Yaz Aşkı: Çeşme




Son yılların en çok konuşulan tatil yörelerinden biri haline geldi. Bir çok popüler isim yaz tatilini geçirmek için buraya akın etti. İzmir havaalanına inen uçaklar, limana yanaşan feribotlar yerli yabancı çok sayıda turisti taşıyordu burası için; Çeşme için. Sayısız kumsallarında güneşlenip, dilediklerinde durgun sularında yüzdükleri, dilediklerinde rüzgar alan koylarında kendilerini adrenalinin kollarına bıraktıkları, dilediklerinde teknelere binip ışıltılı maviliklere yelken açtıkları ve dilediklerinde de ünlü kulüplerde sabahlara kadar dans edebildikleri Çeşme’ye geliyorlardı.

Gemiciler tarafından küçük liman diye adlandırılan Çeşme, Ege ve Akdeniz kıyılarının uğradığı büyük modernleşmenin tahribatından son anda kurtulmayı başarmış. Sokaklarında yürürken geçmiş zamanların izini sürmek, begonvillerin ruhunuza uzanan kökleriyle huzuru hatırlamak, her köşebaşını süsleyen ve 18. ile 19. yy’larda yapılmış yörenin adı haline gelen çeşmelerde serinleyip, kesme taş, yığma taş veya bağdadi Rum evlerinin kuytu bahçelerinde soluklanmak hala mümkün Çeşme’de. Eski Çeşme’nin içinize işleyecek büyüsünü yakalamak isterseniz mutlaka kalenin arka sokaklarına bırakacaksınız kendinizi. Palmiyeler geride, aşağılarda kalacak. 19. yy yöre mimarisinin özelliklerini koruyan, bahçeleri arka tarafta, kapıları doğrudan sokağa açılan, ahşap panjurlu ve çoğunluğu iki katlı evlerin sardığı dar sokaklar, sizi derinliklerine doğru çekecek.

Küçük ancak unutulmaz sürprizlere kapılarınızı açık tutmalısınız. Dört yönlü bir çeşmeden su içerken, eşeğinin üzerinde türküler mırıldanarak, kimbilir belki de zeytin bahçesine giden, yaşlı bir kadınla karşılaşacaksınız. Selamını da, gülümsemesini de esirgemeyecek geçip giderken. Biraz ötede özenle elden geçirilmiş taş bir yapının kapısından içeri süzüldüğünüzde bir cennet bahçesi karşılayacak sizi. Portakal ağaçlarının altında, damak zevkinin doruklarını yaşayacağınızı bilmeden geçeceksiniz masanın başına. Bir tabak zeytin gelecek önce önünüze, merhabaların en köklüsü, en dostçası olarak.

3000 yılı aşan bir tarihi var Çeşme yöresinin. M.Ö. 11. yy’da Erythoros komutasındaki kolonistler tarafından keşfedilerek yerleşim yeri haline gelmiş. 12 İon kentinden biri olan ve Erythrai ismini alan bu ilk yerleşim bugünkü Çeşme'ye 27 km. uzaklıkta bir koyda kurulmuştu. İlk çağda Cysus adıyla bilinen bugünkü Çeşme ise, Erythrai’nin limanı olarak kullanılıyordu. Liman çevresi 1081’de Emir Çaka Bey tarafından alındıktan sonra Oğuz Türkleri’nin yerleşim alanı haline gelmişti. Çeşmeköy denilen bu yerleşim bugünkü merkezden 3 kilometre uzakta bulunuyor ve bir cami, bir türbe kalıntısı ile geniş mezarlık halen görülebiliyor.

Erythraililer, Pers egemenliğine karşı direndikleri dönemde Karia'daki (bugünkü Muğla yöresi) Pers satrapı Mausolos ile dostane ilişkiler kurdular ve bu dostane ilişkilerinin bir kanıtı olarak da Mausolos'un tunçtan bir heykelini agoraya diktiler. Mausolos, Erythrai şehrini Karia'nın başkenti yaptı. Ardından Mausolos, Erythrai'de Mausolos anıtının yapımını başlattı. İnşaat bittiğinde, sonuç muhteşemdi. Anıt, Lonian sitilinde yapılmıştı. Temelde 34 sütunu bulunan ve tepesine kadar 24 basamakla çıkılan piramit biçimli bir tapınaktı. Tapınağın zirvesinde Mausolos ve Artemis'in savaş arabalı mermer heykelleri bulunuyordu. Ancak bu gösterişli anıttan bugüne, sadece temel taşları kaldı.

