Mabedinden Çıkan Adamın Serüvenleri / 1997

Mabedinden Çıkan Adamın Serüvenleri - 1
(50x70 cm boyutunda plastik tabanlı, yarı mat kağıda renkli baskı)

ŞİİR CEHENNEMİNDEKİ YABANCI
bu yazı şiirin ve fotoğrafın adsız kahramanları için yazılmış bir güzellemedir. onlar ki, dünü ve bugünü geleceğe bağlayan en görkemli köprüyü inşa ettiler. şiirsiz ve fotoğrafsız hayatın ne denli yavan ve hatta anlamsız ve dahi çekilmez olduğunu bizlere gösterdiler. bizleri kah hüzünlendirdiler, kah mutlu ettiler ve her daim sarstılar. onların nezdinde, sanatın önünde saygıyla eğiliyoruz. varlığımız hatıralarına armağan olsun!
farkettiğiniz üzre, abuk sabuk bir yazıyı okumaya soyundunuz, hayat yardımcınız olsun!

Şimdiki zaman...

Adamın önüne dikiliyor sözcükler; çoğu sesli, tümü çığlıksı ve hırçın... kıyamet gününe öykünen sözcükler... Adam anlamaya çalışıyor. Boşuna! Neden boşuna olduğuna ilerde değineceğim... Neyse... Adam, sözcükleri anlamaya çalışadursun, çığlıklar adamın suratında patlıyor birbiri ardına. Adamsa sessiz. Her şeyin çığlıklaştığı bu yerde, adam neredeyse sessizliğinde boğulacak. Adam zaten yok olacak, bu baştan belli gibi. Sanki kabullenmiş, çoktan beri biliyor gibi üstelik. Bunu hak ettiğini de anlamışsınızdır sanırım.
Burası sözcüklerin mabedi.
Şimdiki zaman.

Zaman...

Zaman daima geçer. Anılar tortusudur ya zamanın, onlar kalır geriye -bir iç çekiş yani.

Geniş zaman...

Adam çığlıklaşan sözcüklerin önünde boğulmayı bekler, ancak boğulmayacaktır. O sözcüklerin hurufatı ne denli düzen içinde ve sapasağlam bir yapıdaysa, adam da en az onlar kadar düzen içinde ve sapasağlam. Aradaki fark şu: Adam  bir görüntüden ibaret. Yalnızca bir görüntü! Ne vakit ki, bir ok gibi fırlar bir çığlık ve delip geçer adamı, durum böylelikle anlaşılır. Delip geçer adamı çığlık; adam yaralanmaz, kanamaz. Anlaşılır ki, tevekkül de değildir sessizliği, teslimiyet de! Bir tezahürdür adam, bir zahiri görüntü. (Hiç gerçeğe ayna tutunuz mu? Bir gün deneyin...)

1. ara...

Sanıyor musunuz ki yaralanır görüntüler? Kanar mı hiç bir görüntü? Canı yanar mı? Adam -artık biliyorsunuz ki o yalnızca bir görüntüdür- sessizliğini sonsuza kadar koruyabilir sözcüklerin karşısında. Hadi kurulsun mahkemeler ve yargılansın adam. İdam hükmü baştan belli... Ne yani, yargılayabilir misiniz bir görüntüyü? İpe çekebilir misiniz, neticede? Gerçekçi olun, yapabilir misiniz? Boş versenize, yapamazsınız elbette! Fakat yapamazsanız, işiniz bitecek! İşi bitecek sözcüklerin! Sessiz mi kalacaksınız bu başı boşluk karşısında, bu ayak direyen görüntünün karşısında? Sessizliğe çekilip, ihanet mi edeceksiniz sözcüklere, görüntüleşecek misiniz? Ne o, sözcükler delip geçiyor ve kanatmıyor mu?

Çıt!
(Ah sevgili! Ne çok senmiş meğer bu sözcük...)
(bir daha...) çıt!
Kapattım. Rahatlayın, gevşeyin biraz. Yeniden açtığımda başka bir dünya çıkacak karşınıza.
Çıt!

Hepinize iyi günler dileyerek başlıyoruz programımıza. Bugün 14 Şubat 1998 Cumartesi. Saatlerin 06.00'ı gösterdiği şu dakikalarda sizlerle olmanın, sizlerle birlikte yeni bir güne başlamanın sevincini, coşkusunu taşıyoruz. Dilerseniz sözü fazla uzatmadan güzel bir müzik dinleyelim hep birlikte. Ve hemen telefonlara sarılıp sevgilimizi arayalım. Sevgilimizin onu ilk arayan sevgilisi olalım, ne dersiniz?

