Fotoğrafta Şok Beklentisi / 2010
Şok beklentisi ve şok etkisinin kökeni, çağımızda
ilkel olarak anılan toplumların kültürel-dinsel törenlerine kadar uzanıyor. Bu
toplulukların bize ürkütücü görünen maskları ve ayin eşyaları, çoğu kez
sanılanın aksine onlara da ürkütücü görünüyor olmalıydı ki yüklendikleri işlev ayin
sırasında korku ve irkilme duygularını uyarmaktı. Bu da kolektif bir trans
durumunun oluşmasını kolaylaştırıyordu. Bu etki, oyuncuyla izleyici arasındaki
özdeşleşmeyi engelleyen, hipnotize ederek aşılamayı temeline alan bir biçimdi.
Gladyatörün hayatta kalma mücadelesinden,
deneyiminden bugüne değişen, sistemli olarak modifiye edilerek modern zamanlara
uyarlanan “çağdaş arenalar”ın korkutucu, irkiltici ve çıplak şiddeti, mitolojik
çağrışımlar zincirinin halkalarından beslenerek yeni mitler, kahramanlar
yaratmaya devam ediyor. Kimi basın ve belgesel fotoğrafçılarından söz ediyorum.
Birbiriyle içiçe olduğunu düşündüğüm iki
bağlamda ele alacağım “Şok beklentisi”ni. Bunlardan ilki belgesel fotoğraf
alanında üretilen “sarsıcı-şok eden” görüntüler ve diğeri de basın fotoğrafında
sıkça karşılaştığımız yine benzer ve fakat dozu çoğu zaman daha yüksek olan “sarsıcı-şok
eden” görüntüler. Ve yine bununla birlikte etik bir problem olarak
değerlendirdiğim “şok beklentisi ve etkisi”ne üç eksende bakmaya çalışacağım:
Fotoğrafçı, yayın organı ve okuyucular.
Oturduğu koltuktan, aslında organik bir
parçası olduğu şiddetin ve yıkıcılığın yeniden ve yeniden üretilmesi,
devamlılığının sağlanması için tempo tutan insan, bastırdığı dürtülerin “şok
edici” görüntüler ile temsiliyle kendi canavarının “can alıcı sertlikteki
müsamere ortamında” kısa süreliğine de olsa serbest kalmasına izin vererek,
hazzın bir başka boyutunu yaşıyor. Toplumsal kabulün de yataklık ettiği bu
durum vicdan çarklarının çalışmasını bile engelleyebiliyor.
“Gerçek tehlike ve sıkıntı anında hiç zevk
yokken, sıkıntı ve tehlike öyküleri anlatıcı ve dinleyiciye zevk verir” diyen George
Santayana bu noktada önümüzü açıyor. Anlatıcı rolündeki fotoğrafçı ile dinleyici
konumundaki izleyici ortak paydada buluşuyor: Arz-talep döngüsünün karmaşasında
herkes “Pazar”daki yerini alıyor.
Korku tünelinin çıkışının olduğu önceden
bilindiğinde bu tünelin zevk verdiğini hepimiz biliriz. Macera ile deneyim
arasındaki farktır bu. Macerada tünele giren özne ile çıkan özne aynıdır. Bir
değişim ya da başkalaşım olmayacaktır. Deneyim ise, öznenin dönüşmesini,
başkalaşmasını içerir. Deneyimi yaşayan ve fotoğrafçıların konu dedikleri
canlılar, kendi hayatlarının istismarla, tacizlerle, acıyla, ölümle travmaya
uğrayışını, fotoğrafçının özden kopuk diliyle anlatmaya çalışması karşısında
nasıl da daha çaresiz hale gelirler. Yağmalanan hayatlarından fotoğrafçının
anladığı kadarıyla, sarkmış göğüslerinin ardında gülümsemeye çalışan bedbaht bir
yüz, iki yana açılmış bacaklarının arasına girmeye çalışan karanlık bedenin
tanıdık vurdumduymazlığıyla herşeyden vazgeçmiş bir hiç, kocasının ya da
karısının parçalanmış gövdesi başında ne yapacağını bilmez durumdaki sevgili,
parmaklarının arasında ve parmaklarını yakmakta olan ama bunu hissedemediği
sigarasının gerisinde gözleri yarı kapalı bir çocuktur o.