M.Ö. 334 yılında Büyük İskender, Erythrai'yi alarak şehre bağımsızlığını verdi. İskender'in ölümünden sonra kent, önce Bergama Krallığı'na sonra Roma İmparatorluğu'na bağlandı. Erythari şehri, M.S. 11. yy'a kadar Bizans'a bağlı Ephesos metropolitinin bir piskoposluğu olarak kaldı.

11. yy'da Türkmen Beyleri'nden Çaka Bey, Çeşme yöresiyle birlikte Klozemene yarımadasını alarak bölgede kendi beyliğini kurdu. Çeşme, Yıldırım Beyazid zamanında Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı. Beyazid, 14. yy’da Cenevizliler tarafından yaptırılan Çeşme kalesini 1508 yılında Mimar Ahmetoğlu Mehmet’e yeniletti ve büyüttü. Kale, Venedik Savaşları sırasında büyük ölçüde tahrip olduktan sonra 18. yy’da yeniden onarılarak bugünkü görünümüne kavuşturuldu. Kale önceleri tam olarak deniz kıyısındaydı. Sonraki zamanlarda kıyının doldurulmasıyla kale, karanın iç taraflarında kaldı. Osmanlı mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan kaleye, daha sonra başarılı ekler ilave edildi. Mausolos döneminden kalan ve kuvvetli depremler sonucunda yıkılan Maussolleion anıtının kalıntıları, kalenin yapımında malzeme olarak kullanıldı. Kalenin kuleleri; inşa eden kişiler tarafından Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol, İngiliz kuleleri olarak adlandırıldı. Kale; Osmanlı İmparatorluğu'nun Boğazları koruması açısından stratejik, ticari gemilerin mal sevkiyatını ve alışverişini gerçekleştirmesi açısından ticari öneme sahip Çeşme Limanı'nı koruyordu. Çeşme Kalesi, bugün aynı zamanda müze olarak da kullanılıyor. Müzede Çeşme ilçe merkezi, Alaçatı, Kaleburnu ve Erthyrai(Ildırı)'den çıkarılan arkeolojik eserlerin yanısıra, dünyanın 4. büyük cam eser kolleksiyonu bulunuyor. Müzede, 320 adet arkeolojik, 126 adet etnoğrafik eser ile 31 sikke (toplam 447 eser) sergileniyor.

Çeşme’nin Kale’den sonraki en görkemli mimari eseri hiç kuşku yok ki Kervansaray!
İki katlı, tipik Osmanlı kervansaraylarından olan dikdörtgen yapıdaki Çeşme Kervansarayı, 1529 yılında Kanuni Sultan Süleymen tarafından Ali Pabuccuoğlu Ömer isimli mimara yaptırılmış. Yapının ortasında geniş bir avlu, çevresinde de dükkan, depo ve odalar bulunmakta. Bir kaç basamakla 2. katına çıkılan kervansarayın iki katı da birbirine benzer forma sahip. Zamanında yabancı tüccarlara da hizmet veren kervansaray, tüccarların hayvanlarıyla geceyi geçirebilecekleri bir konut ve mallarını satabilecekleri bir alışveriş merkeziymiş. Kervansaray, bugün farklı bir atmosfere sahip otantik bir otel olarak hizmet veriyor. Özellikle hafta sonları avlusunda renkli eğlenceler düzenleniyor.

Çeşme’yi Çeşme yapan şey elbetteki hemen her sokağın köşesinde, farklı dönemlerde inşa edilmiş çeşmeleri. Anadolu kültürünün en büyük özelliklerinden biri olan bu sokak çeşmelerinin bir bölümü kişiler tarafından, bir bölümü de devlet görevlileri tarafından Osmanlı döneminde yaptırılmış. Memiş İbn-i Ahmed Çeşmesi, Hacı Memiş Ağa Çeşmesi, Kaymakam Sadık Bey Çeşmesi, Maraş Çeşmesi, Hafize Rabia Hatun Çeşmesi, Kabadayı Çeşmesi bir çok çeşmeden yalnızca bir kaçı. 1700’lerin ilk yarısına tarihlenenler olduğu gibi pek çoğu tıpkı Çeşme’deki tüm camiler gibi 1800’lerde inşa edilmiş.

