımın ucundan geçmeyecek bir görüntü ile karşı karşıyaydım: Öcalan yatağa
uzanmıştı ve kendisine okuyormuş gibi yapacağı bir dergi vermemi istiyordu. Hem
de röportajı yayınlayacağımız derginin bir sayısını. “Buna gerek yoktu aslında”
diyebildim. Yatağa yatmasından bahsediyordum, o dergi için söylediğimi
sanmıştı, ısrar etti. Aklımdan o kısacık anda geçenleri anlatabilmek imkânsızdır
sanırım. Bembeyaz mobilyalarla döşeli odada çekilecek bu fotoğraflardan
yapılabilecek okumaların sınırlarını hiç kimse çizemezdi. Bu sorumluluğu nasıl
üstlenebilirdim? Sorumluluğun bir kısmını Öcalan kurguyu kendisi yaparak
üstlenmişti ama kalan kısma dair sorumlulukla ilgili iç tartışmamı yıllarca
bitiremedim. Dönemin Genelkurmay Başkanı’nı çileden çıkaracak fotoğraflar
dergide yayımlandıktan sonra aynı fotoğraflar farklı gazetelerde inanılmaz alt
yazılarla tekrar tekrar yayınlandığında gazetecilik ve basın fotoğrafçılığı
işinin ne derece netameli bir iş olduğunu iyice belledim, diyebilirim.
Son
bir yıl içinde ne çok görüntülü skandal haber döküldü ortalığa. Deniz Baykal’ın
sosyal linçi ile başladı bu etik çözülme. Seçim öncesi MHP milletvekili adaylarının
görüntüleri ile devam etti. PKK’nin barış sürecinin olası kazanımlarını ortadan
kaldıran çatışmaya devam restini izleyen günlerde BDP Batman milletvekili Bengi Yıldız ile Anadolu Din
Adamları Derneği Başkanı Übeydullah Özmen'in Bodrum'da rızaları dışında
kaydedilen fotoğrafları peşpeşe düştü gazete sayfalarına. Ve tabii Abdullah
Öcalan’ın yüzerken çekilmiş fotoğraflarının gündeme taşınma biçimini de
unutmamak gerekir. (Oysa halkımız ne çok sever Florya Plajı’nda yüzen Mustafa
Kemal ya da Göcek’in mavi sularında yüzen Turgut Özal fotoğraflarını.)
Ne
kadar az sayıda insan itiraz etti tüm bu durağan ve hareketli görüntülere! CHP’li
Deniz Baykal ve MHP’li Recai Yıldırım ile Metin Çobanoğlu’nun görüntülerinin
çekimine ilişkin söylenecek fazla bir şey yok. Siyasi şantaj ve yok etme amaçlı
üretildikleri açık. Doğrudan basın fotoğrafçıları ve gazeteciler tarafından
elde edilen diğer görüntülerin üretim aşamasındaki bireysel yaklaşımları
gerçekten merak ediyorum. Bu kişiler iştigal ettikleri alanın da bir değerler
sistemine tabi olması gerektiğini hiç düşünmüyor olabilirler mi? Haber ve
insani değerlerin çeliştiği durumlarda, çelişkinin haber tanımlarından
kaynaklanıyor olabileceğini hiç sorgulamıyorlar mı? Birey olarak insanın, her
kim olursa olsun, yapageldiği iş alanı dışındaki hayatı kendi tasarrufu dışında
alenileştiriliyorsa, bu en hafif değerlendirmeyle alçaklıktır; bu işlerde payı
olanlar bunu bilmiyorlar mı? Bu kadar okumuş yazmış insan, nasıl olur da
“kamuya mâl olmuş insan” kavramını çok normal bir şeymiş gibi kabul eder?
Haydi,
söz konusu haber ve fotoğrafların yayınlandığı gazetelerdeki manşetlere
tiksintiyle bakıp; söylemlerindeki cinsiyetçiliği, ırkçılığı bu yayınlarda içselleştirilmiş
dünya görüşüyle izah edip yargılayalım. Peki diğer gazetecilerin tartışma
içerisinde durdukları yeri nasıl izah edeceğiz? Mesleki örgütlerin sessizliğini
ya da cılız seslerindeki samimiyetsizliği? Okuyucuların satın aldıkları
gazetelerin “okuyucu nabzına göre şerbet verdikleri” iddiasına karşı
sessizliklerini nasıl açıklayacağız? Şu da var elbette: BDP’nin Bengi Yıldız’ın
kişilik haklarını savunmaktan geçtim, disiplin kuruluna sevketmesine; Übeydullah
Özmen hakkında “partimizle ilişkisi yoktur”a vurgu yaparak saldırganlarla aynı saflara
gelmeyi göze almasına ne diyeceğiz?
Muhafazakârlaşma
eğilimi belli ki bir bataklık gibi içine çekiyor herkesi; kendisi ile beraber
çürütmek için sanırım. Ahlaki değerlere işaret edip, en temel insani değerleri
yok ederek yapıyor bunu. Namus kavramının zamana, toplumsal yapıya ve hatta toplum
içindeki farklı topluluklara göre değişebildiği bir gerçeklikken devletin,
medyanın, dahası toplumun kendisinin namus bekçiliğine soyunması kadar
korkutucu başka ne olabilir? Özellikle insanların özel hayatlarındaki ilişki
biçimleri bundan etkilenenler dışında nasıl olur da ortak bir konuya
dönüştürülebilir, ortalığa yayılabilir ve bunun adı da toplumun ahlaki
değerlerini korumak olarak konulabilir? Tam tersine namussuzluk değil midir bu?
Kronik muhafazakârlar ile muhafazakârlaşmayı siyasi rekabetin kaçınılmaz sonucu
olarak kabul edenlerin utanma duyguları bir çizgi geçildiği anda ortadan
kalkıyor mu yoksa?
Tüm
bu süreçte “bal gibi de haberdir!” diyenlerle, “haber böyle bir şey değil”
diyenlerin tartışması eskiden de olduğu gibi yine gelecek adına umutlanabileceğimiz
bir sonuç çıkarmadı maalesef. İşittiğim tek ümitkâr yorum bir fotoğrafçı
arkadaşımdan geldi: “Bengi Yıldız’ın Bodrum’da bir arkadaşı ile bira içmesi
haber değeri taşımıyor ama BDP’nin Yıldız’ı bu nedenle disiplin komitesine
vermesi önemli bir haber.”
“Haber
kutsal, sansasyon şahane” diyen ana akım medya, içindeki kiri temizlemeyi bir
başka bahara bırakmış olmalı. Aklını ve dilini barıştan yana kullanmayan,
nefret söylemini her fırsatta öne çıkaran, yağmacı ve insani değerlerden
uzaklaşmış bir medyaya kimin ihtiyacı var bilmiyorum. Gazetecisinden,
yayıncısına, meslek örgütlerinden, okuyucusuna kadar aynı kire bulanmış
toplumlarda farklı bir medya beklentisi içine girmek saçmasapan bir hayal mi
yoksa?
Yorumlar
Yorum Gönder