Katmanlar / 2019
Kale Mahallesi kolajı-Bergama (Fotoğraflar ve kolaj: Yücel Tunca) |
Elimde, cildi dağılmış, sayfaları birbirine karışmış bir
kitap var sanki. Okumaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bildiğim, hangi
sayfasından başlarsam başlayayım birbirinden kopukmuş gibi görünen hikâyeler
beni içine alıp sürükleyecek. Daha önceden okuduklarım ile ilk kez
okuyacaklarım iç içe geçerek zihnimi bütüne doğru taşımaya çalışacak. Şunu da
biliyorum ki o bütüne ulaşmak hiç mümkün olmayacak. Çünkü kayıp sayfalarla
beraber yitip gitmiş hayatların binlerce yıllık gizemine ulaşmak mümkün değil. Üstelik
bir yandan okuyucusu, bir yandan da yüzlerce karakterinden biri olduğum kitap
yazılmaya devam ediyor.
Başı sonu belli olmayan Kale Mahallesi’nin sokaklarına her
zamankinden farklı bir algıyla adımımı atarken bunlar geçiyor aklımdan. Nereye,
hangi yoldan gideceğini bilerek yola koyulmakla, nereye ve hangi yoldan
gideceğinin bir önemi olmadan yürümek arasında heyecan veren büyük bir fark
var. Geçmişte de böyle yürüyüşlere çıktım elbette. O yürüyüşler çoğunlukla
içsel bir yolculuğun fiziksel performanslarıydı. Düşüncelere dalıp, bendeki
diğer benlerle bazen kavgaya tutuşarak, bazen dertleşerek, içten içe
sayıklayarak yaptığım yürüyüşler gibi olmayacak bu kez. Fotoğraf çekmek için
başka şehirlerin başka sokaklarında; başka insanların ve köpeklerin ve kedilerin
ve kuşların arasında dolaştığım gibi de olmayacak. Fotoğraf çerçevesine
yoğunlaşmadan, leke dengelerine ve kritik anlara takılmadan yapılacak bir
yürüyüşü deneyimleyecek olmanın huzuruyla dolu içim. Yönlendiricilerime, yani
içgüdülerime, rüzgâra, seslere, ışığa ve sürprizlere güveniyorum.
Evden çıkıp adı halen Kınık Caddesi olan eski Kınık
Yolu’ndan sola doğru yürüyorum. İki yıldır yaşadığım cadde boyunca yürüsem tek
bir kişiyle bile durup sohbet edemeyeceğimi bilmek halen bir yabancı olduğum
gerçeğini yüzüme çarpıyor. Bu duygu rahatsız etse de aslında bunun hem bir
kaçınılmazlık hem de bir tercih olduğunu hatırlatıyorum kendime.
Hindiler gibi uzun uzun düşünüp harekete geçmiyorsan
düşünmenin kimseye faydası yok. Soldaki sokağın içinden gelen hindi sesleriyle
irkiliyorum. Bir hindi beni harekete geçiriyor. Çağrısına icabet edip Kalaycı
Sokak’a sapıyorum. Küçük bir kümesin içinde belli ki düşünmekten ve
mahpusluktan bunalmış feryat figan bağırıyor. Birbirimizin dilinden
anlamıyoruz. Kim bilir o neler diyor, kim bilir ben ne anlıyorum. Yabancı
olmanın bin türlü hali var… Dar ve uzun bir sokak burası… Evlerin çoğu kayısı
sarısına boyanmış. Kapı önlerindeki basamaklarda kadınlar, taburelerde
erkekler, gölgelik yerlerde oynayan çocuklar… “Merabayın” diyorlar, “merhaba”
diye cevaplıyorum.
Sağ tarafta Sercan’ın evi ve Güzel İşler Derneği’nin iki
katlı taş binası… Hemen yanında, restorasyonu bir türlü tamamlanamayan Ulaş’ınki…
İnşaat malzemelerinin arasında annesiz iki minik kedinin hayatta kalma savaşı
verdiklerini şimdi onları göremiyorsam da adım gibi biliyorum.
Sokağın sonuna doğru Fatih’in otelinin önünden geçip sağa
Mahmut Şevket Paşa Caddesi’ne sapıyorum. İttihatçiler ile bir dönem yakınlaşıp
başında bulunduğu Hareket Ordusu ile İstanbul’a gelerek II. Abdülhamit’i
tahttan indiren, Balkanlar’daki büyük Arnavut isyanını kanlı biçimde bastıran paşanın
vakti zamanında Arnavut nüfusun ağırlıklı olduğu bir mahalle sokağına adının
verilmesi yaşadığımız memleketi anlamak için kullanılacak reçetelerden biri
olsa gerek.