Geçtiğimiz yıllarda yapımı tamamlanan otoyol ile İzmir ile arasındaki 80 kilometrelik mesafesi son derece konforlu biçimde katedilebilen Türkiye’nin batıdaki en uç noktası Çeşme’ye, İzmir Havaalanı’ndan kolayca ulaşılabiliyor. İzmir’den otomobil kiralamak ya da Üçkuyular mevkiinden ve yeni terminalden sıkça kalkan Çeşme otobüslerine binmek mümkün. Çeşme ilçe merkezi, otobüs ve minibüslerin son durağı. Çiftlik, Dalyan, Alaçatı, Reisdere, Ovacık ve diğer plajlara minibüs ve belediye otobüsleri ile gidilebiliyor.

Çeşme’nin heyecan verici yanlarından biri de Yunanistan’ın Sakız Adası’na bir tür kapı komşusu olması. Çeşme-Sakız arasında özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında haftanın altı günü feribot seferleri düzenleniyor. Yunanistan`dan Çeşme`ye deniz yoluyla giriş yapan turistler Sakız Adası (Chios) Çeşme arasında çalışan Türk ve Yunan feribotlarıyla taşınıyor. Ada ile Çeşme arası bir saat ve gidiş-dönüş yalnızca 40 Euro! Grup indirimi, küçük çocuklar için özel indirimler ve örneğin bisikletiniz için ücret alınmaması da yolculuğu ekonomik olarak cazipleştiren özel durumlar... 8 deniz mili uzaktaki Sakız Adası’na geçildikten sonra buradan unutulmaz Ege Adaları turuna çıkılabiliyor. Santorini, Mikanos, Lesbos, Samos, Paros... Ayrıca Türkiye`den çıkış yapacak turistler Çeşme`den İtalya`nın Bari, Brindisi Limanları’na da konforlu gemilerle yolculuk yapabiliyorlar. İzmir-Çeşme-Kuşadası-Yunanistan ve İtalya seferi yapan feribotlar da limana uğruyor.

Deniz yolculuğundan sözü açmışken günübirlik tekne turlarından bahsetmemek olmaz. 400 yat kapasiteli Çeşme marinasının dışından, şehir merkezinden her sabah 10.30’da yola çıkan tekneler, yedi saatlik eğlenceli bir yolculuğa başlıyorlar. Resmi adıyla Kara Ada, halk arasındaki adıyla Eşek Adası, yolculuğun ilk durağı. İnsan yerleşiminin bulunmadığı milli park konumundaki adada insana son derece alışık kalabalık bir eşek sürüsü yaşıyor. Tekneler iskeleye yanaşır yanaşmaz, su gereksinimlerini karşılamak için yapılmış alandan usul usul ayrılıp misafirlerine doğru ilerliyorlar. Bir iki parça yiyecek beklentisi ile iskeleye kadar inen eşekler ve dünya tatlısı sıpaları genelde sevgiden başka bir şey alamasalar da, özellikle çocuk ziyaretçiler için büyük bir eğlence kaynağı oluyorlar. Tarımdan turizme geçilirken yöredeki eşeklerin bırakıldığı adada başdöndürücü güzellikte koylar bulunuyor. Tekneler burada yaklaşık yarım saat mola veriyor. Balık, tavuk ya da köfte seçeneklerine makarna ve salatanın eşlik ettiği öğle yemeği Eşek Adası’ndan ayrılmadan hemen önce yeniyor ve doğru tekneye bindiyseniz yemeğinize bir zennenin oryantal dansı eşlik ediyor. Yemeğin rehaveti Mavi Koy’daki konaklamada atılıyor. Duru, serin ve turkuaz rengi sulara kendinizi bıraktığınızda dünyanın tüm tasalarından arındığınızı hissediyorsunuz. Toprak Adası’nda da durulup, tekneden derin sulara balıklama atlandıktan sonra dönüş yolculuğu başlıyor. 20 milyon liraya çıkılan ve tek sorunlu yanı yüksek volümlü müzik yayını olan günlük tur tekneleri akşam üzeri 17.30 civarında birbiri ardına Çeşme’ye geri dönüyor. Eğer grup olarak tatile geldiyseniz özel olarak kiralayabileceğiniz çok güzel yelkenli tekneler de mevcut Çeşme’de.

