İstanbul'da Bir Fotoğrafçı “Yücel Tunca”
Söyleşi: Duygu Baş
Farklı hayallerle başlanan bir
yolculuk, bambaşka renkleri gördüğünde değişiverir birden. Düz yazıdan,
renklerin derinliklerine, fotoğraf çekmenin meşakkatli ve eğlenceli yollarına
sapan Yücel Tunca, her ne kadar babası hala bu durumdan hoşnut olmasa da
fotoğraf çekmekten dolayı çok mutlu.
Fotoğraf sanatçısı ve benim
gözümde değerli bir düşünür, müthiş cümleler kuran bir anlatımcı olan Yücel
Tunca ile bir röportaj yaptım. Fotoğrafçılığın, fotoğraf çekmenin, görülen
yerlerin ve insanların izlerini anlattı bana. Meğer çok keyifli bir sohbet
bekliyormuş beni.
Merhaba Yücel Bey röportaj
isteğimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bir fotoğrafçı olarak
fotoğraf çekmeyi çok sevdiğinizi biliyoruz. Pekiyi fotoğrafınızın çekilmesinden
hoşlanır mısınız?
Hiç sevmem. Fotoğrafta güzel
çıkma kaygısı galiba biraz insanın kompleksleriyle ilgili bir şey. Çünkü herkes
sizi orada gördüğü gibi tanıyacak o şekilde bilecek, o fotoğraflardan anlamlar
çıkarmaya çalışacak. Yüklenilmiş birtakım bilgilerimiz de vardır bir fotoğrafta
nasıl güzel görüneceğimizle ilgili, bu tür kaygılar da insanı kasıyor, gerilmek
de istemiyorsun. O yüzden fotoğraf makinesinin arkasında olmayı tercih
ediyorum.
Fotoğraflarını habersiz
çektiğiniz kişilerin de bu durumdan rahatsız olabileceklerini düşünür müsünüz?
Eğer habersizce çekiyorsam
çektikten sonra mutlaka haber veririm. Dijital fotoğraf makineleriyle bu çok
kolaylaştı, gösteriyorum resmi ve onların da onayını alıyorum. Genelde hoş
karşılıyorlar. Dijital öncesinde bu daha zor oluyordu, resmi onlara
anlatıyordum isterlerse fotoğrafı bastıktan sonra kendilerine gönderebileceğimi
söylüyordum. Kötü görünmüyordunuz şu sebeple çektim fotoğrafınızı diyerek
açıklamasını yapıyordum; bu şekilde bir izin alma yöntemim vardı. Uluslararası
etik kuralların içerisinde kabul edilmiş bazı şartlar var onlara uygun olarak
yapmaya çalışıyorum. Yakından çekilmişse ve kimliği belirginse izin almak
mecburiyetindesiniz, kimliği çok belli değilse, beş ve beşten fazla kişiyse -ki
bu toplumsallaşma anlamına geliyor- o zaman da izin almak gerekmiyor.
Hayatınızda çekmekten en çok
zevk aldığınız kare neydi? İyi ki çekmişim bunu dediğiniz bir fotoğraf vardır
muhakkak, hangisi bu?
Bir tane yok ki bunlardan… Hakkâri’de
bir genç kızın resmini çekmiştim. Bir gelin alayı vardı karların içinde bata
çıka yürüyen, o gelin alayında otantik kıyafetler içerisinde bir Kürt kızı
vardı. Onun fotoğrafını çekmek, daha doğrusu başlı başına o gelin alayının
fotoğrafını çekmek müthiş bir şeydi benim için. O fotoğraf bu yüzden özel, ayrı
bir yerde durur.
Gitmekten en çok zevk
aldığınız yerlerden birinin de Hakkâri olduğu sonucunu çıkarabilir miyim?
Evet, Hakkâri’de çok mutlu oldum,
ikinci olarak da Orta Asya diyebilirim. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan’ı
hala rüyalarımda görürüm.
Neden kaynaklanıyor bu peki?
Kültürel etki diyebilirim.
Kırgızistan’da kırsal kültür çok güçlü mesela, onun etkileri çok fazlaydı.
Özbekistan’da da çok yoğun bir tarih vardı, İslamiyet öncesi ve sonrası
kültürün inanılmaz izleri var. Timur’dan bu tarafa düşünürsek önemli hükümdar
ve bilginlerin yetiştiği bir bölge ve hepsi mimariye çok önem vermişler, bu
yüzden kalıcı eserler oluşmuş. İnsanlar hala modernlikten uzaklar, o çağı
yaşıyor gibiler. Hiva diye bir kent var mesela, uçaktan inip Hiva’ya girdiğiniz
anda üç yüz yıl geriye gidiyorsunuz. O kültürün korunmuş olması çok
etkileyiciydi.