Anlatıcının bu hikayesi, koltuğunda
otururken gazetesinin, dergisinin, albümünün sayfalarını çeviren,
bilgisayarının başında sörf yapan ya da yemeğe gitmek için acelesi olan sergi
izleyicisine tanımlayamadığı bir haz verir. Anlatılan kendi hikayesi değildir.
Kendisi de başka biçimlerde aşağılandığı halde o sırada gördükleri arasında ne
kendi ne de yakınlarından biri vardır; aşağılanan, yağmalanan, öldürülen
kendinden biri değildir neticede.
İnsanın özünü saf ve erdemli göstermeye
dayalı anlayışlara sahip olanlar, Habil-Kabil efsanesini, Cengizhan’ın
kıyımlarını, kölelik sistemini, kölelik düzenini, engizisyon ve Haçlılar’ı,
Amerikan yerililerinin soykırıma uğratılmasını, Franko, Mussolini ve Hitler’in
katliamlarını, Kafkasya ve Anadolu halklarına uygulanan baskı ve soykırım
politikalarını, Hutularla Tutsiler’in Fransa kışkırtıcılığındaki kitlesel
kıyımlarını, Kosova’yı, Dünya Savaşları’nı, nükleer bombaları, mayınları,
bireysel silahlanmayı, törelere dayandırılarak mazur gösterilmeye çalışılan
cinayetleri, cinsel, dinsel, ırksal ve ulusal ayrımcılık ve şiddeti görmezden
gelirken, insanın yok edici şiddetini ve yağmacılığını kayıt altına alma
iddiasındaki bir kısım fotoğrafçıyı da alkışlama eğilimindeler. Oysa ki bu
fotoğrafların önemli bir bölümü kayıt oluşturmanın dışında, şiddetin
çoğaltılmasına ve sıradanlaşmasına yeni bir kapı aralamakta. Egemen olanın tam
da istediği gibi…
Eğer ki madde bağımlısı çocukların; seks
işçisi eşcinsel, kadın ve erkeklerin; günlük hayatta ya da savaşlarda
öldürülenlerin; bir saldırıda kanlar içinde kalanların; aile içi ya da
toplumsal şiddete uğrayanların; yakınlarını kaybeden kederli insanların
görüntüleri bir dekadans yani bir çürüme göstergesi olmasaydı ve hatta global
bir orji olarak değerlendirilmeseydi, bu görüntülerin tartışmaya açılması da
daha baştan gündemden düşmez miydi? Oysa ki içten içe tartışılıyor yıllardır.
İşte AP Yönetici Editörleri tarafından
yürütülen bir araştırma bu tartışmanın muhtelif sonuçlarını ortaya koyuyor. Ama
önce araştırma konusuna ilişkin bir görüş: Poytner Gazetecilik Enstitüsü etik
grup lideri Kelly McBride şöle diyor: “Fotoğrafı huzursuz ve hatta saldırgan
yapan karmaşık bilgiler var gibi gözüküyor. Biri ölü bedenler ve diğeri şişmiş
çürüyen bedenler.” Öte yandan araştırmaya göre, bir çok gazeteci örneğin
Endonezya’da yaşanan Tsunami felaketinde ölen insanların fotoğraflarının olduğu
gibi yayınlanması konusunda fikir birliğinde. Okurlar ise bu kadar kararlı
değil: “Aynı şey benim başıma gelseydi bu fotoğrafların kullanılmasını ister
miydim?” diye soruyorlar kendilerine. Daha azınlıktaki bir grup ise “Bu
fotoğraflar her ne kadar içimizi burkuyorsa da bizden uzakta yaşanan bu dramı
anlayabilmemiz ve belki de yardim elini uzatabilmemiz için önemli bir bilgi
içeriyorlar.” Okuyucu değerlendirmeleri umut vaadediyormuş gibi görünse de, bir
Amerikan gazetesi editörünün açık sözlülüğü bizi “pazar”ın gerçekleriyle
yüzleştiriyor: “Newsday gazetesi, abonelerine göndereceği gazetelerde şiddet
görüntülerini iç sayafalara alırken, bayi satışına çıkartılan gazetelerde bu
görüntüleri ilk sayfaya yerleştiriyor. Çünkü okuyucular, bir çok gazete
arasından tercih kullanırken bu fotoğraflar önemli bir rol oynuyor.”
