Belgesel Fotoğrafın Multimedya Açılımı: Yeni Bir Anlamlandırma Olanağı mı, Yoksa Yeni Sezon İçin Bir Vitrin Düzenlemesi mi? / 2009
Fotoğraf icat edildiği andan itibaren ona “gerçeğin aynası”
dendi, iddia öylesine büyüktü ki “hafızası olan ayna” ismine kadar vardı bu
tanımlama.
Jonathan Crary’nin, fotoğrafı “Dikkatin yönetimini sağlayacak
teknikler toplamı” olarak ifade ederken bugün gelinen nokta itibariyle binlerce
çevresel veri karşısında dikkatin yönetimin sağlayabilecek hafızası olan bir
aynanın bile yetersiz kalabileceğini kestiremediğini görüyoruz. Oysa
modernizmin en önemli aygıtlarından olan fotoğraf, yine modernizmin gerçeğe
olan inancıyla bire bir örtüştüğü noktadan itibaren hümanist bir belgesel
yaklaşımların vazgeçilmez araçlarından biri haline geliverdi. Matbaanın
fotoğraflar basabilir tekniklere kavuşmasıyla neredeyse eş zamanlı olarak
fotoğraf makinesinin de küçülüp pratikleşmesi ve yaygınlaşması ciddi niyetler
ve büyük amaçlar için fotoğraf üretiminin zamanının geldiğini gösterdi.
Makinenin kutsandığı, nesne ve nesnelliğin öne çıktığı bu dönemde fotoğraf,
özellikle de belgesel fotoğraf altın çağlarını yaşamaya başladı. Belgesel fotoğraf ölçülebilir gerçeği açığa
çıkartabilir görünümüyle ideal bir araç oldu, uyarlanmamış tanıklık ve gerçeğin
işlenmemiş dilimi olarak kendini tarif etti.
Ne var ki çok da zaman geçmeden
gerçeği yansıttığına dair inandırıcılığı, bir dizi felsefi ve teknolojik
gelişme sonucu sarsılmaya başladı. Uyarlanmamış gerçeğin görünüşteki
tarafsızlığı “her gözlem, varoluşumuzdaki arayışımızın sonucudur ve her
soru, çeşitli hipotezlerin ön varsayımıdır.” diyen düşünürler tarafından
reddedildi. Modernizmin tartışılmaya başlanan dukalığı, otokratik yapısına
Postmodern bir merhem icat edildiğinde belgesel fotoğrafın oldukça yakından
ilişkili olduğu “gerçeğin çok kutsal nosyonu”na karşı da saldırılar birbiri
ardına gelmeye başladı. Tekleştirilmeye çalışılan gerçeklikten göreceli gerçeğe
geçiş belgesel fotoğrafta bir yandan postdokumantarizmi literatüre önerirken
bir yandan da çağın gereklerine, teknolojik dayatmalarına adaptasyon arayışları
kendini göstermeye başladı.
Aynı
dönemde bütün insanlığın sosyal belgeselindeki iktidar ile teba arasındaki
ayrım da sorgulanır hale gelmişti. Sorgulanan yer ise hem güç uygulanan hem de
gücün sahibinin aynı toplumun üyesi olduğu gerçeği üzerindendi. Bu görüşe,
sıklıkla gözlenen savaş öncesi fotoğrafik hümanizmdeki ideolojik
etkinin hiçbir şeyi değiştiremediği, savaşların hala sürmesine engel olamadığı,
insan yaşamına sonuç olarak herhangi bir şey katamadığı gerçeği de eklendi.
Sıklıkla birbirine benzer fotoğrafların üretimi yaygın bir pratik olduğu için
gerçeğin aynası olabilecek fotoğraf, aynı görüntüyü sunan aynalar koridoruna
dönüştü. Bununla birlikte sosyal belgesel, bir bakıma kendisinden değişimi
getireceği inancıyla çok fazla şey beklendiği için de başarısızlığa uğradı.
Çağa
adaptasyon, liberal bir vitrin değişikliğiyle mi yoksa kansız bir devrimle mi
olacaktı? 70’lerin sonlarında büyüyen tartışmalar, büyük teknolojik
dönüşümlerin peşi sıra belirgin saflarda toplanır hale geldi. William Ivins
jr.’ın 20 yy. da söylediklerini çağdaş tabiri ile açıklamaya çalışırsak;
insanların fotoğrafı çekilebilen bir şeye inanmasıyla başlayan süreç, yine
insanların televizyonda gördüklerine inanması ile sonuçlandı. Televizyonun
primitif dönemi de hızla geride kalıp, imajların hızlı üretimi ve hızlı
tüketiminin bayrağı video kliplerle işte bu dönemde açıldı. Modernizmin hıza
olan tutkusu bile artık nahif görünüyordu 1980’lerin değişken imajlar çağında.