Dikkatimi çekti, İstanbul
fotoğraflarında da geleneksel ve dini öğelere çok yer vermişsiniz, sebebi nedir
bunun?
Bizi biçimlendirdiğini
düşünüyorum.
İstanbul’un fotoğraflarını çekmek, İstanbul’u anlatmak
kısacası İstanbul diğer kentlerden farklı bir yerde mi?
İstanbul hem yaşadığım yer hem de epey zor bir şehir.
Trafiğiyle, bazen ekonomik sıkıntılarıyla, kalabalığıyla beni oldukça zorluyor.
Fakat bu kadar zorluğun içinde, bildiğiniz bir şehrin güzel yönlerini bulup onu
insanlara aktarmak çok önemli ve özel bir şey. Diğer gittiğim hiçbir şehir, üç
kez de beş kez de gitsem benim şehrim değil. Dolayısıyla bilmediğin bir şehri
keşfetmek ve fotoğrafını çekmek başka, ama adın gibi bildiğin zorluklarını
yaşadığın bir şehrin güzel yanlarını, içinden güzel olanları bulup çekmek
bambaşka bir şey.
İstanbul denince herkesin aklına su gelir, Boğaz gelir. Siz
ne düşünüyorsunuz bu konuda?
İstanbul’u İstanbul yapan su; Haliç’iyle Marmara’sıyla
Boğaz’ıyla ve Karadeniz çıkışıyla, tarihini de kültürünü de biçimlendirmiş.
Kuruluşuna bakarsan, Ceneviz kökenli bir Galata’dan bahsedeceksin ki dünyanın
en iyi denizcileri oraya gelmişler, Osmanlı donanması hep Haliç’te demirlemiş.
Boğaz, müthiş bir soluk alma alanı yarattığı hava ve oksijenle. Birbiriyle
içice, daracık sokaklardan geçip deniz kenarına gelince, bir anda
ferahlıyorsun. Hep hayal ederim, İstanbul’u hiç görmemiş bir yabancı olarak,
bir gemi ile sabah erkenden gelip İstanbul’a bakmayı. Düşünsenize, Adaların
yanından geçiyorsunuz, uzaktan çok anlamadığınız bir siluet, yaklaştıkça
minareleri ve Topkapı Sarayı’nı görüyorsunuz bir dönüyorsunuz karşınızda Boğaz.
Bir taraftan Haliç’e giriyor, orda Galata diye bir şey var muhtemelen delirir
insan, çok heyecan verici bir şey.
Pekiyi bu İstanbul Boğazı’nın resmini herkes çekiyor herkes
bir anlam bulmaya çalışıyor sizce bu kadar çok resmedilecek yönü var mı?
Birçoğumuzda o görüntünün bir karşılığı var. Bu, çektiğimiz
bütün Boğaz fotoğrafları güzel oluyor demek değil tabi ki ama bu önemli değil,
bütün o sıradan görüntülerin içinden bir kısmı elenecek, unutulacak çekilmemiş
hale gelecek; ama bazıları -güçlü olanlar-, sadece bize verdiği duygular değil
de, başkalarına aktarabildiği duygularla da kendisini ispatlayabilenler
kalacak. 20 yıl sonra o fotoğraflara bakıp tekrar keyif alacağız.
Bu kadar resim arasından iyi olanı seçmek çok zor, sonuçta
yaşıyorum İstanbul’da, evet bazen çok güzel ama bazen çileden çıkarıyor beni.
Bu kadar resmin içinde bir resim bulup “Hah tamam bu çok güzelmiş” deyip kenara
koymak çok kolay ama güzel olanı seçmek eleyip bulmak… Bir süre sonra İstanbul
sıradanlaşıyor, güzeli bulmak çok zorlaşmıyor mu?
Çok doğru söylüyorsun, orada da Ara Güler’in bir lafını
hatırlamak lazım. Diyor ki, “Yetmiş yıllık bir ömürden geriye yedi tane akılda
kalacak fotoğraf bırakabilirsem ben işimi iyi yaptığımı düşüneceğim”. Zaten
mevzu bu. Ben yirmi senedir fotoğraf çekiyorum, yüz on bin tane fotoğrafım
oldu, bir yirmi yıl daha yaşasam ve çeksem demek ki bir iki yüz elli bine yakın
fotoğrafım olacak. O fotoğraflardan üç tanesi birilerinin aklında kalırsa,
yaptığım işi gerçekten yapmış olacağım.