Tazeliğini kaybetmemiş yapraklarıyla sokağa doğru sarkan
asmanın gölgesinde durup etrafa bakıyorum. Tam karşımdaki beyaz evin önünde
serpilip boy atmış pembe zakkum rüzgârda salınarak yokuşun üst tarafını işaret
ediyor. Beş on adım sonra bu kez Mahmut Paşa Çıkmazı’na ulaşıyorum. İnsansız
bir sokak… Çoğu ev boş... Biri yıkılmış, viraneye dönmüş ama kapısı ayakta ve
zincirlenmiş, asma kilitle beyhude biçimde güvenceye alınmış. Sokağın sonundaki
iki katlı sarı ev de terkedilmiş. Çatısı, bacası sapasağlam… Kapısındaki zincir
ve asma kilidin varlığı diğerine göre daha makul görünüyor.
50 adımlık çıkmazdan çıkıp neredeyse karşı çaprazındaki
Kurtuluş 1 Çıkmazı’na giriyorum. Sokak girişine pahalı bir otomobil park etmiş.
Sağdaki taş yapıyı yakından tanıyorum. Tam bir yıl önce içine girmiş, tamiri
mümkün ve makul maliyette olursa İstanbul’daki ailemin yaşayabileceği bir yer
haline gelir mi, diye bakmıştık. Sanki tevekkül içinde hala onları bekliyor.
Geri dönüp yokuş yukarı yürümeye başlıyorum. Giriş katı gülkurusu,
üst katı kayısı sarısına boyanmış evin neredeyse yüz yıllık duvarlarına dokunup
kapısından içeri girip çıkmışların hikâyesini duymaya çalışıyorum. Evlerin
fısıltı gibi duyulan sesleri olduğuna inanırım. Gönül kapını açarak kulak
verdiğinde çoklarınca unutulmuş hikâyelerini anlatırlar. Biri hiç evlenmemiş,
diğeri genç yaşta dul kalmış iki kadının ileri yaşlarında aynı gece yan yana
odalarda hayata veda ettiklerine dair işittiklerimin detaylarını belki bir gün
yazarım.
Yokuşun ortalarında bir dört yol ağzına vardım. Sağa, Kılıç
Ali Paşa Sokak’a doğru sapasım var. Ama önce sağ köşedeki parlak maviye
boyanmış evi seyretmek için duruyorum. İşte tam o sırada siyah genç bir köpek
önce bana doğru geliyor, sonra beni oyuna davet eder gibi ayalarını öne doğru
uzatıp geriliyor ve ardından zıpkın gibi fırlayıp karşı sokağa koşuyor.
Duraksayıp tekrar bana bakıyor ve sonra tekrar sokağın derinliklerine dalıyor.
Peşi sıra hızlı adımlarla yürüyorum. Mahmut Şevket Paşa Caddesi’nin devamındayım…
Birden hatırlıyorum: Bergama’nın eski sinemacılarından ‘Sinemacı Cavit’in
hayattayken ailesiyle yaşadığı sokak burası. Cavit Bey’in karısı Münevver
Hanım’ın fotoğraflarını tam bu köşede çekmiş ancak sokağın içlerine
girmemiştim. Girseydim meyvelerini bütün sokağa saçmış, zifiri gölgesiyle
sokağı serinletmiş karadut ağacını görür, unutamazdım.
Dut yemeye daldığım için midir bilmem, oyuncu siyah köpek
benden umudunu yitirip ortadan kayboldu. Ağzıma son bir dut atıp Kılıç Ali Paşa
Sokak’a doğru geri dönerken başımı kaldırdığımda açık pencereden savrulan beyaz
tülü gördüm. Bir görüntü nasıl olur da serinleme hissi verir insana? Yıllar
önce İstiklal Caddesi’nden Şahkulu Bostan Sokak yokuşunu kullanarak Galata
Fotoğrafhane’sine giderken Alman Lisesi’ne bitişik eski binanın yaz aylarında
hep açık olan bir penceresinden uçuşan tülü gördüğüm Haziran gününü hatırladım.
Aynı serinleme hissi işte!
Kılıç Ali ile Kara Halil sokaklarının kesiştiği köşe Kale
Mahallesi’ndeki en sevdiğim yerlerden biri. Solumdaki alacalı maviye boyanmış
uzun duvar, köşe başlarını tutmuş sarı evlere doğru uzanıyor. Burada durup,
durduğunuz yerde zaman içinde yolculuklar yapabiliyorsunuz. Mekân sabit, zaman
değişiyor. Mekân sabit, renkler değişiyor. Mekân sabit, insanlar ve köpekler ve
kediler ve kuşlar değişiyor. Temel mesele de zaten mekândan ziyade zaman…
Küçük Alan’a ulaştığımda restorasyonu yeni tamamlanmış evin
karşısına, yol kenarına oturmuş kadınlar ile bir evin içerlek merdivenlerinde
kendilerini oyuna kaptırmış çocukların neşeli sesleri kaplıyor her yanı. Kadınlar
selam alıp vermemek için gözlerini kaçırırken çocuklardan bir ikisi çok da
önemsemeden elleriyle fotoğraf çekme taklidi yapıyor.