Aynı araştırmaya göre, Irak’ta kafası
kesilerek infaz edilen ABD vatandaşı Nick Berg’in öldürülüşünü görmeyi
reddedenlerin sayısı yüzde elliyi ancak geçebiliyor. Okuyucuların pek çoğu
gördükleri karşısında “şok” olduklarını söylüyorlar. Ancak itirazlarına dikkat
edin: “Böyle görüntülerin yayınlanması düşmanlarımızın işine yarar.” Öldürülen
kişi ve ailesinin haklarını anımsayan çok az içlerinde.
Ali Rıza Tura’nın sirk insanlarının
dışavurumcu ressamlar tarafından ele alınışını değerlendirirken söyledikleri, günümüz
fotoğrafçılarının yaklaşımlarına da uyarlanamaz mı acaba? “Vahşiliklerini,
öldürücülüklerini gemlemeyi, bir gösteriye dönüştürmeyi öğrenmiş, doğaları
sakatlanmış hayvanlarla, toplumsalın ilk basamaklarında duran ya da orada
kalıveren insanlar, yani çocuklarla meczuplardır bunlar.
Toplumsallaştırılamamış bir doğa ile doğasını çoktan unutmuş bir toplumun,
normalle sakatın, gerçekle gerçek altının sınırlarının karşılıklı olarak
kabullenildiği yerde gösteriden sözedilebilir ancak.” Hayatın uç noktalarında
dolaşmayı, uyarıcı ve dönüştürücü bir beklentinin uzağında, adeta kişisel bir
çıkış yolu olarak gören, algılayan bu fotoğrafçı grubunun da bize gösterdiği
böylesi bir sirk değil mi? Bu gösterinin iki boyutlu bir kağıda kaydedilmesi
her zaman parayla da ilgili değil. Türlü biçimlere bürünerek, takdir edilme,
beğeni kazanma, onaylanma, kahramanlık mertebesine yükselme eğilimi olarak da kendini
gösteriyor (Bakınız, mesleki yarışmalar; bakınız sergi salonları). Başarı, “zor durumların
insanı”, “her babayiğidin harcı değil”, “o bir kahraman” değerlendirmeleri ile
geliyor. Adrenalin sporlarında sporcuların, yaşamsal
tehdit de barındıran etkinliklerde bulunarak, heyecan dozunu yükseltmeyi tercih
etmeleri, adrenalin salgısının artmasıyla da bunun bir tür bağımlılığa
dönüşmesi gibi, bu cevval fotoğrafçılar
hayatı indirgemeci bir anlayışla yeniden kurguluyorlar. Bu kurgunun temelinde,
varlığın değerini yeniden keşfetme-anlamlandırma çabası değil, tersine yaşanan
içsel gerçekliğin üzerini “herkesin yapamayacağı” biçimde kalın bir sis
perdesiyle örterek gösterişli bir farklılık yaratma, biricik olma isteği
yatıyor.
Ancak
bu elbette tek başına fotoğrafın-fotoğrafçının sorunu da değil. İnsan egosunun
yanı sıra toplumsal düzenek ve kabullenişler de bu durumu körüklüyor. Yıkıcı
fotoğrafların oluşturduğu bir gösterinin ardından ayağa kalkıp, heyecan ve
coşkuyla alkışlayan izleyicilerin yarattığı durum örneğindeki gibi… Ve
gladyatör –ki bir gladyatör için dövüşmek hayatta kalmanın biricik yolu idiyken,
fotoğrafçı için bu böyle mi?- sahneye çıkıp mutluluk içinde selamlıyor
alkışçıları. Fotoğrafın ve fotoğrafçının bu insanlardan korunması gerekiyor.