Kişisel bir soru sormak istiyorum size, yine İstanbul ile
ilgili. Diyelim ki İstanbul’da sadece üç saat geçirme imkânınız var ve
gideceksiniz. Nerede geçmeli bu üç saat?
Başkası ne yapar bilmiyorum ama bir daha geri dönmeyeceğimi
düşünelim, bu bir tür vedalaşma ise; galiba sakin üç saatinde Çorlulu Ali Paşa
Medresesi’nde oturur çay içerim. Eski bir medrese orası, öğrenciliğimin yarısı
derslerde yarısı oranın avlusunda geçmiştir. O medrese benim için kıymetli bir
yer, bir tarafta halıcılar bir tarafta da nargile kahvehanesi vardır, o
sükûnette çay içerek üç saatimi geçirmek isterim.
Bu kadar İstanbul yeter :) . Fotoğraflarınıza dönelim,
çektiğiniz bir fotoğrafa önce çok hayranlık duyup yahut da bir kareye
kesinlikle çekmeliyim deyip çekip de sonradan hiç neden çekmişim ki bunu ben
dediğiniz oluyor mu?
Bu neymiş dediğim çok oluyor. Fotoğraf çok psikolojik bir şey
aynı zamanda, içinde bulunduğunuz ruh halleriyle ilgili. Mesela Anders Petersen
diye bir fotoğrafçı var, şu dönemin siyah beyaz fotoğraftaki en önde isimlerinden
biri. Geçen sene bir sunumunda, çektiği fotoğrafları gösteriyor ve gösterdiği
fotoğraflar üzerine konuşuyordu. Genelde insan üzerine ve biraz ekstrem
fotoğraflar çekiyor. Bir fotoğrafı gösterip, “ Fotoğrafta Adam ile Mary
öpüşüyorlardı ve o sırada yan tarafta içki içiyordum ve birden pencereden gelen
ışığın altında onların öpüştüğünü gördüm, çok heyecanlı bir sahneydi ve
fotoğrafını çektim,” diyor ve geçiyor; sonra ötekinde, “ Ansel o gün çok
kötüydü ve masanın üzerine kapanmış ağlıyordu, ben de o karanlığın içinde onun
ağlarken fotoğrafını çektim,” diyor; üçüncü kareye geliyor, bakıyor ve “ I
don’t know, “ diyor, “ I don’t know,”… Bilmiyor niçin çektiğini, ama seçip bize
göstermeye getirmiş. Bir şekilde irtibat kurduğu o fotoğraf kendini seçtirmiş.
Bir türlü tanımlayamıyor.
Bir röportajınızda “Sanatın kahramanları geçmişi bugünü ve
yarını birbirine bağlayan köprülerdir” diyorsunuz. Sizin kahramanlarınız
kimler, ne bıraktılar bu güne ve geleceğe?
Örneğin; sinemada Pasolini’yi çok severim, aykırı olduğu için.
Aykırı olanı seviyorsunuz yani? Uğur Mumcu’nun hayatınızda
bir yeri olması ve onu örnek almanızın bir sebebi de farklı olmasıydı değil mi?
Evet. Herkes onayladığında herkes aynı şeyi düşündüğünde işler
yanlış gitmeye başlıyor. Hayat tez-antitez, her şey karşıtlarıyla var. Ben
steril bir dünya hayal etmiyorum, öyle bir hayalim yok. Çünkü beyazın beyaz
olduğunu siyah var olduğunda; iyiyi, kötü var olduğunda ayırt edebiliyorsunuz.
Dolayısıyla sanatta da o karşı duruşu ifade edebilenlerden yanayım. Pasolini
haricinde, edebiyatta Orhan Pamuk’un ilk kitaplarını seviyorum. Son zamanlarda
daha muhalif bir yapısı var ama Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev gibi ilk
dönem kitapları benim çok keyif alarak okuduğum kitaplardır. Eskilerden Yaşar
Kemal mesela, Yenilerden de Aslı Erdoğan’ı çok severim.
Müzikte yeni kuşakla hiç anlaşamam. Ben rock çağında kaldım, o
dönemin Led Zeppelinleri benim hala idolüm olmaya devam ediyor. Sadece
müzikleriyle, yaşam biçimleri ve seçimleriyle değil. Pink Floyd’u hala çok başka
duygularla dinlerim, o duvarın yıkılması gerektiğini bana en iyi anlatan
insanlar onlardır. Sanatçılar ya da müzisyenler demiyorum, en iyi anlatan
insanlar.
Şiirde Can Yücel’in üslubundaki o sivri dil çok hoşuma gidiyor
ama şiir dili olarak ben de “Şair Baba”cıyım, Nazım Hikmet. Yeni Kuşaktan
Mehmet Çetin, Fadıl Öztürk, şiirin yakın zamanının iyi örnekleridir.
Muhalif olanı severim dediniz, peki Elif Şafak ve Ömer
Hayyam’ı sever misiniz? İkisini de çok sevdiğim için bir arada soruyorum.
Elif Şafak ile pek bir ilgim yok. Son kitabı Siyah Süt’e
başladım, bitirmek istemedim, çok nadiren kitap yarım bırakırım ama okumak
istemedim. Onun yerine Nedim Gürsel “Allah’ın Kızları”nı okumaya başladım, çok
güzeldi. Şunu çok isterdim; ezberim kuvvetli olsaydı, yaşadıklarımın içerisinde
en uygun yerlerde Ömer Hayyam’dan bir şeyler söyleyen biri olmayı. Her ana
uygundur yazdıkları, hayata doğrudan bir söz söyler.
Bir kez daha doğsaydınız daha iyi daha güzel daha becerikli
mi olmak isterdiniz, yoksa bu şekilde kalmak mı isterdiniz?
Çok şikayetçi değilim ama daha iyisi de var mutlaka. Bir kere,
daha hareketli olmak isterdim. Gerekenden daha yavaşım, daha hareketli olmayı
becermeliydim. Eğer biraz daha hareketli olsaydım daha derin yaşardım hayatı,
bu yavaşlıkla kaçırdığım çok şey oluyor. Daha çok şey yakalardım ve daha mutlu
olurdum. Ama meslek anlamında katiyen fotoğrafçılıktan başka bir şey yapmak
istemezdim.
Fotoğrafçılığa geçiş sebebiniz nedir? Uğur Mumcu’yu örnek
alarak, önce gazetede yazar olmak istemişsiniz sonra tekrar fotoğrafa
geçmişsiniz. Bunu anlatabilir misiniz?
Okul hayatım boyunca edebiyat kulüplerinde aktif olarak görev
aldım, kompozisyon yazdım. Çok sevdim yazmayı. Lisede okul gazetesinde yazdım,
ilk tecrübelerim ordaydı. Lise ikide gazeteci olmak istedim, babam “hayır”
dedi, “mühendis olacaksın”. Israr ettim ama bu isteğinden vazgeçmedi. Ona
notlarımı da getirdim, bunlarla mühendis olamam ama ilk ondan basın yayına
girerim dedim.Kabul etti ama “bir şansını dene, ilk dört tercihi mühendislik
yaz beşinciyi basın yayın yazarsın” dedi. Dördünü abuk sabuk bir şeyler yazdım,
sonra hiçbir fizik ve kimya sorusuna kazara bir şey olur da kazanırım diyerek
elimi sürmeden, iyi bir puanla basın yayına girdim. Babama “Puanım buydu buna
yetti, girdim” dedim. O hiç beğenmedi bunu, şu an kırk iki yaşındayım, üç sene
önce bana “artık kendine bir meslek edinsene” dedi. Gazetecilik ve
fotoğrafçılığımı hiç onaylamadı.
Kazancınızı reklam fotoğraflarından mı sağlıyorsunuz yoksa
sergiler yeterli mi?
Türkiye’de sergilerden kazanmak diye bir şey yok, fotoğraf
satılmıyor. Çok istisna durumlar oluyor galerilerin becerisiyle. Onun dışında
hepimiz başka işler yapmak ya da reklam fotoğrafı çekmek zorundayız. Şu anda
reklam fotoğrafından ve eğitmenlik yaparak hayatımı kazanıyorum.
Fotoğraf eğitimi vermek fotoğraf çekmek kadar keyifli mi?
Garip bir biçimde o daha çok keyif vermeye başladı. Her alanda
şu var, ilk zamanlarda bir gün çok iyi olacağını düşünürsün. Ben şiirde
aynısını yaşadım; bir gün çok iyi şiir yazacağımı hayal ederdim, yirmi beş yaşıma
geldiğimde anladım ki hiçbir şey olmaz benim yazdığım şiirlerden. Fotoğraflarda
da öyle. Hani eş dost bir araya gelindiğinde “aa ne güzel” denir ama ben hayatı
değiştirecek, hayata müdahale edecek bir fotoğraf çekmiyorum. Çok önemli bir
şey yapmadığımın farkındayım ama bir başkasıyla fotoğraf çektiğimde, o umudumu
sürekli taze tutuyorum. Çünkü onun o şansı var, senin hayata müdahale edip
değiştiremeyeceğin bir şeyi o değiştirebilir. Bu çok güzel bir duygu, o yüzden
fotoğraf eğitimi vermek artık daha güzel ve daha keyifli geliyor bana.
Yorumlar
Yorum Gönder