Küçük Alan Sokak boyunca ev diplerinden iki yanlı
akşamsefaları fışkırmış. Burayı bir de çiçek açtıkları saatlerde görmek lazım.
Şimdi sola doğru döneceğim. Zafer Sokak’a girdiğimde
Kurtuluş Mahallesi’nden Talat Paşa Mahallesi’ne geçmiş oluyorum. Köşeye park
etmiş kırmızı Tofaş’ın arka camının bir köşesinde Osmanlı Tuğrası, bir
köşesinde de Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası var. Şu köşe başı, kısa bir ‘Türkiye
Resmi Tarihi’ dersi gibi…
Zafer Sokak, Aya Teodari Kilisesi’nin
yerine inşa edilen 14 Eylül İlköğretim Okulu’nun arka bahçesine yaslanarak
Ertuğrul ve Turan sokakların birleştiği noktaya çıkıyor. Ne kadar militer, ne
kadar erkek, ne kadar düşmanlık yayan isim varsa tek birini ihmal etmeden
Türkiye’nin birçok yerinde olduğu gibi burada da Akropol’ün eteklerindeki
güzelim sokaklara dağıtmışlar. Oysa her sokak kendi adını bulabilmeli, üstelik
her sokak kendi adını bulacak bilgeliğe sahip.
Zafer Sokak bittiğinde tam karşıma Güler’in evi çıkıyor.
Yıllarca uğraşılıp abartısız güzelliğe sahip bir taş konak haline getirilen
evin beyaz ve pembe zakkum komşuları var. Kesme taşların, mavi panjurların ince
yeşil yapraklar ve pembe, beyaz çiçeklerle sohbeti dinlenmeye değer doğrusu...
Sola doğru devam edersem pek çok kez gidip geldiğim Domuz
Alanı’na çıkacağım. O yüzden rotamı sağdaki gölgesi bol Kültür Sokak’a
çeviriyorum. Giriştekiler dışında çoğunlukla tek katlı, yakın zamanda yapılmış
küçük evlerin sıralandığı sokak bitime yakın sola, Kale Çıkmazı’na kıvrılıyor.
O kıvrıma kendimi bıraktığım sırada arkamdan gelen kadının kedilerle konuşmasını
duyuyorum: “Ne oldu? Niye bağrışıyorsunuz? Acıktınız mı bakayım?” Ben
yavaşlayınca yanımdan geçip peşi sıra gelen kedilerle beraber Kale Sokak’a
sapıyor. Kale Çıkmazı’nda son anda fark ettiğim bir grup köpek ile baş başa
kalıyorum. Onlar benden, ben onlardan korkuyorum. Karşılıklı birbirimizi
tartıyoruz. İki tanesi dayanıksız çıkıyor ve duvar kenarına sürünerek yanımdan
geçip kaçıyor. Grubun diğer üyeleri hareketsiz bana bakarken ben de tek başıma
ve hareketsiz onlara bakıyorum. Bu bekleyiş ne kadar sürecek? Bekleyişin
sonunda ne olacak? Çıkmaz sokak belli ki onların mesken tuttuğu bir yer. Hani
demiştim ya, ben yabancıyım! Siyaseten değilse de olayı olmadık başka bir
boyuta taşımamak adına ani bir kararla gerisin geri dönüyorum. Arkamdan
koşmuyorlar da, havlamıyorlar da… Doğru karar verdiğimi anlıyorum.
Biraz önce kedileri de peşine takarak Kale Sokak’a sapan
kadının ayak izlerini takip edince kalabalık bir kedi cemaatinin içinde
buluyorum kendimi. Çeşit çeşit, rengârenk kedilerden oluşan topluluk yeni
bebeklerle iyice büyümüş. Hepsi sıcak nedeniyle miskinleşmiş; ya yatıyorlar ya
da bezgin bir halde amaçsızca yürüyorlar. Sanırım hava kararmadan hemen önce
kapılardan en az biri açılacak ve bir kabın içindeki mamalar hepsine pay
edilecek. Bunu biliyor olmalarının rahatlığındalar.