Fotoğrafçının çoğu zaman kendini bilincinin
dışında güdülerinin sürüklediği bir akışta bulduğu söylenir. Robert Capa gibi…
Capa, savaşların biteceği ve işsiz kalacağı günleri beklediğini, özlediğini
söyler ancak şu sözler de onundur: (Cumhuriyetçi Askerin Ölümü adlı fotoğrafı
çekmesine dair) “Daha sonra İspanyol İç Savaşı’nın en esaslı pozlarından birini
yakaladığımı öğrenecektim.” Ya da şunu söyler: “Ne yazık ki, film heyetinin
başka bir yerde randevusu olduğundan ve beni de otele sürüklediklerinden işim
yarım kaldı. Çekimlerimi ertesi gün tamamlamak istedim ama ayın 20’sinde sadece
sirenler çaldı, bombardıman olmadı.” Bir mektupta ise özeleştiride bulunur:
“Kendimi giderek bir sırtlana benzetiyorum. Yaptığın işin değerini biliyor
olsan da, sinirlerini bozuyor. Herkes senin casus olduğundan ya da başkalarının
ölümünden para kazanmak istediğinden kuşkulanıyor.”
Sebastiao Salgado, yoksulluklar, ağır
çalışma şartları altında ezilen insanların fotoğraflarını çekerken hiç de
rahatsızlık duymadığını şu sözlerle dile getiriyor: “Dünyada fotoğraftan
korunması gereken hiçbir insan olduğunu düşünmüyorum.” Fotoğrafı zararsız mı
görüyor yoksa bir misyoner gibi mi bakıyor yaptığı işe? Oysa insanların
fotoğraftan korunması gerekiyor. Timothy O’Sullivan, Amerikan İç Savaşı
sırasında cephede ölen ama fotoğrafın anlatımını zayıflatacak biçimde
birbirlerinden uzak yerlerde ölen askerleri yaka paça taşıyıp birbirlerine
yaklaştırıyor. Fotoğrafın ve insanların fotoğrafçılardan korunması gerekiyor.
Ara Güler, Orient Ekspresi kazasında uygun ve doğru fotoğraf olarak tanımladığı
fotoğrafı oluşturmak için tıpkı mesleki ataları gibi, ölen insanları nasıl
uygun yere taşıdığını kendi ağzıyla anlatıyor. Bu iki örnek bile bireysel bazda
ele alınacak etik sorunlar olmanın ötesine geçiyor, fotoğrafı ve fotoğrafçıyı
saldırgan kimliğiyle deşifre ediyor. Her iki örnekte de amaç okuyucunun
beklediği “şok”u yaratabilmek.
“Şok beklentisi ve şok etkisi”nin pornografi
ile de yakından ilgili olduğunu öteden beri konuşuyoruz. 19. Yy.’ın sonunda ve
20. Yy.’ın ilk yarısında çıplaklığın olağan görüntüsünün sıradan bir durum gibi
resmedilmesi, şok etkisi yaratmış batı toplumlarında. Nü ile çıplak olanın
ayrımını ortaya koymuş bu tepkiler. Nü’deki etkin ve estetize edilmiş
“gösterme” kararlılığı, çıplaktaki “kendiliğinden, olduğu gibi, düzenlenmemiş”lik
halinden belirgin biçimde ayrışmış. Çıplak beden, Nüdist bir çizgide hayatın
bir parçası olarak toplumsallaşmak yerine, bedenin nesneleştirilerek metaya
dönüşmesiyle pornografinin ekmek kapısını oluşturmuş. O ilk zamanların “şok
edici”, bugünden bakınca “masumiyet” çağrıştıran çıplakları, 20. Yy.’ın
sonlarına doğru mahremin aurasından tümüyle sıyrılmış ve her yönüyle, her
anlamıyla salt çıplaklık biçiminde alenen kamusal alana çağırılınca, yani
pornografi kapalı kapıların ardından çıkıp, her yerde görünür olmaya başlamış. Sıradanlaşma
eğilimi baş gösterince şok beklentisinin oluşması ve bu beklentiyi hemen
kavrayan kimi fotoğrafçıların da yeni bir şok dalgasını oluşturması kaçınılmaz
hale geliyor hiç kuşkusuz.
