Gezginler Türkü Söyler Sanırdım /1997

Onüç-ondört yıl önceydi. Üniversiteye yeni girmiştim. Maksat, gazeteci olmaktı.
Yine böyle, geride bıraktığımız gibi sıcak bir yazdı. İlk kez yalnız başıma seyahat etmeye karar vermiştim. Gökova düşmüştü aklıma -henüz bacaları yoktu, daha doğrusu vardı da, olanlar kırmızı yuvarlak kiremitlerin üzerinde ve boyları de en çok iki metreydi...

Ailenin 'çıkın'ı açılmamıştı o günlerde. Bir fotoğraf makinem bile yoktu. Yol param da... Ne ben, ne de memleket sponsor peşine düşecek 'gelişmişlik düzeyi'ne ulaşmamıştı. Bu nedenledir ki ben de eş-dosttan, ana-babadan biraz otobüs parası, biraz da yeme-içme parası toplayıp yollara düştüm. Sırtımda uyku tulumu ve çadır, kulaklarımda yegane yatırımım volkmen, Marmaris yolunda, derin bir serinliğe sahip okaliptus ağaçlarının gölgesinde indim otobüsten. Güneşe yakalanmadan, gölgeden gölgeye atarak kendimi, körfezin adeta hiç ısınmayan buz gibi tuzlu suyuna ulaşmak yürümeye koyuldum. Yanıbaşımdan bir dere akıyordu. Cat Stevans dinliyordum -ezan okumaya başlamamıştı o yıllarda sanırım, eli kulağındaydı ama. Kaplumbağalar çıkıyordu önüme. Yol kenarındaki kaya mezarlarının kuytusunda keçiler vardı, akşam serinliğine kadar pinekleyeceklerdi orda. Ömrümde ilk kez gördüğüm kocaman bitkilere yakından bakmak için durakladım yalnızca; ha bir de, artık sıcağa dayanamayacağımı anladığımda, sırt çantamı atıp, yüzüstü dereye bıraktım bedenimi. Nasıl soğuktu! Bir sevgilim vardı İstanbul'da. Aklımın en güzel köşesine yerleştirip, onu da getirmiştim yanımda. Onunla konuşa konuşa yürüdüm, yüzdüm, seyrettim.

O yolculuk gibisini bir daha hiç yapamadım.

Aynı yılın sonbaharında, ailenin çıkını açıldı; bir fotoğraf makinesi sahibi oldum. Her geçen yıl daha da ağırlaşan fotoğraf çantamla çıktığım yolculuklarda, kaplumbağaların, derelerin, köylerin, köylülerin, körfezlerin, kaya mezarlarının, binbir türlü börtü-böceğin giderek 'obje'leştiğini farkettim ürpererek. Her biri, daha olgun bir kompozisyonun öğeleri olarak sıralanmaya başladılar gözümde. Büyü bozulmuştu. Bir büyü bozulmuş, yerine başka bir büyü kendini göstermeye başlamıştı: Objelerin büyüsü! Aynı şey değil kuşkusuz, üstelik de 'ne yazık!'

Eskiden, gezginler hep türkü söyler sanırdım. Yanılmışım, bunu çok geç anladım. Belki çok önceleri öyleydi, bilmiyorum. Belki gezginler fotoğrafçı olmadan ya da fotoğrafçılar gezgin olmadan önce öyleydi...

Gelin, gezginleri kategorize etmeye çalışalım: Yaşam biçimi olarak gezenler (ah kalbimin yaralı köşesi!) ve yaşam biçimlerine katlanmak için gezenler (ne acıklı hikaye ama!) Bu sonuncusunu turizm başlığı altında tutabiliriz ve hikayenin ne denli acıklı olduğu daha da iyi anlaşılır böylelilkle. İlkine, yani yaşam biçimi olarak gezenlere dönecek olursak... Bana kalırsa, bu başlık altında iş gereği gezenler bir alt grup oluşturuyor. Bir başka alt grubu ise, beni kıskançlıktan çıldırtan, bir insanlık ütopyasını bugünden yaşayıp, gezmeyi hayatın kendisi kılmış gezginler oluşturuyor. Bir de, her şeyde olduğu gibi iki alt grubu içeren bir başkası var: İşlerini hayatın anlamı kılmış ya da işlerini hayatlarına uydurmuş olan gezginler. Şimdi... İlk alt grupta pazarlamacıları, tüccarları, uluslararası iş insanlarını, bilim insanlarını, bir kısım gazetecileri, bir kısım fotoğrafçıları, bir kısım yazarları ve bir kısım sanatçıları görebiliyoruz. İkinci alt gruptakilerin sanırım çoğu, toprakla, mülkle bağlarını koparmış, vatansızlar. (Önlerinde saygıyla eğiliyorum!) Bunu yapmaları için güçlü bir sermaye birikimi, güçlü bir aile desteğine gereksinimleri olduğu hiç sanmıyorum. Tersine, maceracı, mülksüz bir yürek sahibi olmak gerekiyor ve de yetiyor, diye düşünüyorum. Üçüncü gruptakiler, yani ortayolcular ise, hem gezelim hem de satalımcı'lar. Bunun için, nihayi olarak bir işveren bulmak gerekiyor. İşveren, gereken maddi olanakları sağlıyor; gezen de gezemeyenlere gördüklerini, yediklerini, içtiklerini bir şekilde aktarıyor.

Peki neden böyle bir gruplaştırma çabasına koyulduk? Bu sorunun yanıtını vermeden geçmeyi uygun buluyorum. Evet, geçelim.

Aslında, sözün dönüp dolaşıp geldiği yer turizm. Gezgin cakası satan turistlerle, gerçek gezginlerin bir şekilde ayrışmasını sağlamak lazım. Fotoğraf adına söylüyorum bunu. Gezi fotoğrafının ipliğinin pazardaki kıymeti için söylüyorum. Türkiye fotoğrafında, neredeyse on yıldır parlayan bir yıldız gibi duran -oysa yalnızca güzel bir kırmızı balon olan- gezi fotoğrafını, işlevini yerine getirmesi için olması gereken yere çekmek gerekiyor. Hafta sonu tatillerinden Mısır sergisi, sömestrlerde çocuklarla birlikte çıkılan Kaçkarlar'dan 'Aksanat'ta dia gösterisi, milletin bin yıl önce gittiği Nepal'den, özgürlük mücadelesinin önünü arkasını bile öğrenmeden 'çıkartılan' porfolyalardan kurtulmak gerekiyor. Kaşlar çatılmasın hemen, lütfen... Bu fotoğraflar da çekilsin; yok çekilmesin dediğimiz de 'peki' diyecek kimse de yok zaten. 'Turist' hatıralarını paylaşmak istiyorsa illa, paylaşsın, fakat bir Salgado, bir Mc Curry, bir Aşçı havasına girmeye de hakkı yok, bunu anlatmaya çalışıyorum. Yıllardır yolları arşınlayan Aşçı'nın, 'fotoğraf sanatçısı' olma iddiasını taşımadığını, gezginliğiyle yetinip, bununla gururlandığını (belki gurur sözcüğünü bile kabul etmez) en önemlisi de kendini, hayatı gezerek ve aktararak ifade etmekten mutlu olduğunu bilmek gerekiyor.

Keçinin olmadığı yerde abdurrahman çelebi misali, gezi fotoğrafının mühim bir hadise olarak Türkiye fotoğrafında aldığı yerden hissesine düşen önemli paylar olduğuna inandığım, fotoğraf eğitimi veren resmi akademik kurumların dışındaki yapılara da şöyle bir dokunup geçmek zorunda hissediyorum kendimi: Ben de bu yapılardan birinde bulunduğum için, zaman zaman 'biz' diyerek devam edeceğim. Sözünü ettiğim kuruluşlar üç değişik yapılanmadalar: Bunlardan ilki ve tabiidir ki en köklü olanları İFSAK gibi, AFSAD gibi amatör fotoğraf dernekleri ve kulüpleri. İkinci sırada ve en can alıcı yerde durduklarını düşündüğüm aslında birer turizm firması olan 'gezi evleri'. Fotografevi, Gezievi ve Göçerler gibi... Üçüncüler ise, kültürel alanda geniş bir yelpazede hizmet veren kuruluşların bünyelerindeki kulüpler, atölyeler... Halkevleri, Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi, Nazım Kültürevi Fotoğraf Atölyesi gibi...

'Gezi evleri', az önce de söylediğim gibi aslında turizm firmaları, hepimizin bildiği gibi. Turizmi fotoğrafla birarada algılamamak elde değil kuşkusuz. (Japon turistleri hatırlayın lütfen...) , Günübirlik, hafta sonu ve bayram tatili gezi paketlerine sahip, sanırım sayıları yirmi civarında olan bu firmaların bir çoğu aynı zamanda 'fotoğrafçı' da yetiştiriyor. 'Şair olunmaz, doğulur!'a sonuna kadar inanmış, tamamına yakını kendini şair kabul eden bu coğrafyanın insanına, 'fotoğrafçı olarak doğmak diye birşey yok, fakat kolayca olunabilir.' dendiği anda ve yalnızca bunun söylendiği yerde tipik bir kaç durum ortaya çıkacaktır: Sirkeci piyasasının yüzüne bir nebze de olsa kan gelecek, gezi evleri hücresel bölünmeyle geometrik biçimde artacak, 'yetişen fotoğrafçı'lar kendilerini turist olarak mı, gezgin olarak mı, fotoğraf sanatçısı olarak mı yoksa yalnızca amatör fotoğrafçı olarak mı tanımlayacaklarını şaşıracaklar, bunlardan en afillisi hangisiyse -kimine göre fotoğraf sanatçısı, yetmediği yerde gezgin, fotoğraf sanatçısı- kendini o kategoriye dayatmaktan çekinmeyecektir. Nitekim, olan da budur. Üstelik bırakın 'yetişen yeni kuşak Türkiye fotoğrafçıları'nı, önceki kuşaklar bile bu yüksek tansiyona kendilerini kaptırmış, pasaportlarını eskitmekle meşguller. Ustalara sözsöylemek adetimiz değildir, en azından şimdilik onları keşfe çıktıkları dünyanın 'tüm renkleri'yle başbaşa bırakıp, bize dönmek istiyorum son bir söz için: Fotoğraf eğitimi veren dernekler, kulüpler, atölyeler, firmalar, bir an önce fotoğrafı kime ne için öğrettiklerini saptamak, görmek , algılamak ve inanmak zorundalar. Yoksa seminerlerimize, kurslarımıza gelen katılımcılara bir Zeyrek turu, bir Yedi Göller gezisi yaptırıp, sonra da 'gezi fotoğrafı şöyle oldu, gezi fotoğrafçılığı böyle oldu' diye hayıflanmak da abes kaçacak.


Fotoğrafçı olmak, fotoğraf sanatçısı olmak, gezgin fotoğrafçı olmak -yer yer kesişse bile- aslen ayrı şeyler değil midir? Fotoğrafta yeniden anlama değer verilecek günlerin hasretiyle, bu sorunun her birimiz için verilecek yanıtını çok önemsiyorum.

Yücel Tunca/1997

Yorumlar

Çok Okunanlar