Kale Sokak’ın bitip Kılıç Aslan Sokak’ın başladığı noktaya
yine bir kırmızı Tofaş park etmiş. Mahallenin en üst kısmındayım. Sağımdaki
evlerin ardındaki yamaçta Akropol yolunun çamları dizili sıra sıra. Beyaz bir
evin kıyısında önce yenidünya olduğunu sandığım, yaklaşınca kayısı olduğunu
fark ettiğim ağacın dalları meyve bolluğundan yerlere kadar eğilmiş. Ağaç ile
bakışırken sağımda açılan kapıdan bir adam çıkıyor. Gülümseyip selam veriyorum.
Asık suratında bir nebze olsun aydınlanma olmadan yüzüme bakıyor ve selamıma
karşılık vermeden yürüyüp gidiyor. En kızdığım durumlardan biri bu. Bir baş
selamını bile çok görmek… Üzerinde Rumca bir yazıtın olduğu kurumuş çeşmeyi
geçer geçmez lime lime olmuş bir örtü ile örtülü eski traktörü görünce keyfim
tekrar yerine geliyor. Rüzgârla savrulan örtünün altındaki traktörün nedense
neşeli bir hali var.
Sıtkiye Sokak’ta sol tarafımdaki iki ev arasındaki boşluktan
harika bir Bergama panoraması görününce heyecanlanıyorum. Büyüleyici manzara sol
taraftan Kızıl Avlu ile başlayıp sağ tarafta Viran Kapı ile bitiyor. Derinlemesine
yayılan şehir, arkasına Bakırçay Ovası’nı ve Yunt Dağı’nı almanın güveniyle
Pergamon Akropolü’nü seyrediyor. Yığmatepe ve Maltepe tümülüsleri binlerce yıl
öncesinden bugüne başlarını uzatıp seyre katılmışlar. Arada hırçınlaşan rüzgâr
da olmasa ‘her şey kadim bir sükûneti sürdürmekte anlaşmış’, diyeceğim.
Manzaraya doyup yola devam ederken sağ taraftaki iki evin
arasındaki dar geçit ilgimi çekiyor. İki kişinin yan yana zor geçeceği aralığa
girmek için tarifsiz bir istek duyuyorum. Çocukken İstanbul, Edirnekapı’da
yaşayan halamların gecekondusu ile komşusu Muzaffer Teyze’nin gecekondusu
arasında da buna benzer bir geçit vardı. Geçidin sonunun evlerin arkasındaki
Edirnekapı Mezarlığı’nın duvarına çıktığını bilir, yüreğimizin korkudan gümbür gümbür
atmasına rağmen o aralığa girip çıkmaya bayılırdık. Meğer biz büyüdükçe korkular
bir yandan azalıp, bir yandan da değişiyormuş. Şimdi ise geçitte yürürken
içimde, korkunun yerinde güçlü bir merak duygusu var. Bir sürpriz bekliyor mu
beni?
Hayır! Yirmi adım sonra hafif yamaçta dikenli tellerle
çevrilmiş iki bahçenin arasında buluyorum kendimi. Bir kümesin içinde telaşla
sağa sola koşturan tavuklardan başka hiçbir şey yok görünürde. Dönüyorum…
Sıtkiye Sokak bugünün üçüncü kırmızı Tofaş’ı ile karşılaşmamı
sağlıyor. Bir ayrıcalığı, farklı bir anlamı mı var acaba kırmızı Tofaşlar’ın?
“Beyaz Toros”larla yayılan karanlığı yaşamış bir ülkede sorulması normal bir
soru bu…
Biraz ileride gülkurusuna boyanmış bir başka evin açık
pencerelerinden sokağa taşan çocuk kıkırdamalarını işitince duruyorum. Beş on
basamakla çıkılan kapının bir yanındaki duvara kocaman beyaz bir kalp çizilmiş.
Diğer duvarda ise yine beyaz ve kocaman ay-yıldız… Buralar hep böyle işte…
Sokağın devamındaki atmosfer şunlardan oluşuyor: Satışa çıkarılmış
karşılıklı iki ev, uzun bir duvarın üzerinde neden yazıldığını anlamadığım ve
sanki sonsuz kez tekrarlanarak yazılmış “mi” soru eki, yıkık bir evin duvar
taşları arasında antik bir mermer sütun, sadece yan duvarları kalmış bir başka
yıkıntının içinde sıcaktan bayılıp yatan iki kedi, uzaklarda köpek havlamaları,
yakınlarda telaşlı çocuk konuşmaları… Kuş seslerini ise saymıyorum. Çünkü gün
batımıyla susan kuşlar gün doğumuna yakın saatlerden itibaren Kale
Mahallesi’nin her yanında, her sokağında tükenmeyen bir enerji ile şakıyorlar.