Son yıllarda maruz kaldığımız bazı belgesel
fotoğraf projelerinin dokusu bu olumsuz noktaya taşıyor bizi. Halil Koytürk’ün
T.S.’si, Erdal Kınacı’nın Gir-geç Evleri… Bu çalışmaların pornografiden daha
arı görünmesini sağlayan şey, estetik biçimden başka bir şey değil. Soruna ya
da durumun boyutlarına vurgu yapmıyor, görüntünün şok ediciliğinden güç alıyor
yalnızca. Bazı sanatsal çalışmalarda (60’lı yıllarda bir çok batılı sanatçının
kavramsal sanat alanındaki üretimlerinde olduğu gibi) şok etkisinde taammüd
unsuru sözkonusu iken, bu tür fotoğraflarda
sonuç olarak “şok etkisi” ortaya çıkıyor.
İnsan, bir yandan devletler-egemenler
aracılığı ile ya da doğrudan devletler-egemenler eliyle şiddet ve yıkıma
uğratılırken, bir yandan da inanç, bilinç ve değerler sisteminde giderek
büyüyen boşlukların, zaafların neden olduğu bireysel şiddetin hedefi haline
geliyor.
Saldırı altındaki insana, katlanması
olanaksızlaşan can yakıcı realitenin, nasıl bir sistematik ile hayatın ayrılmaz
parçası olarak gösterildiğini kavramakta güçlük çekiyorum. Muhtelif estetize
etme çabalarıyla ikna ya da yabancılaşma sağlanabiliyor gördüğüm kadarıyla. Tarantino
sineması ve versiyonlarının çürüyen toplumsal yapıya sanki ironik bir
yaklaşımla yönelip, aslında onu yeniden üretmesinde olduğu gibi… Saniyede beş
kişinin kılıçlarla kafalarının koparıldığı mistik ve fantaziye yaslanıyormuş
gibi yapan yakın dönem Uzak Doğu hikâyelerinde ya da yıllardır “Tanrı
Amerika’yı Korusun –ötekileri boşver” şablonuna sıkı sıkıya bağlı Hollywood
senaryolarında olduğu gibi… Ve dahi bir
dolu çizgi filmde, dizi filmde olduğu gibi… Bunlara bir de haber bültenlerine
ağdalı dili ve müziği katarak hayatı bir melodrama dönüştürenleri ekleyin… Bir
büyük tezgahın ortasında kalan fotoğrafçının kendini ve izleyicisini koruması
elbette hiç kolay değil, ama imkansız mı?
İmkansız olmadığını görüyoruz yıllardır
üretilen fotoğrafların bir kısmına baktığımızda. John Moore ya da Jean-Marc
Bouju’nun histerik fotoğraflarındansa, savaşın trajedisinden yola çıkarak
politik tavrını ortaya koyan, savaş karşıtı yaklaşımıyla savaş fotoğrafını
yeniden yorumlayan Simon Norfolk’un fotoğrafları başka türlü bakmanın mümkün
olduğunu gösteriyor. Gilles Peress ya da John Moore’un “kahramanca”çektiği “olay
yeri” fotoğraflarında, parçalanmış cesetleri ve sinir krizi geçiren insanları
görmektense Davide Monteleone’un fotoğraflarındaki betimlenmiş krizi tercih
ediyorum olup bitenleri anlamak için. Ya da Ami Vitale’nin “renkli”
diyarlarını, Paola Pellegrin’in ruh hallerini…
Edgar
Allen Beem’in Basın Fotoğrafçılığında Yeni Bir Dile Doğru adlı makalesinde
başlığa çıkardığı kavramın,
Adam Broomberg ve Oliver Chanarin’in "Unconcerned but Not Indifferent" adını taşıyan
denemelerinde kullanıldığını ve tartışmaya açıldığını söylüyor. “Filmden
dijitale, durağan görüntüden çokluortama, objektif olandan sübjektif olana,
statikten dinamiğe doğru dönüşüm arttıkça, Broomberg ve Chanarin’in dikkat çektiği ‘Yeni Basın
Fotoğrafı Dili’ne olan ilgi de artıyor. Denemelerinde savaş, felaket, acıyla
ilgili fotoğraf klişelerine acımasızca saldırıyor ve şu münasebetsiz soruyu
soruyorlar: ‘Bu imajları hala üretiyor olmaya (bile gerek yok) ihtiyacımız var
mı?’(…) Basın fotoğrafına daha konsept sahibi bir araştırmacı girişim getirmeyi
öneriyorlar: Göstermeyi beceremediklerinin daha farkında bir temsil biçimi, kişisel
trajedinin yansıtılmasının imkânsızlığını anlatan/araştıran bir görsellik…”
Seven Ajansı yöneticisi Stephen Mayes de yeni bir basın
fotoğrafçılığı için çağrıda bulunmuştu geçtiğimiz yıl: “Müzik videolarıyla büyümüş
bir nesil için basın fotoğrafçılığı eski, çok eski, gösterdiği mevzunun
ciddiyetinden uzak, sadece işin stiline hitap eden bir şey haline geldi. Basın
fotoğrafçıları bu dünyada kendi durdukları yeri dikkate alıp bu yeni farkındalığı
kendi dünya tahayyüllerine yedirerek çağdaş izleyiciyle bağ kurmalılar.”
