Orta Asya’da Yollar Boyunca
Bozkırda rüzgar serttir, güneş serttir, doğa serttir.
Geniş düzlüklerin sarısı da yeşili de büyük ve savaşçı
uygarlıkların
köklerini taşırlar içlerinde. Türkler’in, Çinliler’in, Acemler’in ve
Ruslar’ın atlarının ayaklarıyla eşilmiş bu topraklar
binlerce yılın kutsal insanlık mirasının vatanıdır.
köklerini taşırlar içlerinde. Türkler’in, Çinliler’in, Acemler’in ve
Ruslar’ın atlarının ayaklarıyla eşilmiş bu topraklar
binlerce yılın kutsal insanlık mirasının vatanıdır.
Uçak, engin bir
denizi hatırlatan pırıltılı Hazar’ın üzerinden geçip, kısa bir yakıt ikmalinin
ardından yeniden havalandığında artık uçsuz bucaksız steplerin üzerindeydik.
Önüne geçilemez bir zaman yolculuğunun gönüllü yolcusu gibi hissediyordum
kendimi. Küçük beyaz bulutların arasından güneşin kavurup sararttığı otlaklar
görünüyordu aşağılarda. Geniş düzlüklerde tozu dumana katarak özgürce koşturan
at sürülerini hayal ediyordum. Gösterişli atları ehlileştiren, Orta Asya’nın
güçlü insanının bin yıllara yayılan hikayesini; göçlerle, savaşlarla,
işgallerle, felaketlerle harmanlanmış tarihini düşünüyordum.
Tarihin bir çok
dramı bu topraklarda yaşandı. Himaliyalar, Altaylar ve Tanrı Dağları ile ele
eleverip kuşattıkları Orta Asya coğrafyasını yükseltip steplere
dönüştürürlerken yaşandı dramların ilki. Sertleşen iklimler toprağı kavurdu.
Muazzam gece-gündüz ısı farkları, insanın ayağını yerden kesecek kadar güçlü
esen step rüzgarları toprağı ufaladı, çölü bir ur gibi yeşilin içine doğru
büyüttü. Çöl sarısıyla, geniş otlakların yeşili arasındaki savaş, uygarlıklar
için de belirleyici oldu. Orta Asya, binlerce yıl boyunca otlaklar üzerinde
egemenlik sağlamaya çalışan kavimlerin mücadelesine tanıklık etti. İklim ve
uygarlıkların sürekli basıncı, kitlesel insan hareketlerine sebep oldu. Türk
boylarının Altaylar’dan başlayan macerası, bozkırları aşıp, Hazar’ı iki koldan
geçtikten sonra Anadolu’ya ve hatta Avrupa’nın içlerine doğru devam etti.
Steplerdeki
ağır yaşam koşullarına karşın yeni topraklar aramayan ya da topraklarının çok
uzağına gitmeden yeni yurtlar kuran kavimler de oldu kuşkusuz. Kazakların,
Kırgızların, Özbek ve Türkmenler’in Asya steplerindeki hikayesi özetle böyle
başladı.
Kazakistan’a
ayağımı basar basmaz, yıllardır merak ettiğim Altın Adam’ı görmek için Issık
Kurgan’a gitmenin yollarını arıyorum. 3-4 yy’dan kalma, Saka Kralı’nın oğluna
ait askeri bir kıyafet bu. Başlık, üstlük ve çizmeden oluşuyor ve tümü altından
yapılma. 18 yaşlarındaki bir prensin kaplan başı kabartmalı miğferini görmek
dönemin savaşçı kavimlerinin zihnimdeki imgelerini daha gerçekçi bir çizgiye
oturtacak. Kazak topraklarındaki ikinci günümde bir helikopter ile eski başkent
Alma Ata’dan Issık Kurgan’a geçiyorum. Merak ve heyecan ile tanışmayı
beklediğim Altın Adam ile tanışmaktan çok daha ötesi bekliyor beni. Müze
girişinde iki yerel şair ile tanıştırılıyorum. Kazak şiirinin destansı
örnekleriyle büyülü bir atmosfer yaratıyorlar. Zamansız bir masalın içinde kendime
yön ararken Altın Adam’ın gün ışığına kavuşturulmasında büyük emeği geçen
Bilimkazıcı Muhammed Bey ve onun tarihi öyküleyen üslubuyla bugünden tümüyle
uzaklaşıp gidiyorum. Muhammed Bey’in düş güzelliğindeki kızı, masalın içinde
bir peri gibi beliriyor. Kazak kızları için yakılan türkülerdeki benzetmeleri
abartılı buluşuma şimdi şaşırıyorum. Geleneklere bağlı bir Kazak için en
değerli şeylerden biri Kazak atı. Onlar da Kazak kızlarını, bu tarifi güç
güzellikteki atlarla betimlemeyi tercih ediyorlar. Haklılar!