Siz hayatınızda hiç pencereyi açıp kuşlara “bir susun artık!” demek istediniz
mi? Burada oluyor böyle şeyler…
Beklemediğim biçimde Roma Çeşmesi’ne ulaşıyorum. Kale Çeşme
Sokağı’nın köşesindeyim. Gölgedeki basamaklarda dört kadın sohbet ederken,
çeşme başında yedi sekiz çocuk bağıra çağıra, ıslana ıslata beş litrelik pet
şişelere su dolduruyor. Doldurdukları şişeleri Domuz Alanı’nın kenarına park
etmiş minibüse taşıyorlar. Minibüsün başındaki adam çocuklara istifleme sanatına
dair kıymetli bilgiler veriyor.
Rumların henüz yerlerinden edilmediği yıllarda bu meydanda
domuz satıldığı için halk arasında Domuz Alanı olarak bilinen meydana devlet
İttihat-i Terakki Meydanı adını layık görmüşse de bu adlandırma sadece
haritalarda kalmış.
Sağa dönüp Elaia Otel’in önünden geçerken Vedat’a uğrayıp onunla
bir çay içmeyi düşünüyorum ama meydanın bitimindeki renkler ve hareketlilik
düşüncemi değiştiriyor. Jan ve eşinin evlerinin önünde bir düğün töreni için
hazırlık yapılıyor. 20 yıldan daha uzun zaman önce yaz aylarında yaşamak için
Bergama’da aldıkları evlerine gelen Fransız çift muhtemelen her yıl olduğu gibi
bu yıl da bahçelerinde oturup Erik Dalı dinleyecek. Belki de davet edildikleri
düğünü bu akşam beyaz kumaş ve kırmızı kurdele ile süslenmiş kiralık plastik
sandalyelerden izleyecekler. Tıpkı tam bir yıl önce meydanın diğer köşesinde Günseli
ile benim düğün yemeğimize gelip izlemeleri gibi…
Domuz Alanı bitip de Asya Sokak’a ulaştığımda yürüyüş
sırasında ilk kez bir zeytin ağacı gördüğümü fark ediyorum. Zeytin ağacının
bazı dalları ceviz ağacının dallarına, cevizinkiler bir asmaya, asma ise
mandalinaya karışmış. Altlarında yağ tenekelerine, hemen karşılarında da
rengârenk boyanmış saksılara ekilmiş çiçeklerle şekerlemeye benzemiş bir bahçe
var. Bahçenin girişinde bir antik sütun, sütunun üzerinde Korint üslubunda bir
sütun başı ve tabii ki onun da üzerinde kırmızı saksı içinde pembe sardunya…
Renk cümbüşünden kendimi koparmak kolay olmuyor. Buradaki
birkaç ev süsleme sanatı konusunda belli ki birbirleriyle amansız bir yarış
içinde…
Asya Sokak aniden ve ürkütücü biçimde dikleşen bir yokuş.
Otomobil ile bile buradan inip çıkmak heyecan verici. Hele benim gibi bir acemi
için… Yaya olarak da hiç kolay değil doğrusu… Kale Mahallesi’nin tamamında
olduğu gibi burada da Arnavut kaldırımı ile kaplı yokuştan kaymadan inmek
–tamam biraz abartıyor olabilirim- epey bir hüner gerektiriyor.
Yokuşu sonuna kadar inersem eskisi gibi gür akmayan Selenos
Çayı’nın kenarına ulaşmış olacağım. Kale Mahallesi’nin bu bölümüne adını veren,
kiliseden camiye dönüştürülmüş Ulu Cami’yi ve Selenos’un karşı kıyısındaki
Tabaklar Hamamı’nı bildiğim için aşağıya kadar inmeyip daha önce hiç girmediğim
soldaki Vakıfbahçe Sokak’a sapıyorum. Böylece yoluma Ulu Cami’nin üst
tarafından devam ediyor olacağım.
Sokağın biraz ilerisinde sanırım bir taziye var. Yaklaştıkça
insanların neşe içinde konuştuklarını görüyorum. Cenaze değil bir düğün yemeği
olmalı bu. Sokağın üstüne asılan devasa büyüklükteki mavi branda ile
gölgelendirilmiş masalarda kalabalık bir grup tabldot tabaklara konulmuş
yemekleri yiyor. Rüzgâr mavi brandayı nedensiz biçimde söküp almaya çalışıyor,
sert biçimde çırpıyor, inanılmaz bir gürültü çıkartıyor. Oysa yemeklerini
yiyenler nasıl da sakin… Tulumba tatlısını pek güzel yapan Tatlıcı Nuri ile göz
göze geliyoruz. Kısa bir hal hatır sonrasında başka bir masadan tanımadığım bir
adam “Misafirsiniz herhalde, bir yemeğimizi yer misiniz?” diye sesleniyor.
Yanına gidip, Bergama’da yaşadığımı, misafir sayılmayacağımı, çok yakın zamanda
yemek yediğim için aç olmadığımı ve buna benzer bir şeyler daha söyleyerek
teşekkür ediyorum. Sokağın üzerini örten branda nedeniyle tenleri mavileşmiş
güleç insanları geride bırakırken böyle durumlarda hep olduğu gibi kendimle
tartışıyorum:
- Yabancı olmayı, yabancı kalmayı sen seçiyorsun işte!
- Ne ilgisi var?
- Neden oturup iki lokma yemedin?
-Aç değilim ki! Hem belki sınırlı yemekleri vardır…
- Öyle olsa davet etmezlerdi. Hadi yemedin, neden biraz
daha durup hiç değilse iki kişiyle sohbet etmedin?
- Ne konuşacaktım ki? Biliyorsun beni…
- Ya tamam! Yürü allah aşkına…
Işık güzel, rüzgâr tatlı sert, solumdaki ev lila renginde… Aşağıdaki
caddeden geçen bir düğün alayının korna sesleri kuş seslerini bastırmaya çalışıyor.
Sağımdaki Türkeli Sokak’a sapmayıp, kuru bir çeşme ve bir
merdivene dizilmiş çiçeklerle merhabalaşarak devam ediyorum yola. Vakıfbahçe
bitiyor, narçiçeklerinin deli rengine bulanmış Soğan Dere Sokak başlıyor. Domuz
Alanı’nın bir altındaki sokakta olduğumu fark ediyorum. Şu köşede San’Art
olmalı… Evet, bildim! Önünde sade biçimde süslenmiş bir gelin arabası duruyor.
Düğün mevsiminin başladığı nasıl da belli… Kırmızı kurdeleli sandalyeler,
kornalar, tabldot yemekler, süslenmiş arabalar…
Köpeğini gezdiren yaşlı adamın peşinden yürüyorum. Köpek iki
de bir durup bana doğru çeviriyor dostane olmayan bakışlarını. Adam
çekiştirince beş adım atıp yeniden bana dönüyor. “Merak etme, yabancı
olabilirim ama ben dostum” diyorum içimden gülerek. Soldaki Osmanlıca yazıtlı
kuru çeşme iç sesimi duyup gülümsüyor. Göz kırpıyorum ben de ona.
Yol kenarına dizilip güneşte kurutulan ekmeklerin hemen
sonrasında kısa bir çıkmaz sokakta bir evin duvarına bitişik boylu boyunca
uzanan antik sütun pırıl pırıl parlıyor. Belli ki mahalleli onu bank olarak
kullanıyor akşamları. Birazdan 14 Eylül İlköğretim Okulu’nun bahçesinde de iki
benzerini göreceğim. Bu bank olarak kullanılan sütunun da diğerleri gibi Aya Teodari Kilisesi’nin kalıntılarından olduğunu tahmin ediyorum.
Buraya kadar getirilişinin hikâyesini dinlemek isterdim doğrusu…
Soğan Dere Sokak’ın bitiminde sol köşedeki iki katlı,
görkemli taş binanın büyük metal panjurları rüzgâr ile bir açılıyor, bir
kapanıyor. Dev gibi büyük bir enstrümana benziyor uzaktan bakınca. Melodik olmayan
ürkütücü sesler çıkaran müzik aletini başarıyla kullanan rüzgârın performansını
alkışlayarak sağa, Tabak Köprü Caddesi’ne ve birkaç adım sonra da sola dönerek
Arif Bey Sokak’a sapıyorum. İpteki mandaldan kurtulup özgürlüğe kanat açmış
renkli bir çocuk çorabı uçup geçiyor önümden. Çocuk çorabı Kadı Sokak’a doğru
uçarken 14 Eylül İlköğretim Okulu’na yaklaştığımı fark ediyorum. Okulun karşı köşesindeki
konak son nefesini vermek üzere… Konağın ahşap çıkması lime lime olmuş. Rutubet
ve tahta kurtlarına teslim olduğu her halinden belli…
Kadı Sokak’ın sonuna doğru sağımda kalan Dündar Sokak’a
bakıyorum. Neredeyse tümü çökmek üzere olan evler dizili sokağın iki yanında.
Sokak girişinde kocaman bir uyarı levhası var: “Dikkat! Çökme Tehlikesi!” Demir
konstrüksiyon ile ayakta tutulmaya çalışılıyorlar şimdilik.
Olağanüstü işlemeleri olan demir bir kapıdan bol tüylü beyaz
bir Terrier ile çıkan adamın peşi sıra Dede Sokak boyunca yürüyorum. Terrier
benimle hiç ilgilenmiyor. Yıllar önce Liza ile tanışsaydı bana karşı da böyle
kayıtsız kalmazdı, diye düşünüyorum. Sevgili Liza 12 yıldır Galata’da bir
akasyanın gölgesinde sonsuz uykusunu uyuyor.
Yeni Çıkmazı tabelasını görünce sağa dönüp yine daha önce
girmediğim bir sokağa dalıyorum. İçimden bir ses tabeladaki isme rağmen bu
sokağın çıkan bir sokak olduğunu söylüyor. Bozuk yoldan çocuk arabasını
zorlukla ittiren bir kadın geçiyor yanımdan. Sonra iki çocuk koşuyor çıkış
noktasına doğru. Haklıymışım! Muhtemelen yakın vakitte yıkılan bir evin arazisi
hiç değilse yayalar için sokağı çıkmaz olmaktan kurtarmış. Üstelik arazinin
diğer tarafındaki Doğu Çıkmazı’nı da! İki çıkmaz birleşip bir sokağa dönüşmüş.
Vardığım yeri görünce şaşırıyorum: Aşağıya inmişim bile!
Halı yıkama ve açık hava düğün salonu gibi işlevleri de olan otoparkın yanından
yürüyüp Kınık Caddesi’ne, Kızıl Avlu’nun karşısına çıkıyorum. Evden, yürüyüşe
başladığım noktadan sadece 100 metre uzaktayım.
Eve dönmek yerine hızlı adımlarla Mahmut Şevket Paşa Caddesi’ne girip tekrar yokuşu tırmanmaya başlıyorum. Neredeyse iki saat önce buradan geçerken, kullanılmayan kayısı renkli taş binanın içerlek merdivenlerine oturmuş telefonda konuşan ve tişörtü bina ile aynı renkte olan genç halen orada, konuşmaya da devam ediyor. Gözlerime inanamıyorum! Sesi kulağıma kadar ulaşıyor: “Öyle olmadı, diyorum sana. Ama dinlemiyorsun ki… Bırak da anlatayım…” Belli ki en az iki saat daha burada...
Yokuşun ortalarından daha önce saptığım Kılıç Ali Sokak’a
değil de sola Turgut Sokak’a sapıyorum. İki adım sonra top oynayan yedi sekiz
yaşlarındaki çocuklardan fırça yiyorum: “Buradan geçmeyin ya! Top oynuyoruz
işte!” Hızlanıyorum. Bergama’ya taşınmaktan vazgeçtikleri için çok üzüldüğümüz Hale
ile Hakan’ın yakında satışa çıkaracakları evlerinin kapısında oturan öncekilere
göre yaşça daha büyük çocuklar cep telefonunda futbol oyunu oynuyorlar neşe
içinde. “Bu da mı gol değil!” diye bağırıyor içlerinden biri. Diğeri “Ve gol!
Ve gol! Ve gol!” diye bağırıyor ötekinin sesini bastırarak.
Sokağın sonundaki köşede bir adam küçük kızına bakkaldan
istediği bir çikolatayı alması için para veriyor. Kapısında rengârenk topların
asılı olduğu bakkala koşan kızının ardından “Abine de al!” diye sesleniyor.
Parmakbatıran Caddesi’ndeyim şimdi. Gün batımı yaklaştı.
Evlerine dönen insanların sabırsızca kullandıkları motosikletler aşırı
gürültüyle peş peşe geçiyorlar cadde boyunca. Birkaç yıla kalmaz korkarım
Hindistan sokakları gibi olacak buralar. Kuş seslerini bastırabilen tek gürültü
bu galiba mahallede…
Gürültüye aldırış etmeme rolü yaparak caddenin sağ
tarafındaki hayranı olduğum ikiz evlere doğru yürüyorum. Yatay ışık şimdi daha
da güzel görünmelerini sağlıyor. Sokağın karşısında gölgeye çekilip her bir
detayı görmeye, daha önce fark etmediklerimi bulmaya çalışıyorum. Fakat
motosikletlerden rahat yok bu caddede. İkiz evlerin yanı başındaki daha önce
girmediğim sokağa atıyorum kendimi.
Tevfikiye Sokak birazdan anlayacağım gibi epey uzun bir
sokak. Daha başlarındayken ilk sürprizle karşılaşıyorum: Her zaman cadde
tarafından aşağıya doğru baktığımda gördüğüm bahçenin şimdi hizasındayım.
İçerisi çeşit çeşit hayvan ile dolu. Besili bir hindi tüm güzelliği ile ortada
bir yer seçmiş kendine. Kabardıkça kabarıyor… Etrafında köpekler, tavuklar,
horozlar, kazlar, ördekler dolaşıyor. Bir tek köpekler fark ediyor beni. Adet
yerini bulsun diye bir iki havlayıp susuyorlar.
Hafif eğimle inen Tevfikiye Sokak’ının ikinci sürprizi de
bir taş duvar. Katmanların içinde dolaşmak niyetiyle çıktığım yürüyüşü somut
bir katman görüntüsüyle taçlandırıyor. Sokağın sol yanında uzanan duvarın en
üst bölümü delikli kırmızı tuğla ile örülmüş. Üç dört sıra tuğlanın altında
eski taşlardan oluşan yüksek katman var. Bu katman aşağılara doğru daha büyük
ve daha biçimli taşlardan oluşmaya başlıyor. Akropol yapılarında ve surlarda
gördüğüm Roma ve Bizans taşlarının karışımı… Öyle ki aralara mermer sütün
parçaları da serpiştirilmiş.
Binlerce yılın kesintisiz hikâyesini bugüne taşıyan duvara
teşekkür edip Tevfikiye Sokak’ın nereye kadar uzadığını öğrenmek için yürümeye
devam ediyorum. Birkaç yüz metre sonra mahalle bitiyor ama sokak devam ediyor.
Artık kırsal bir alandayım. Sokağın iki yanında bahçeler ve tarlalar var. Boz
renkli bir eşek bağlı oldu ağacın gölgesinde muhtemelen ayakta uyuyor. Telaşlı
kapkara bir tavuk koşarak geçiyor yanımdan. Yemişlerini erken dökmüş bir incir
ve beş on tane çam dışında pek ağaç da yok etrafta. Sonunda yol da bitiyor.
Dönüyorum.
Tevfikiye Sokak’tan Kayalık Sokak’a geçtiğimde başımın
üzerinde kanat çırpışlarıyla fark ettiğim beyaz güvercinleri görüyorum. Bir
kuşbaz yaşıyor olmalı bu evlerin birinde. Tek katlı, beyaz boyalı evlerin
penceresiz duvarları kaplamış sokağın iki yanını. Belli ki duvarların ardında
mahrem avlular var. Eskişehir’de annem gibi Bulgaristan göçmenlerinin yaşadığı
mahalleleri hatırlatıyor.
Kayalık Sokak’ın sonunda sokağa kilim serip oturmuş
kadınlarla selamlaşıp kısa bir süreliğine Kestelli Sokak’a giriyorum.
Kestelli’nin önünü üst taraftan dolaşıp gelen yine Kayalık Sokak kesiyor. Son
zamanlardaki gözdemiz Akasya Park’a bu bilmediğim yoldan çıkmak beni
sevindiriyor. Güneş batarken sağımda Attalos ve Akropolis otelleri, solumda
Akasya Park; Kayalık Sokak’ın sonuna doğru yürüyorum.
Birazdan Parmakbatıran Caddesi ve Kınık Caddesi ile
kesişecek yol. Yürüyüşümü tam o kesişme noktasında; hepimiz adına özgür bir
güneş ülkesi kurmak için isyan eden Aristonikos’un heykeline neredeyse on adım
uzakta; bir vakitler ülkücülerin kurtarılmış bölgesi olan bu
sokaklarda devrimci bir umut olarak yeşeren, 27 Mayıs 1981'de İzmir’de öldürülen Selim Martin’in çocukluğunun,
gençliğinin geçtiği evin önünde, onu saygıyla hatırlayarak bitireceğim.
İnsanlar ve sokaklar, sardunyalar ve saksılar, kediler ve
mama tasları, kırmızı Tofaşlar ve Arnavut kaldırımları, aylandızlar ve antik
sütunlar, kırlangıçlar ve yüz yıldır her bahar renk değiştiren duvarlar, hepsi
ama hepsi usulca sessiz bir maviyle kaplanıyor. Cildi dağılmış kitabın
sayfalarını dilediğim sırayla okuyup, bazı sayfaları atlayıp, bazı sayfalarını
bizzat yeniden yazmış olmanın; başka bir
gün çıkacağım olası yeni yürüyüşte kitap sayfalarının bambaşka bir biçimde
harmanlanacağını bilmenin huzuruyla veda ediyorum güne.
Yücel Tunca / Bergama-19 Haziran 2019
(Sarı Denizaltı'da Günseli Baki'nin yürüttüğü Psikocoğrafya Atölyesi'nin fanzini için üretilmiştir.)
Kelimelerle insanı alıp götüren bir hikayeyi yaşamak gibi... Emeğinize ve kaleminize sağlık Yücel Hocam.
YanıtlaSilKelimelerle insanı alıp götüren bir hikayeyi yaşamak gibi... Emeğinize ve kaleminize sağlık Yücel Hocam.
YanıtlaSil