Bir akademisyen olan Suat Gezgin’in tehlikeli iyimserliğine
düşmemeye gayret ediyorum, hayat ile aramda iletişim köprüleri kuran basın
fotoğrafçıları ve gazeteleri takip ederken. O şöyle diyor: “Çoğu zaman, okurlar
tarafından "korkunç", "iğrenç", "tüyler
ürpertici" olarak nitelenen bu tür fotoğraflar, yazı işlerinin çok içten,
hak verebileceğimiz bir heyecanın etkisiyle hareket etmesinden
kaynaklanabilir.” Durumun bu kadar naif olduğuna inanmak neredeyse mümkün değil
örnekleri hatırladığınızda. Böyle bakmak yerine tercihlerimi doğru kullanmaya
çalışıyorum. Maceracı fotoğrafçıları ayırt etmeye uğraşıyorum; hayatın
uçlarından beslenmeye çalışan fotoğraflardaki içtenliği hissetmediğimde, kandan
ve korkunç ölümlerden yararlanıldığını gördüğümde başımı çeviriyorum artık. Bu,
kandan ve şiddetten kaçmak değil ama; bunun pazarından uzak duruyorum.
Öğrencilerimle bu fotoğrafçıların “işleri” hakkında daha az konuşuyor ya da
olumsuzun örnekler olarak adlarını anıyorum. Bu işlere prim veren, onlar
sayesinde tiraj yükselten gazetelerin alıcısı olmaktan çoktan vazgeçtim.
Okuduğum gazetelerin zaman zaman editör hatasıyla bu çukura düşmeleri durumunda
da sessiz kalmamayı, anlayışla karşılamamayı, düşüncelerimi gazeteye aktarmayı
öğrenmeye çalışıyorum. Tepkinin bir hak olduğunu biliyorum artık. Alışmak ve
kanıksamamak, itirazlarımı taze tutmanın yollarından biri gibi geliyor bana.
Bütün bu olup bitenin gösteri olmadığına ilişkin bilgimi körelttiğim takdirde
etkimin tümüyle tükeneceğini görüyorum.
Eugene
Smith’in fotoğraf öyküleri benim için değerini koruyor çünkü büyük ve şok edici
hikâyeler değil pek çoğu. Trend Parke’ın düşsel, kaotik bakışı da bu
gerekçelerle ilgilendiriyor beni. Ami Vitale’nin çatışmanın içinde kanın
uyarıcılığı yerine akla ve duyguya birlikte seslenmesine, Simon Norfolk’un
savaşın yıkıcılığını anlatırken kendine özgü bir dil kurarak beni
geliştirmesine yine benzer nedenlerle saygı duyuyorum. Onları deneyimin parçası
gibi görüyor, maceranın bir parçası olmak istediğimde ise lunaparktaki korku
tüneline bir bilet alarak şok beklentimi yatıştırmaya çalışıyorum.
*‘Şok Beklentisi’, Ali Rıza Tura’nın 80’li yıllarda
yazdığı sanat üzerine bir makalenin adıdır ve bu metne hem esin kaynağı olmuş,
hem de giriş bölümündeki bilgilerden yararlanılmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder