“Mücadelede Kadın”ın Düşündürdükleri / 2011


Haber değeri yok artık ama bir kez daha hatırlatmış olayım. Yeni bir sergi salonuna kavuştu kültür dünyamız: Evrensel Sanat. Beyoğlu’nun en afili mahalle isimlerinden birine sahip Aynalıçeşme’nin yine çok güzel isimli Alhatun Sokak’ında… Tümüyle tesadüf de olsa ne ilginçtir ki “Alhatun” Sokak’taki Evrensel Sanat’ın ilk sergisi “Mücadelede Kadın” başlığını taşıyordu. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle düzenlenen karma sergi, redfotoğraf grubu tarafından yapılan çağrıya icabet eden 42 fotoğrafçı ve sanatçının çalışmalarından oluşmaktaydı.

Yeni açılan bir sergi salonu olduğu için önce mekânı tanımaya çalıştım kaçınılmaz olarak. İyi aydınlatılmıştı, sakindi, kendimi rahat hissetmemi sağlıyordu. Modern türevlerinin insanda baskı oluşturan atmosferinden uzak durmayı başarmıştı. Odalara bölünmüş olması hareket katıyordu mekâna. Yıllar içerisinde burada görebileceğimiz sergileri hayal etmeye başladığımı fark edince durdurdum kendimi, iki gün önce kalabalık bir izleyici grubunun katılımıyla açılışı yapılan sergiye odaklanmam gerekiyordu.



“Fotoğrafın gücünün, kalıcılığının toplumla buluşturulmasında aracı olan kurumlarla paylaşılmasını ve belgesel bir arşiv oluşturmasını sağlamak istiyoruz. Toplumsal mücadelenin bütün bir hayat olduğu gerçeğiyle, hayatın güzelliklerini, neşesini olduğu kadar, toplumsal sorunların yüklediği sorumlulukla, kadınların mücadelede ortaya koyduğu üretim ve direnişleri, daha güzel ve yaşanabilir bir dünyayı kurmak için elimizdeki araç olan fotoğraf makineleriyle, tanık olduklarımızı göstermek istiyoruz.” denilerek yapılan çağrıyı muhatap alanların gönderdikleri fotoğraflar sergide iki temel grupta toplanıyordu: Sınıfsal ya da cinsiyete dayalı mücadelede yer alan kadın fotoğraflarıyla gündelik hayat içerisindeki kadın görünümleri. Cinsiyete dayalı ayrımcılığa karşı verilen mücadelenin fotoğrafları, sınıfsal mücadeledeki kadın fotoğraflarından daha azdı ancak, hızlıca yaptığım bu ilk gözlemde eylemlilik halindeki fotoğraflarla, günlük hayat içindeki kadını konu alan fotoğrafların yaklaşık aynı sayılarda olduğunu gördüm. Açıkça görülen ikinci nokta katılımcıların kadın ve erkek olarak da neredeyse eşit sayılarda bulunuyor olmalarıydı. (Buradaki iki cinsiyet daraltmasını katılımcıların yalnızca isimlerinden yola çıkarak yapıyorum. Yoksa heteroseksüel bir kategori dayatması niyetinde değilim.) Üçüncü olarak ayrımına varılan durum ise çalışan kadınlara ilişkin görüntülerin oldukça azınlıkta kalmasıydı. Bu denge ve dengesizliklerin bir seçimden değil, katılımcılardan kaynaklanan kendiliğinden bir durum olduğunu biliyordum.

Radikal feminist Gerilla Kızlar’ın bir sözünü hatırlıyorum: “Modern Sanatlar Müzesi’ndeki (MOMA-New York)  modern sanat bölümünde yer alan sanatçıların sadece % 5’i, yapıtlardaki çıplakların ise % 85’i kadın!” Günlük hayatın içerisinde ucuz emek kaynağı olarak görülmeye devam edilen kadınların ekonomik, sosyal, bilimsel, siyasi ve kültürel belirleyiciliklerinin hâlâ son derece düşük bir düzeyde olması bir dizi soruyu da akla getiriyor kaçınılmaz olarak: Kadın bilinci, yaşadığımız dünyanın dönüştürülmesi için var olan potansiyelini kullanabiliyor mu? Erkek egemen yerleşik düzen, toplumsal yapısı itibariyle kadın bilincinin gelişimini engelleyerek, kadınları asimile mi ediyor? Kadının kendini temsilinde bu asimilasyon politikalarının ne derece etkisi var? 8 Mart gibi bir günde, “kadın erkek elele” demek kadınlara tünelin ucundaki ışığı gösterebilir mi?
Serginin çağrı metninde “Neden ‘Mücadelede Kadınlar’ Sergisi?” diye soruluyor ve şu cevap veriliyor peşi sıra: “Savaşsız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için verilen mücadelelerde kadınların varlığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. Kadının, iktidarın/sistemin dayatmaları karşısında duruşu; gericiliğe, ırkçılığa, savaşlara karşı hak alma mücadelelerinde gösterdiği direnişi görünür kılmak için… evde, sokakta, okulda, işyerlerinde kısaca yaşamın her alanında kadınların yükselttiği mücadele bayrağının daha da dalgalanması için…”

İnsanlık tarihinin bu evresinde bir “beyaz”ın, bir “siyah” ile sadece eşitliği savunması ne kadar yetersiz ise, bir erkeğin de bir kadın ile koşullarda eşitlenmeye çalışılması o kadar yetersiz gibi geliyor bana. Bin yılların ayrımcı uygulamaları ile iki cins arasında açılan arayı basit bir eşitlikçi anlayışla aşmak olanaksız çünkü. Bu nedenle sol muhalefetin hayata dair tüm önermelerinde kadınlara yönelik olarak pozitif ayrımcılığı öne çıkarması; parti yönetimlerinden, fotoğraf sergilerine kadar geniş bir alanı yeniden tarif edilmesi; erkeklerin işgal ettikleri alanları bu bilinçle terk etmeleri ya da kadınlar tarafından terk etmeye zorlanmaları gerekiyor. Yoksa korkarım, sömürüsüz bir dünyanın tek sömürüleni olarak kalmaya mahkûm olabilir kadınlar.


“Mücadelede Kadın” başlıklı serginin düzenleyicisi olan redfotoğraf grubunun, kadın hakları konusunda hassasiyete sahip olduğu serginin içeriğinden ve sergi metninden kolayca anlaşılabiliyorsa da durup düşünmek zorunda olduğumuz bazı noktalara daha detaylı bakmak gerekiyor. Sergi metninde mücadele kavramı açıklanırken “hayatın her alanında mağdurun kendini ifade etmesinde izlediği yol ve yöntemdir” deniliyor. Mağdur sözcüğünün “pasif ve kendiliğinden” olma haline karşın “mağdur edilen” ifadesini kullanarak, mağdur edilenler arasındaki kadının katmerli durumuna ayrıca vurgu yapmak bir zorunluluk arz ediyor.

Aynı metinde yer alan “Kadın sorununu, bir erkeğe karşı kadın mücadelesi olarak görmeyip, üretim ilişkilerinin, dolayısı ile iş bölümünün hakkaniyete uygun bir düzenle sağlanabileceğini düşünüyoruz.” cümlesi yaklaşım farkımızı ortaya koyuyor. Üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı sınıfsal ayrımın bir tarafındaki egemenin, sahip olduğu erki gönül rızasıyla bırakmayacağı gerçeği üzerinden hareket ederek politikalar ve mücadele yöntemleri belirleniyorsa, yine aynı düzlemden düşünmeye devam ederek, bir başka egemen olan erkeğin ani bir aydınlanma ile saltanatına sırt çevireceğini beklemek en azından yerleşik kültüre aykırı gibi görünüyor. Yerleşik kültürün değişimine kadar kadınları sadece sınıfsal mücadelenin saflarında kalmaya davet etmek sakın büyük bir haksızlık olmasın?

Tüm bu nedenlerle, sadece 8 Mart’larda da değil, soluk almaya devam ettiğimiz tüm zamanlarda kadınların pozitif ayrımcılıkla çoğunluğu sağlamasının önünün açılması, koşulların erkeklerin bahşettiği kadar değil, kadınların istediği gibi olması gerekiyor.

Fotoğrafları izlerken bir yandan bunlar dönüp duruyor aklımda ve bir yandan da “fotoğrafta kadın bakışı” konusu… Değerli fotoğrafçılarımızdan Laleper Aytek, geçmiş yıllarda yazdığı bir makalesinde bu konuyu tartışıyordu: “Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman, fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey olması zordur. (ki katılırım, fotoğraflar kendi başlarına da dururlar, sözlerini söylerler ve izleyene fotoğrafçısı olmadan da dokunurlar.) Bu düşünceden hareketle, kadın olmamızın (‘ben’lerimizi yapan diğer pek çok şeyle birlikte) çektiğimiz fotoğraflara, yazdıklarımıza olan etkisini sorgulamamanın ya da üzerine düşünmeyi reddetmenin bizleri geç kalmışlığımızın gerçek nedenlerini görmekten uzaklaştıracağını düşündürtüyor. (…) Kendi olma yolculuğunda kadın olmanın payını farkettikten sonra, kadınlığı fotoğrafçılığımızı ya da yazarlığımızı gölgeleyen, ikincilleştiren bir durum olarak değil, tam tersine onu çoğaltan, zenginleştiren bir durum olarak görebiliyor ve görebildikçe de bizi ‘kendi’lerimizden uzaklaştıran bu dünya sistemine karşı çıkıyoruz. İşte tam da bu noktada kadınlara en çok kadınların karşı çıktıklarını düşünüyorum. Tartışmaların bir yerinde “hepimiz insanız, niye bir de bu açıdan bakmıyorsunuz” diye sorulur sık sık. Oysa “biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen kadınlık ya da erkeklik kimliği, kişinin varoluşunu ve bu arada yaratım sürecini tıpkı şu ya da bu sınıftan olması gibi etkiliyor. Cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı deneyimler ve farklılık – biz istesek de istemesek de - fark yaratıyor”. (Fatmagül Berktay, "Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak")
Yaratmıyor mu?”

Bu son soruyu içimden tekrarlayarak fotoğraflara bir kez daha bakıyorum. Fotoğrafçı isimlerini görmemeye gayret ederek cinsiyetler arasındaki olası farkların izini sürüyorum. İlginçtir, erkeklerin fotoğraflarını daha kolay ayırt ediyorum fakat kadınlarda sıklıkla yanılıyorum. Erkekler tarafından çekilmiş fotoğraflardaki nispeten daha düz temsiller benim için kolaylaştırıcı. Kadınların fotoğraflarında olmasını beklediğim şey ne acaba? Fazladan bir duyarlılık, daha ince, daha yumuşak bir bakış? Hayır, elbette bunlar değil! Bunların da üretilmiş, yerleştirilmiş rol detayları olduğunu düşünüyorum çünkü. Beklentim ‘kadın’a içerden bir bakış. Bir erkek olarak baktığım fotoğrafta, beklemediğim, bilmediğim, hissedemediğim bir detayın farkına varmak. Hayatın, mücadelenin içindeki kadının bir kadın fotoğrafçı tarafından farklı betimlenmiş olmasını ummak, yersiz bir çaba mı yoksa? Ya da şu sorunun sorulması daha mı uygun? Farklı biyolojisi ve binlerce yıldır yok sayılmışlığın, ezilmişliğin bilinci farklı bir fotoğrafik yaklaşımı nasıl olur da ortaya çıkarmaz? Yoksa bu, aristokrasinin, burjuvazinin kendi sanatını ortaya çıkartabilirken, ezilenlerin kendi sanat anlayışlarını ortaya çıkarmakta yaşadıkları zorluğa mı benziyor? Her iki durumda da egemenin öğretisi belirleyici mi oluyor yoksa? Ve acaba Laleper Aytek ve Fatmagül Berktay dışındaki kadınlar ne düşünüyor bu konuda?

Sanırım çok da fotoğrafa dair bir yazı olamadı bu metin. Ama zaten fotoğraf dediğiniz nedir ki? Hayatın tam da kendisi değil mi? Ve 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde açılan bir serginin bunları düşündürmesi zaten serginin yapılma hedeflerinden biri değil mi?
(Not: Bu site konu ile ilgilenenler için önemli olabilir: http://www.womeninphotography.org/)

Yücel Tunca/2011-Evrensel Kültür Dergisi

Yorumlar

Çok Okunanlar