(Donanmaya katılan asker, limanda sevgilisinin beline dolar kollarını; şöyle bir geriye doğru bükülür kadın; öpüşürler. Aşk mı dediniz?)

Çıt!

Neler oluyor burada? Şizofrenik satırların katarında, daha ne kadar sürecek bu yolculuk?
Pekala, dilediğiniz gibi olsun. Düzen içi devrimci satırlarla baş başa bırakıyorum sizi: ............................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................

Yo, korkmayın! Sizi kimsenin, ahmak yerine koymaya çalıştığı yok. Bir dertleşme olarak kabul edin bunu. Şunun şurasında, hep birlikte görüntülerin sıradanlığından kurtulup, -ne mutlu bize ki- sözcüklerin şerbetine banıyoruz hayatı.

Kendimi mi kandırıyorum? (Bkz. Ütopiya 1) Görüntülerden kurtulamayız ki artık. Onsuz hayat çoktan bitmiştir.

Geçmiş zaman...

Mabedinden çıktı adam. (O mabet ki, ışık yıllarının mabedi. Paris bulvarlarında doğup, Londra'nın arka sokaklarını aydınlatan, Amerikan kırsalında çakıp, Biafra'ya yansıyan, galaksiler arasında kırpışıp, hücrelerimize doğru yayılan ışığın mabeti... Görüntüler mabedi!) Mabedinden çıkan adam -ki çıkmalıydı, durulası yer değildi-, sözcüklerin mabedine girdi -ki kaçınılmazdı bu da.

Hikayemiz tam da burada başlıyor. Sonunda sadede geldik işte.

Mabedinden çıkıp, sözcüklerin mabedine girince adam, bir anda her şey fısıltıya dönüşmüştü. Mabedin kuytularına çekilen sözcükler tedirgindi; o vurgulu 'r'lerin, o yapış yapış 'ım'ların, cakasından geçilmeyen 'z'lerin hali görülmeye değerdi doğrusu. (Görebilmek için, görüntü olunması gerekiyordu, o da ayrı!) Neyse... işte tüm fısıldaşmalar büyük tedirginliğin en belirgin işaretiydi.

Gotik bir mizansen tahayyül edin lütfen...

Adam -ki hatırlatırım, bir görüntüdür kendisi- gösterişli pelerinini savurarak, kararlı adımlarla ilerledi. "Sanat burada bitmiştir" çığlığı patladı mabedin parşömen duvarlarında. Yankılandı, kuşe duvarlar titreşti, teksir duvarlar dalgalandı, ceylan derisi duvarlar iyice gerildi. Yırtılan aydınger duvarlar, parçalanan ciltler, darmadağın olan dosyalar... Kaos zamanıydı. Kendisi de bir görüntü olan adamın, sözcüklere değil de yalnızca görüntülere -dolayısıyla yalnızca kendisine- inanıyor olması derinden sarsmıştı sözcüklerin mabedini.

2. ara...

Tüm bunlar bir fotoğraftan ibaretti. Gerçeküstücü bir fotomontaj fantazisi. Neyi beğenmediniz bu fotoğrafta?
Soruyu bir de şöyle sorayım:
Hangi fotoğrafları bulamadınız bu yazıda? -ki bu fotoğraf bir yazıdan ibaretti-

Soruların yanıtına ulaşamadan çökecek mabetler üstünüze. Korkacaksınız ezilmekten ama kormayın, ezilmeyeceksiniz. Serin kar tanelerine dönüşecek ve üstünüze yağacak sanat, su olup hayata karışacak; masmavi göğü göreceksiniz sonunda, fena mı? Yıkın mabedlerinizi!

Şimdiki zamanın devamı... (Gelecekle buluştuğumuz şu an yani)

Sözcüklerin gücünü bilirsiniz. Kısa sürede toparlanıp, dikildiler adamın karşısına. Fısıltılar, çığlıklaşıp çullandılar adamın üstüne. Ortodoks bir ayinin, mermer soğukluğundaki ritmiyle saldırdılar. Adamın bir an duraksamasını fırsat bilip, yaralamaya, yıkmaya çalıştılar. Olmazdı, beceremezlerdi, beceremediler. Bir görüntüydü adam, delip geçseler de kanatamazlardı, kanatamadılar. Bir görüntü olmasaydı adam, "şiir -şiir ki sözcüklerin eşsiz anıtı- cehennemdir" diyecekti belki, diyemedi, diyemezdi, düşünemedi bile, düşünemezdi; yalnızca o değil hiç bir görüntü düşünemezdi. Düşünmüyorsa yoktu.