Andan ana
değişen imajlar, günler içinde eskir, haftalar içinde unutulurken “hafızası
olan aynanın” da rolü değişmeliydi kimilerine göre. Adam Broomberg ve Oliver
Chanarin de filmin yerini dijital kayıt yöntemlerinin aldığı, durağan
görüntüden çoklu ortama geçilmeye başlandığı, objektifliğin sübjektifle yer
değiştirdiği, statiğin dinamiğe dönüştüğü günümüzde yeni bir fotoğraf dilinin
gerekliliğini boşuna savunmuyor olmalılardı. “Bu imajları üretmeye hala
ihtiyacımız var mı?” diye sorarken geleneksel basın ve belgesel fotoğrafı bütün
bir gelenek üzerinden eleştirmeye başlamışlardı. Eugene Smith, Robert
Capa, Don mcCulin, Larry Burrows gibi
fotoröportajın en çekici, seksi zamanlarına nostaljiden uzaklaşılıp, ılımlı ve
neşeli bir hayal gücü ile yeni bir fotoğraf dili oluşturmak kimileri için
mümkün görünüyordu. Konsept sahibi, araştırmacı bir girişimcilik, göstermeyi
beceremediklerinin farkında yeni bir temsil biçimi, kişisel trajedilerin
yansıtılmasının imkansızlığını anlatan, araştıran yeni bir görsellik…
Martin
Parr gibi kimi fotoğrafçılar bu dönemde, “kampanyacı fotoğrafçılık” dedikleri
çizgiyi reddetmeye meylettiler. “Gidip kampanyacı (mücadele amaçlı)
foto-röportajcılık yapmayacağım, çünkü artık kimse böylesini istemiyor. Bunun
yerine ilginç mevzuları çekiyorum, eğlence sosu katıyorum konularıma ama yine
de bir mesaj, bir keskinlik de bırakıyorum.”
VII’dan editör Stephen Mayes de yeni bir belgesel
fotoğraf için çağrıda bulunuyor: “Müzik videolarıyla büyümüş bir nesil için
fotojurnalizm eski, çok eski, gösterdiği mevzunun ciddiyetinden uzak, sadece
işin stilinin boyutlarına hitap eden bir şey. Fotojurnalistlerin bu dünyada
kendi durdukları yeri dikkate alıp bu yeni farkındalığı kendi dünya
tahayyüllerine yedirmeleri ve bu şekilde çağdaş izleyiciyle bağ kurmaları
lazım.” diyor.
Belgesel fotoğraf ile sanat fotoğrafını birbirine
yaklaştırmaya çalışan fotoğrafçılardan Paolo Pellegrin de “Mevzu soru sormakla
ilgili, ben bitmemiş işlere ilgi duyuyorum, izleyiciye yer bırakan işlere. Çok
şahane fotoğraflar var ama çok sağlam kurgulanmışlar ve tek bir bakış açısını savunuyorlar.
Bence bu yol açık seçik olmaktan ziyade basbayağı daha da karmaşık.” diyerek
yenilikçilerden yana tavır alıyor.
Belgesel fotoğrafın anlatıma dönük değişim
çabaları postmodern yaklaşımlarla sürerken, bir yandan da diğer iletişim
kanallarıyla yakından ilgilenmeye başlıyor. Klipler dönemi internet ile yeni
bir döneme yerini bıraktığında, keşiflere açık uçsuz bucaksız bir vaha buluyor
fotoğrafçılar karşılarında. Bu öyle bir vaha ki hem yaygın ve tekelci medyanın
oyun alanı, hem de alternatif medyanın yeni mücadele mecrası olabiliyor.
Büyük medya gurusu Michael Rosenblum’un büyük inanç ile desteklediği yeni
tür gazetecilik anlayışı da fotoğraf alanında büyük etkiler yaratıyor. Medyanın
Video Jurnalizm –kısa söylenişiyle VJ- atağını fotoğrafın 1900’lerin başındaki
teknik gelişimiyle benzeştirerek açıklıyor. 1870’lerin ağır hantal fotoğraf
makineleri ve film yuvasındaki cam negatiflerin gazeteciliğe esasen uygun
olmadığını söyleyerek, 1930’lardan itibaren küçük, hafif ve plastik rulo
filmler kullanan fotoğraf makinelerinin nasıl büyük bir dönüşümü başlattığını
hatırlatıyor. 1940’lardan sonraki basın fotoğrafçılığında Cartier
Bresson, Magnum, W. Eugene Smith, Life Dergisi, Sebastao Salgado ile yaşanan büyük patlamayı bu teknik
dönüşüme bağlayan Rosenblum, hantal Betacam’lerden günümüzün küçük HD video
kameralarına doğru yaşanan büyük dönüşümü Leica’ların geliştiği dönemdeki
geçişe benzetiyor. Rosenblum gibi medya gurularının desteğini alan bu yeni tür
gazetecilik, kimileri tarafından hafifçe alaya alınarak “one man band” olarak
da anılıyor. Ya da “backpack journalism/sırt çantalı gazetecilik” biçiminde…
hatta “Solo Journalist/kısaca SOJO” diye de adlandırılıyor.
Ağırlıklı olarak pratik kullanımı olan video kameralar
kullanan, ses kayıdına önem veren ve giderek aktüel olaylar içerisindeki hızı,
hareketi yansıtacak biçimde riskli ortamlarda daha sıklıkla bulunmaya çalışan
VJ’ler, ürettikleri haber değeri taşıyan görüntüleri, ses kayıtları ve
röportajlarla da birleştirdiklerinde etki gücü yüksek yeni bir haber aktarım
yöntemini oluşturmuş oluyorlar. AP’den Rachel Konrad, yeni teknolojiden
1990’ların başında doğan BackPack Journalist’leri tanımlarken, çok hafif
laptoplardan, uydu telefonlarına, ucuz montaj programlarından dijital fotoğraf
ve video kameralarına kadar dolu bir sırt çantasından söz ediyor. David F. Carr da bir BackPack Jounalisti, röportaj yapmayı bilen, iyi
yazı yazan, iyi ses kaydedebilen, fotoğraf ve video çekebilen, bunları
laptopunda kurgulayıp uydu vericileri ile hızla yayına sokabilen gazeteciler
olarak tanımlayıp, kullandıkları malzemeyi geleneksel gazeteciliğin
malzemesinden çok daha kullanışlı bulduğunu belirtiyor. Üstelik bu trend, hem televizyonun
rekabet ortamında gereksinim duyduğu hıza bir alternatif yaratıyor, hem de yeni
medyanın biçimlendiği web gazeteciliğinde önemli bir atak olarak
değerlendiriliyor. Aynı zamanda bağımsız medya arayışlarına bir çıkış yolu imiş
gibi görünen web-blog’ların da vazgeçilmezi haline gelmeye başlıyor.
TV ve internetin bu gazetecilik atağı karşısında
fotojurnalistlerin ve belgesel fotoğrafçıların da sessiz kalamayacağı hemen
anlaşılıyor. Multimedya üretimi henüz Türkiye’de belirgin örneklerini
oluşturmamış olsa da özellikle Amerika’da ve giderek Avrupa’da ağırlığını
hissettirmeye başlıyor. Bir yandan önemli akademik yapılar multivizyon
eğitimleri verirken, bir yandan da teknoloji HD kalitesinde video görüntü
kaydeden fotoğraf makineleri üretiminde yeni bir yarış alanı yaratıyor.
Dünyanın başı çeken gazeteleri online edisyonlarında multimedya bölümleri
açıyor, gazetecileri işe alırken fotoğraf çekebilmenin ve yazı yazabilmenin
yanında ses kaydedebilme, video çekebilme ve bunları hızla kurgulayarak uydu
aracılığı ile aktarma bilgisini kriter olarak belirliyor.
Kim Komenich bu alanın
uzmanlaşmış isimlerinden biri olarak, San Francisco Chronicle’da multimedyanın
basın fotoğrafına getirdiği yeni soluktan bahsediyor. Görsel hikayelerin ufkuna
yeni bir boyut ve yeni bir düşüncenin geldiğini, kelimeleri-ses kayıtlarını kullanmanın
fotoğrafçı için büyük bir fırsat oluşturduğunu iddia ediyor ve bunun güzel bir
akıl oyunu, puzzle’ın parçalarını bir araya getirmenin eğlenceli bir versiyonu
olduğunu söylüyor.
Sinematografik bir yöntemle
görsel hikayeyi kurgulamak, başlangıç, orta ve son karenin hikayenin kaderini
değiştirebilmesi Komenich’e göre mükemmel ve mantıklı bir üretim biçimi. Ona
göre multimedya gazetecilerin kendi soyut duygu ve düşüncelerini hikayelerine
dahil edebilmelerine olanak veren önemli bir yeni araç…
Bir hikaye, dijital bir fotoğraf makinesi ve video kamera, bir
laptop ve basit ucuz bir kurgu yazılımı ile yapılan düzenlemeler gerçekten de fotoğrafta
ve medyada yeni bir devrime mi işaret ediyor? Yoksa gelişen teknolojinin
rüzgarını sırtına almış ve fakat yeni ve
farklı bir sözü olmayan insanların yeni sezondaki vitrin değişikliği mi bütün
bunlar? Eugene Smith’lerin, Robert Capa’ların Hollywood kokan modernist
hümanistik imajlarının çağa uygun tekrarları mı yoksa? Fotoğrafta değişen ne?
Teknolojiden başka?
Yücel Tunca/2009-Görsel İdeoloji Sempozyumu Bildirisi, Bilgi Üniversitesi ve Karşı Sanat Çalışmaları
Yorumlar
Yorum Gönder