Çin sınırına
doğru, günün gerçeğiyle yola devam ediyorum. Gürültülü, sarsıntılı fakat
ulaşımı hızlandıran helikopter, Balkaş Gölü’ne dökülen İli Özen’in yeşile
boyadığı bozkırın üzerinden sınıra, Hargos’a ulaşıyor. İpek Yolu’nun
Kazakistan’daki ilk istasyonu burası. Sovyet döneminde müze haline getirilen
Çin mimarisinin tipik örneği Kervansaray’ı ziyaret etmek gezinin bu bölümünün
en ilginç noktasını oluşturuyor. Hargos’ta, yoğun bir biçimde bavul ticareti
yapılıyor. Pamuklu ve yünlü giysiler, saatler Çin’de Uygur Türkleri’ne
satılıyor, oradan da deri ve spor giysiler alınıp dönülüyor. Bunların büyük
bölümü Carkent pazarı’nda satışa sunuluyor.
Steplerdeki
yolculuk boyunca sık sık göreceğim “yurt” ile tanışmam Taldı Korgan’da
gerçekleşiyor. Koyun yününden yapılan keçe ile soğuğa ve sıcağa karşı korunaklı
hale getirilen kayın ağacından ahşap iskeletli 30-40 metrekare büyüklüğündeki
çadırlara “yurt” diyor Kazaklar. Kırsal alanda oldukça yaygın biçimde
kullanılıyor. Yalnızca Taldı Korgan’daki fabrikada 10 bin civarında yurt
yapılıp satılıyor her yıl.
Fabrika’da bir
düğün için yeni satılan yurtlar olduğunu duyunca izini sürmeye karar verip
Üskümün’e gidiyorum. Uzun helikopter yolculuğunun bitiş müjdesini yeşil
otlaklara kurulmuş yurtlar veriyor.
Helikopter alçaldıkça otantik giysilerle bezeli kalabalık
hareketleniyor. Sonradan öğreniyorum ki ziyaretimizin haberi bizden önce buraya
ulaşmış. Cep telefonu yok, telefon ve telgraf da yok! Sırrı kimse açıklamıyor.
Gözlerim etrafta güvercin arıyor... Toprağa ayağım değer değmez kopuzlar,
dombralar çalmaya başlıyor. Üç yaşlı kadın neredeyse tümünü anlayabildiğim bir
Türkçe ile gelişimi manilerle kutluyor ve bir yandan da başımdan aşağı küçük
şekerler atıyor. Şaşırtıcı seramoninin sonunda bir küçük konuşma da benden
bekliyorlar. Hayatımın en zor anlarından birini yaşıyorum. Doğru kelimeleri
bulup söylemek ne zormuş meğer!
Büyük yurtun
dışında gençler dört nala at sürerken biz ziyafet sofrasına buyur ediliyoruz.
Çok değerli bir tanıklık bu, farkındayım. Yemek kültürü olarak uzak olduğum
yiyecekleri zorlukla yutmaya çaışırken yüzümdeki gülümsemeyi eksik etmemeye
çalışıyorum. At eti, sofranın en lezzetli parçalarının başında. Ancak hiç et
barındırmayan yumruk büyüklüğündeki kömür ateşinde ızgara yapılmış kuyruk yağını
yerken itiraf etmeliyim, ölüp ölüp diriliyorum. Ne var ki bu yağ step insanları
için yaşamsal önem ve değer taşıyor. Çok sert kış ayları ancak böylesine
ekstrem bir beslenme metodu geliştirilerek aşılabiliyor. İlerleyen dakikalarda
henüz herşeyin başında olduğumu panik içinde farkediyorum. Çünkü önüme
fırınlanmış, tüm uzuvları yerinde bir kuzu kafası geliyor. Yurt içindeki 20-30
kişi yemeyi içmeyi ve sohbeti bırakıp bana bakıyor. Yanımdakiler kulağıma
eğilip yapmam gerekenleri fısıldıyorlar. Kuzunun iki kulağının benim tarafımdan
kesilip, birinin yurttaki en küçük çocuğa verilmesi, diğerinin ise benim
tarafımdan yenmesi gerekiyor. Yemeğe başlamadan önce bütün bunların bir kamera
şakası olmasını diliyorum fakat üçüncü lokmadan sonra umudum tükeniyor. Bir süre
sonra kımız imdadıma yetişiyor. Kekremsi tadıyla ve hemen hissedilmeyen sinsi
alkolüyle bir süre sonra her şeyi olumlu görmemi sağlıyor. İlk fırsatta bir at
çiftliğine gidip kımız yapımını izlemek istiyorum.
Çin sınırında
biraz daha kuzeye doğru ilerliyorum. Congan Kokbaşı vadisindeki tren yolu, Çin
ile Avrupa’yı birleştiren muazzam bir hikayeye davet ediyor gezginleri.