Güneş, deniz ve rüzgar tatlı bir yorgunluk bırakıyor insanda. Karaya adım atar atmaz hemen bir dondurmacıya koşmakta yarar var. Ünlü sakızlı dondurmanızı yerken denizin yorgunluğunu atmaya başlayabilirsiniz. 6000 yıl önce ilk kez Çeşme'de bulunan sakız ağaçlarının lezzetli aromasıyla dondurma yapıldığı gibi sakız reçeli ve eşsiz sakız rakısı da yapılır. Eski Yunan doktorlarının, sakızdan kuduza, yılan sokmalarına, mide rahatsızlıklarına, bağırsak ve akciğer hastalıklarına karşı çeşitli ilaçlar yaptıklarını unutmamak lazım. Sakız ağaçlarıyla ünlü Sakız Adası’nda yapılan sakız reçeli ile Çeşme’de yapılan sakız reçelini yarıştırdığınızda bir galip bulamıyorsunuz. Bu ortak bir durum olmalı ki Çeşme’deki dükkanlarda da hem yerli reçeller hem de Sakız Adası’ndan gelen reçeller satılıyor. Dondurma için de reçel için de Rumeli Pastanesi’ne uğramak şart!

Akşam yemeği için sınırsız seçenekler arasından en doğrularını bulup çıkartmak hiç de kolay değil. Sahil boyunca dizilmiş balık restoranları gerek lezzet, gerek çeşitlilik, gerekse fiyatlar bakımından birbirlerine çok yakın duruyorlar. Çipura, salata ve bira 12 milyonluk sabit fiyata sahip tümünde. Fakat barbun, ahtapot ve levrek de ihmal edilmemeli. Bir gün zeytinyağlı ve limonlu çipura ızgara, ertesi gün karabiberli, havuçlu, patatesli ve soğanlı levrek buğulama... Özel bir lezzet olarak Çeşme enginarı... ve mutlaka Çeşme kavunu! Yemeğinizi yöre şarabıyla süslemeniz de mümkün. Alaçatı şarapları lezzetleri kadar pahalı oluşlarıyla da ünlü!

Yemeğinizi Çeşme içinde, kıyıdaki lokantalarda yiyebileceğiniz gibi, dar sokak aralarına gizlenmiş lezzet ve keyif mekanlarında da yiyebilirsiniz. The Olive Tree, bunlardan biri. Adeta portakal bahçesinin içerisinde. Özenli hizmeti ve lezzetli yemekleri herkesi memnun ediyor. Yoğun bir yabancı ilgisi var, bu nedenle rezervasyon şart. Mönüdeki yiyeceklerin dışında her gün değişen bir başlangıç ve bir ana yemek, mekana her gün değişik lezzetler bulmak için gelmenizi sağlıyor. Mezgit ve levrek ile yapılan Fransız usulü fleto dikkate değer. Ayrıca klasik bir başlangıç olarak Olive Tree Olive Bread masada mutlaka bulunmalı. Akşamları saat 20.00 gibi gidilmesinde, hava önce mavileşip, lacivertten sonra da usulca kararırken orada bulunulmasında insan ruhu bakımından büyük yarar var.

Çeşme’nin çevresinde nerede, ne yenebiliyor diye baktığımızda, önümüze çıkan ilk isim Dalyan oluyor. Çok küçük, çok şirin bir balıkçı kasabası Dalyan. Dalyan’da da koyun çevresi balık restoranlarıyla çevrili. Körfez, içlerinde en ünlenmiş olanı. Herkes Körfez’i tavsiye ediyor. Bunun yanında bir de L’apero’yu denemelisiniz. Özel bir akşam yaşamak için ideal bir mekan. Çeşme’den 10 kilometre uzaklıktaki Çiftlikköy’de Languista ve 12 kilometre uzaklıktaki Şifne’de Yusuf’un Yeri de unutulmaması gereken balık restoranları arasında.

Çeşme, yerleşim bölgesinden denize girilebilen ender tatil yörelerinden biri. Bu kolaylığa aldanmamak lazım. Çünkü Çeşme’nin çevresi 5-10 kilometre uzaklıkta yeralan birbirinden güzel kumsallarla, koylarla dolu. Birkaç gününüzü bu koyları dolaşmakla geçirebilirsiniz.

Çeşme’nin güneybatısında ve 10 kilometre uzağında yer alan Çiftlikköy’ün Altınkum ve Pırlanta doğal plajlarından başlayabilir gezi. Kuzey rüzgarlarına kapalı bölge kamp yapmak için de ideal. Ters yönde Dalyan yolu üzerindeki Ayayorgi Koyu, gezinin önemli uğraklarından biri. Yarım ay biçimindeki koyda, 30 metre derinlikteki kum tanelerini bile görebilmek mümkün. Gün içinde yüzmenin güneşlenmenin tadını çıkartıp, Paparazzi gibi gözde bir mekanda yemek yiyebilir, akşam saatlerinde de çevredeki kulüp ve diskolarda çılgın eğlencenin akışına kendinizi bırakabilirsiniz.

Çeşme Yarımadası’nın kuzey kıyılarında yer alan ve balığı, balık restoranları ve Sakızlı Koyu ile ünlü Dalyan, ilçe merkezine yalnızca 4 kilometre uzakta. Tipik bir Ege köyü atmosferine sahip Dalyan’da, Grand Hotel Ontur’un hemen alt tarafında yeni açılan İstanbool, son günlerin en popüler mekanı haline gelmiş durumda. Özellikle gün batımında, büyük kırmızı minderlere uzanarak geceye hazırlanmak ve gece yarısı dozu yükselmeye başlayan müziğin ritmine kapılıp gitmek İstanbool’un olmazsa olmazı.

Ilıca, 2 kilometreye yakın uzunluktaki geniş ve ince-beyaz kumlu plajları ve termal tesisleriyle Çeşme’nin en çok ziyaretçi alan turizm merkezlerinden biri. Özellikle denizin içinden kaynayan ve sıcaklığı 58 C dolaylarında olan termal suyu yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı durumda. 100 metre boyunca bir insan boyunu aşmayan sığ sularıyla çocuklu ailelerin de tercihi haline gelen Ilıca kumsalları, temmuz ve ağustos aylarının haftasonlarında onbinlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Son dönemlerde bir hayli bakımsız bırakılan çevresi nedeniyle eleştiri alsa da yakın zamanda yapılması planlanan düzenlemelerle yine yaz ve kış aylarında ilgiyi üzerine toplamaya aday. Civardaki otellerin ve küçük pansiyonların önemli bir bölümünde kaplıca suyu bulunduğu için Ilıca, dinlenmenin yanı sıra sağlık turizminin de uğrak mekanlarından biri durumunda. Romatizmanın kronik her şekli, gut şişmanlık gibi metabolizma bozuklukları ile raşitizm, kadın hastalıkları, deri hastalıkları, karaciğer ve idrar yollarının ağrılı hastalıklarında yararlı olduğu biliniyor.

Ilıca’nın bir diğer önemli özelliği, ününü Çeşme’ye, İzmir’e yaymış Kumru’nun anavatanı olması. Bölgenin en önemli hazır ve hızlı yiyeceği olan kumru, Ilıca’da Hüseyin Usta tarafından yapılmaya başlanmış ve yıllar içinde tüm Çeşme’ye ve İzmir’e, son yıllarda da İstanbul ve Ankara’ya kadar yayılmış. Ekmeğinin nohut mayasıyla yapılıyor olması bu sıcak sandviçin en öemli özelliği. İçine kömür ateşinde ızgara yapılmış salam, sucuk, peynir, domates eklenerek yapılan “kumru” Çeşme’nin her yerinde yapılıyor fakat Kumrucu Hüseyin bu işin duayeni. Üstelik dükkanı 24 saat hizmet veriyor. Kumrucu dediysek başka yiyecek bir şey bulamayacağınızı sanmayın. Kumru siparişiniz gelene kadar çıtır çıtır bir katmer yemenizi kesinlikle öneririm.

Ilıca sahilinin kuzey komşusu Luba Beach Club&Resort Hotel, doğal plaja eğlenceli bir alternatif sunuyor. Aqua parkı, havuzları, barları ve restoranları ile su ve güneş ikilisine aktiviteyi katarak keyifli vakit geçirmeyi garantiliyor. Hizmet kalitesi ile karşılaştırıldığında son derece mantıklı görünen giriş ücreti sayesinde önemli bir kitleyi kendine bağlamış gibi görünüyor.

Luba’nın hemen arkasındaki koruluk alan ise piknikçilerin vazgeçemediği bir alan. Çam ağaçlarının koyu gölgesinde, Çeşme’nin sıcağına meydan okuyan piknikseverlerin sayısı özellikle pazar günleri şaşırtıcı miktarda artıyor.

Ilıca’daki şifalı termal suların devamı Şifne’de... Şifne körfezinde küçük bir yarımada üzerinde bulunan etrafında çeşitli konaklama ve yeme- içme tesisleri yer alan bu bölge Ilıca’ya oranla çok daha sakin ve kendi halinde. Şifne’ye Reisdere de deniliyor. Bakımlı bir kaplıcası var. Buradaki termal sular romatizma, raşitizm, kadın hastalıkları ve idrar yolları, mide, bağırsak, egzama, kan çıbanı gibi deri hastalıklarının tedavisinde olumlu sonuçlar veriyor. Kaplıca’nın yaklaşık 100 metre uzağındaki Doğal Şifa Merkezi Sistem Sağlık İstasyonu, termal sularının yanı sıra şifalı çamuruyla da kendinden sözettiriyor. Çamurun Erythrai kralına kadar uzanan bir efsanesi de var.

Kralın kızında, zamanın hekimlerinin çözüm bulamadığı bir deri hastalığı başgösterir. Aynı hastalık çok geçmeden kralın av köpeğinde de ortaya çıkar. Hızla tüyleri dökülmeye başlayan köpek, bir av partisi sırasında buradaki çamurun içine yatarak kendini tümüyle çamura bular ve ardından termal suların kaynadığı gözelerde yıkanır. Kral köpeğindeki hastalığın iyileşmeye başladığını görünce ayın yöntemi kızına da uygular. Bunun kulaktan kulağa yayılması uzun sürmez ve o günden bu yana yöre şifa arayan hastaların akınına uğrar.

Bugün, eczacı ve terapist Vedat Akar tarafından işletilen tesiste henüz konaklama olanakları yok. Ancak çok yakındaki otel ve ponsiyonlarda kalarak buradaki programa dahil olunabiliyor.  Bir çok termal tesisten farklı olarak Doğal Şifa Merkezi’nde şifalı su ve çamurun etkisini artıracak fizyoterapi, bioenerji, beslenme, vücut iç temizliği terapileri ile fitoterapi ve aromaterapi de uygulanıyor. Anti-Aging uygulamalarının termal etkilerle birleşmesiyle alınan olumlu sonuçlar merkezi dünyanın bir çok ülkesinde de tanınır hale getirmiş durumda. Bazı tur organizasyonları yabancı turist gruplarını buraya getiriyor. Yerli turistler tarafından elbette çoktandır bilinen bir yer.

Çeşme’nin en uzak bölgesi Ildırı’ya (22 km), Şifne üzerinden bakımlı bir yolla ulaşılıyor. Erythrai antik kentine ev sahipliği yapan Ildırı, Çeşme’nin en sakin köşelerinden. Tarihin bilgeliğiyle suskunlaşıp köşesine çekilmiş gibi duruyor. Doğasının güzelliği bu durgunluk ve sessizlikle birleşince insanın aklı da kalbi de orada kalıyor. Geniş ağızlı koyun girişindeki büyük ada, çevredeki tatilciler için bulunmaz kaftan. Koyun ortalarındaki küçük ada ise yüzme antremanları için yapılmış adeta. Rahatsızlık hissi yaratmayan sitelerin bulunduğu sahilden geçip Ildırı köyü’ne ulaşılınca tarihin içindeki yerinizi alıveriyorsunuz. Neredeyse tüm evler binlerce yıl öncesinin büyük kenti Erythrai’daki yapıların taşları kullanılarak yapılmış. Bu bir tarih yağması değil, tam tersine tarih katmanlarının oluşumu. Kültürlerin kesişme noktaları, esinlenme, mirası kullanma becerisi... Depremlerle ve savaşlarla darmağın olmuş bir kentin binlerce yıl sonra mütevazi bir biçimde yeniden hayata dönmesi...

Köyün, taşlı topaçlı yollarından yukarılara doğru çıktıkça eski kent de kendini yavaşça göstermeye başlıyor. Esir ve şarap ticaretinin verdiği güçle nam salan kentten günümüze ulaşan çok fazla bir şey yok. Yamaçtaki tiyatro şehrin en belirgin unsuru. Bunun dışında dağınık biçimde yapı taşları görülebiliyor. 1963 ile 1983 yılları arasında yapılan kazılarda çıkartılan çeşitli dönemlere ait çömlekler, vazolar, heykeller ve sikkeler İzmir ve Çeşme müzelerinde sergileniyor. Bu kazılarda, kentin etrafının surlarla çevrili olduğu da ortaya çıkartılmış. Erythrai akropolünde Bir Athena tapınağı olduğu da biliniyor.Ancak yapılan kazılarda henüz bu tapınağa ait elemanlara ulaşılamamış. Antik döneme ait kaynaklara göre agorada Artemis’in altın çelenkli bir heykeli ve bir gymnassium bulunmakta. Bu eserlere ve yapılara da henüz ulaşabilmiş değiliz.

Ildır’ın huzur dolu atmosferini geride bırakıp son durağımız Alaçatı’ya uzanıyoruz. Yol üzerinde bir yanımızda eski yel değirmenleri, bir yanımızda modern yel değirmenleri. Eskiler kimbilir kaç zamandır un öğütmüyor. Artık güzel bir kafenin devasa dekorasyon unsurları halindeler. Güçlü kuzey rüzgarları, taş gövdelerine sürtünüp geçiyor ve karşı tepelere doğru koşup, modern dünyanın zarif abideleri gibi yükselen ve rüzgar enerjisini elektriğe çeviren çağdaş yel değirmenlerinin pervanelerini sessizce döndürüyorlar. Artık bir Don Kişot aramamak lazım. Bu uzun boylu, kuğu boyunlu beyaz rüzgar türbinlerinin her biri bir Don Kişot imgesi aslında.  Uygarlığımızın sonunu hazırlayan diğer tüm enerji üretim yöntemleriyle savaşan birer Don Kişot duruyor Alaçatı sırtlarında.

Alaçatı’da bir başka mücadele sürüyor: Akdeniz, özellikle de İtalyan ve Sakız Adası mimarisinin iki-üç katlı cumbalı taş evleri zamana karşı büyük bir direnç gösteriyor. Sakız ağaçlarıyla dolu bahçeler, arnavut kaldırımı sokaklar, kiliseler, Selçuklu hamam ve camileri, cumartesi günleri kurulan pazarı ile Alaçatı dünü hatırlatmayı sürdürüyor.

Nostalji, açık denizden esen sert rüzgarla dağılıyor. Dünyanın en iyi üç rüzgar sörfü merkezinden birine geldiğimizi o an anlıyoruz. 1970’lerin başlarında ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan sörf heyecanının Türkiye’deki merkezi Alaçatı’da deniz suyu oldukça sığ ve rüzgar genellikle kuzeyden; haziran ayından eylül ayının ortalarına kadar ortalama 4-6 şiddetinde esiyor. Nisan-ekim aylarında ise %50 güney rüzgarı esiyor ve güzel dalgalar oluşturuyor. Alaçatı' nın en güzel özelliği, rüzgarın soldan, yani meltem olarak esmesi ve şiddetli rüzgarda dahi düzenli dalgaların oluşması. Akıntının da rüzgar ile aynı yönde olması sörf yapanlara kolaylık sağlıyor. Alaçatı, meltem rüzgarına sahip bölgeler arasında hiç şüphesiz en güvenilir olanı. Windsurf Turkey Cup da, bu nedenlerle her yıl burada yapılıyor. Uluslararası bu yarışma sayesinde dünyanın en ünlü sörfçüleri Alaçatı’da becerilerini sergileme olanağı buluyor. Çeşme’ye 11 kilometre uzaklıktaki Alaçatı, bir rüzgar sörfü cenneti olmasının yanı sıra rüzgar almayan Çark ve Piyade Plajları’yla pırıl pırıl denizin keyfini çıkarmak isteyenleri de kendine çekiyor.


Yorumlar

Çok Okunanlar