Yokluğudüşünebiliyormusunuz? Hayatdiyorumyani!

Gelecek zamanın sonu... (Geçmiş zamanla anamayacağımız an yani)


nesözcükler,nedetekbirgörüntü... hayatıbileözleyememek... pardon,sanatmıdediniz?


Yücel Tunca/ 1997 - Ütopiya Dergisi


Mabedinden Çıkan Adamın Serüvenleri-2
(48x72 m, mabedin ön yüzeyini kaplayacak biçimde projeksiyon görüntüsü taslağı-protest bir deneme)

Yabancının Hatırladıkları



(Yabancı, kendi mabedinde de bir yabancı olduğunu henüz anlayamadığı günlerde neler yaşamış, neler görmüş, neler duymuştu? Hatırlayın: Ondan, adam diye bahsediyor ve hemen her fırsatta onun bir görüntüden ibaret olduğuna dikkat çekiyorduk. İşte o adam -ki artık bir yabancıdır- yeni yeni bir şeyleri hatırlamaya başlamıştır. Bu hatırlamada, şiir cehennemindeki çığlıkların herhangi bir payı olduğu söylenemez. Fazla uzatmadan, adamın neler hatırladığına bir bakalım...)


Geçmiş zaman... Adam -ki bir görüntüydü yalnızca, yabancı değildi henüz- görüntünün kutsal kitaplarının sayfalarını sessizce çeviriyordu. Saf bir romantizmle, görüntünün zamana tanıklığı safsatasına kendini kaptırmış, yüce duygularla bile olsa tüketmeye kıyamadığı kimyasal -giderek dijital- tezahürlere tapınıyordu. Görüntülerin mabedindeydi. Tüm mabetler gibi çok tanrılıydı onunki de. Adam, fotoğrafa tapanlardandı.

Geçmiş zamanın (bir) hikayesi...

Kutsal kitapların sayfalarında, imdat frenine tutunmuş kanlı bir elin fotoğrafını gördüğünde irkilmişti adam. 

(Fotoğrafı fotoğraf yapan da buydu tam olarak. Fotoğrafın hikayesi, görsel imgelerin hücrelerinde saklıdır. O hikayeleri, gerçeğin kendisi sanırsınız. Oysa fotoğrafta olan, kendisinin gerçeğidir yalnızca. Kim ne derse desin, tıpkı plastik gerçeğinde olduğu gibi, hikayeleri de iki boyutludur fotoğrafın. Zorlarsanız üçüncü boyuta ulaşırsınız elbette. Çok yakından veya çok uzaktan bakarsanız, bu üçüncü boyutun, görüntüleyen ile bakan arasındaki gizli konsensus ile oluşmuş bir düzmece boyut olduğunu anlamanız mümkün olmayabilir. Fotoğraf bekleneni verir, ötesine geçemez.)

Adam, mabedinde ve kutsal kitapların sayfaları arasında yitmişken bunları göremezdi kuşkusuz. Henüz çıkmamıştı mabedinden. "Bilmiyordu, bilemezdi." diyeceğim ya, bilemez miydi gerçekten? Görüntü tarihtir; görüntüleyenin resmi tarihi... Gerçek ise bu kadar yakınken üstelik. Gerçek bu kadar yakındayken ona ulaşmak hiç de kolay değildir aslında. Neyse... Ne zamanki adam mabedinden çıktı, gerçek o vakit görünür oldu. Bir tren kazası olmuştu, hayli zaman önce. Önemli de bir kazaydı üstelik. Hem çok insan ölmüştü, hem de ölenlerin çoğu, bir ülkeyi pencereden görmeye ve tanımaya niyetlenmiş insanlardı. Kaza mahalli, mahşeri çağrıştıracak denli korkunçtu.

Kısa ara...

Görüntüler, ne olursa olsun, işlenmeden önce yeterince değerli değildir. İşlendikleri an önem kazanır ve hatta bazen kutsallaşırlar. Değerli ve kutsal görüntüleri oluşturmak, bir çok kez görünen karşısında bir görüntü olmayı gerektirir: Sessiz ve tepkisiz... Beyin ve yürek bir arada barınamaz.

Devamla...

Görüntüyü değerlendirecek, kutsallaştıracak adam -ona, 2. adam diyelim. Hiyerarşik anlamıyla değil, sadece onun bir başka adam olduğunu belirlemek için...- mahşer yerinden beklenen görüntüyü devşiremeyeceğini anladığı an, çelikten yumaklara dönüşmüş vagonlardan birine girdi. Bekleneni vermeye doğru atılmış önemli bir adımdı bu. Değerli görüntünün bileşenleri ayrı yerlerde durmaktaydı. 2. adam, güçlükle, yerde yatan bir ölünün kolunu kaldırdı, ölünün elini biraz yukarıdaki imdat frenini tutuyormuş gibi yerleştirdi. İmdat freninin üzerinde trenin adı yazılıydı. İmdat frenini tutan el, görüntüyü o anda kutsallaştırmıştı. Tüm dünya, bu tren kazasını artık bu görüntüyle hatırlayacaktı. 

Geçmiş zamanın (bir başka) hikayesi...

Kutsal kitapların sayfalarındaki bir başka kutsal görüntüye baktığı günü hatırladı adam. Kendi halkı üzerinde kimyasal silahlar kullanmış bir iktidarın -tüm iktidarlar bu potansiyeli taşırlar- toprakları üzerinde yatan, minik bebekle, ona sarılmış bir dedenin cansız bedenlerinin fotoğrafıdır gördüğü. Yine bütün dünya, o topraklarda yaşanan katliamı bu fotoğrafla hatırlayacaktır. Katliamın bu ve buna benzer görüntülerini çok sayıda görüntüleyici kaydetmiştir. O görüntüleyiciler, içlerinden birine, " sen bugün dönüyorsun, bizim filmlerimizi de götür, çalıştığımız yerlere gönder." derler. Filmleri alan görüntüleyici -ki 3. adamdır- filmleri alır, ülkesine döner fakat, kendi görüntülerinin dışında hiçbir görüntü, kutsal görüntülere susamış dergi ve gazete sayfalarında yer almaz. Filmler kaybolmuştur! Hatta böyle bir olay dahi yaşanmamıştır! 
(Görüntüler, hep ölümden medet umar

Ara başlıksız, bir başka hikayeye geçelim. Görüntünün kutsal kitaplarında hiç sözü edilmeyen hikayelerden biri daha işte: 4. adamın hikayesi. 

4. adam, görüntülerini göllerde, ormanlarda değerli kılmaya uğraşmaktadır. Bol bol gezer. Filmlerini, ormanların kuytularında, ağaçların loş diplerinde yetişen mantarların benzersiz görüntüleriyle doldurur. Bazen, son derece ender bulunan bir mantar türüne rastlar. Ritüel o anda başlar ve bu eşsiz mantarın film yüzeyine aktarıldığı an biter. Mantar artık değerli bir görüntüye dönüşmüştür. Görüntüsünün değeri bir başkası tarafından da fotoğraflandığında neredeyse bitecektir. 4. adam buna izin vermeyecektir. Topuğuyla mantarı parçalar.

(Görüntüsü sonsuz hazlar veren bir mantarın, onun görüntüsüne bakmazdan çok önce parçalandığını bilmek sizi rahatsız etmiyorsa, boşverin zaten tüm bunları ve ötesini...)


5. adamın hikayesi...
O'nun hikayesi, bir beyaz ayının en değerli görüntülerini ele geçirme hikayesidir. Bunun için öncelikle ayının korkutulması gerekmektedir. Kar motosikletleriyle peşine düşmek, zaman zaman ateş açmak hedefe ulaşmak için yeterli olacaktır. Gerçekten de ayı, yorgunluktan yığılıp kalıncaya kadar , bu şekilde kovalanır. Düştüğü yerde, çaresizlikten ve korkudan iri iri açılmış simsiyah gözlerinin çarpıcı görüntülerini filmin duyarlı yüzeyine kaydetmek mümkündür artık.

(O gözlerle bir dergi kapağında karşılaştığınızda, derinlerden gelen yürek çırpıntılarını duyamayacaksınızdır; duymak isteyeceğinizi de sanmıyorum üstelik...)

Bir başka geçmiş zaman hikayesinde görünen, polis denilen görüntülerin başından vurduğu genç denilen bir görüntüyü hatırladı adam. Kanlar içinde yatan genç görüntünün çevresi, genç görüntüleyicilerle çevriliydi. Bu canlı ve cansız gençleri görüntüye dönüştüren, bizzat adamın kendisiydi. Hafızasını zorlamasına hiç gerek yoktu, çok açık biçimde hatırlıyordu: Polisler, gençlerin arkasından ateş açmışlardı. İçlerinden biri -nicelerinden biri daha- başından vurulup düşmüştü. Herkesten önce genç görüntüleyiciler gelmişti vurulan gencin yanına. Hiç biri, yerde kanlar içinde yatan gencin yaşayıp yaşamadığı ile ilgilenmedi, hastaneye götürmeyi düşünmedi. Bir tanıklık yaşadıklarını düşünüyorlardı çünkü. Kıymetli bir görüntünün çevresinde, törensel devinimlerle kutsal görüntüler kaydediyorlardı. Gördüklerinin, görüntülenmeden önce ve o sırada ve hemen sonrasında bir gerçek olduğunu düşünemeyecek kadar mabetlerine hapsolmuşlardı. O genç ölmüştü; kim ne derse desin ölülerin ve görüntülerin -bir de ölülerin görüntülerini düşünün- yaşadıklarını söylemek, sonsuzluğu arayan insanın en büyük kandırmacalarından biridir. (İyi niyetle, bir avuntu olduğunu söylemek bile haksızlık değil mi?)

Adam, mabedinden çıkacaktı ki vicdanıyla baş başa kalabilsin. Mabetleri terk etmeden gerçekle ve kendisiyle yüzleşmesi mümkün mü (bir) adamın?

6. adamın hikayesi... 
Bir hastanenin reanimasyon servisinin içler acısı durumunu, görevlilerin ilgisizliğini yerinde saptamak isteyen 6. adam, gizlice servise girer. Kılık değiştirmeyi de pek seven 6. adamın bu kez kendini fazlaca gizlemesine de gerek kalmaz, çevrede kimseler yoktur çünkü. Makinelere bağlı olarak yaşama savaşı veren insanlarla doludur reanimasyon servisi. Dışarıdan gelebilecek her türlü etkinin olumsuz sonuçlar doğurabileceği bu mekanda 6. adam, görüntüleyicisini kullanmakta tereddüt etmez. Aniden çakan flaşın parlak ışığı, hastalardan birini yattığı yerden fırlatır. O hastanın yaşam mücadelesinin nasıl sonuçlandığını kimse bilmiyor; hatırda kalan bir görüntüleyici kaydedilmiş sahipsiz reanimasyon servisi görüntüleri yalnızca...

Ve daha pek çok geçmiş zaman hikayesi var, görüntünün kutsal kitabında bahsedilmeyen. Görüntüleri değerli kılan pek çok adam ve imzaları... Onların şimdiki zamanları... Onlarla birlikte bir çoklarının geleceksizliği... Hastanelerde, adliyelerde, savaşlarda, baskınlarda, çatışmalarda, sokaklarda, meydanlarda, ormanlarda, dağlarda, çöllerde ve kutuplardaki hikayeler... Kutsal görüntü peşinde, mabetlerinde körleşmiş vicdanlarıyla koşturan görüntüleyiciler...

Sona doğru...

Tüm bunların, bir büyük idealin romantik heyecanıyla yaşandığını söylemek mümkün mü? Tarihe tanıklık ve tanıklığın belgesi, tarihin görsel birikimi adına sessiz ve tepkisiz bir görüntüleyicinin, çığlıksı görüntüleriyle avunmak, avunanları bile vicdan karşısında bir zanlıya dönüştürmüyor mu? Kaydedilen hangi değerli görüntü, vicdan karşısında aklar görüntüleyenin edilgenliğini?

(Zamana hiç güvenmemeli; o ki vicdanın en büyük kışkırtıcısı...)


Adam, görüntüler mabedinden çıktıktan sonra hatırladıklarıyla yüzleşti. Onu artık bir yabancı kılan, işte tam da bu noktada vicdanıydı. İşte bir neden daha, yıkmak için tüm mabetlerimizi!

(Kutsal olan her şey, güçlü, çok güçlü bir ışık yayar çevresine; o ışıkla kendine çeker önce, körleştirir ardından ve yok eder sonrasında kendinden başka her şeyi.) 


netarihetanıklık,netanıklığınbelgesi...tarihingörselbirikimiadınavicdansızlaşmak... 
pardon, tanık vicdansızdır mı dediniz? 

Yücel Tunca/ 1997 - Ütopiya Dergisi

Yorumlar

Çok Okunanlar