Rayların devamlılığı yalnızca İstanbul Boğazı’nda kısa bir kesintiye uğruyor.
Pekin’den yola çıkıldığında bu raylar izlenerek İstanbul’a, hatta Paris’e
gitmek mümkün. Elbette, sınırlar olmasa! Bazı sınır kapıları kalın zincirlerle
kapanmamış olsa! Congan Kokbaşı’ndaki Dostluk Köyü’nden geçen bir tren belki
bir gün Haydarpaşa’ya steplerin taze havasını, Asya’nın dostluk mesajlarını
getirir...
İpek Yolu’nun
bir başka önemli durağı Semey’e vardığımda doğruca Dostoyevski Müzesi’ne
koşuyorum. 1854-1859 yılları arasında hem ev hapsi yaşadığı, hem de Suç ve
Ceza’nın ilk bölümlerini yazdığı Semey’deki küçük evi, o fırtınalı günlerin
aksine huzur dolu bir sessizlik içinde. Ceviz yazı masasının üzerindeki
mürekkep hokkaları, okuduğum tüm romanlarının sözcüklerini teker teker
hatırlamamı sağlayacaklarmış gibi kendilerine bağlıyorlar bakışlarımı. Arnavut
kaldırımı sokakta siyah deri siperlikli bir at arabasının tekerlek seslerini
duymasam belki de tümünü hatırlayacağım. İnce tülün ardından yorgun atın hızlı
nefes alıp verişini, yerinde huzursuz bir biçimde kıpırdamasını izliyorum.
Siyah pelerinli adamlar hoyratça kapıyı açıp içeri girecekler az sonra...
Müze görevlisi
odadan çıkarken yüzümün beyazladığını farkediyor mu bilmiyorum. Fakat Semey’in
akıllara sığmayan acı dolu hikayesinin yanında Dostoyevski’nin esaret günleri
bile oldukça hafif kalıyor.
1718 yılında
kurulmuş Semey. İpek Yolu’nun önemini vurgulamak için kent girişine çok büyük
ve gösterişli bir kapı yapılmış. Bu kapı uzun yıllar ticaret kervanlarına geçit
vermiş. Ne varki, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Semey bozkırlarında nükleer
denemeler yapılmaya başlanınca kentin ölümle dansı da kaçınılmaz hale gelmiş.
29 Ağustos 1959, nükleer bir kazanın tarihi olarak kayıtlara geçmiş. Her yıl bu
tarihte, kentin ortasından geçen İrtiş Irmağı’na bu faciada ölen binlerce
insanın anısına çiçekler ve mumlar bırakılıyor. Dram burada bitmiyor. Nükleer denemeler
1959’dan sonra da devam ediyor ve radyasyon yaşamın içine çörekleniyor.
Geçtiğimiz yıllara kadar Semey hastaneleri sakat ve ölü doğumlarla, sayısız
kanser vakalarıyla dolup taşıyordu. Kent, İpek Yolu üzerindeki bu önemli
kavşakta adını ölümle yanyana yazdırıyordu.
Güneydeki
Canbul, Özbek kültürünün etkisi altında. İslamiyet’in güçlü izleri açıkça
görülüyor. Çok sayıdaki tarihi mezar arasında Ayşe Bibi ile Karahan’ın
mezarları, kesişen hikayeleri nedeniyle ilgimi daha çok çekiyor. Semerkantlı
bir emir kızı olan Ayşe Bibi, Karahanit Beyi Karahan’a aşık olunca, babasından
izin ister. Babası bu aşka karşı çıksa da asi kızının önüne geçemez. Son kez
sözünü dinlemesini ister kızından: Ayşe Bibi, 7 su geçecek, 8.’sinde durup
oraya yerleşecektir. Ayşe Bibi bunu kabul eder ve beraberinde 40 savaşçı
kadınla yola çıkar. Babasının bedduasından habersizdir: “Birbirinizden haberdar
olasınız, ama yüzünüzü göremeyip, sesinizi duyamayasınız!” Uzun yolculuğun
sonunda 8. su kıyısında durur Ayşe Bibi. Yerleşirlerken Karahan’a gelişinin
haberini yollar. Heyecanla yıkanır, üzerini değiştirir, süslenir. Seaukelıe
denilen başlığını takmak ister. Beraberindekiler başlığı getirirler fakat
içindeki yılanı farketmezler. Yılan tarafından sokulan Ayşe Bibi o anda kör
olur. Karahan, atıyla dört nala çadıra yaklaşırken, Ayşe Bibi’nin kulakları da
işitmemeye başlar. Karahan tam çadırdan girdiği sırada da son nefesini verir.
Karahan, Ermeni ustalara büyük ve gösterişli bir mezar yaptırır. Cengizhan
tarafından ortadan kaldırılan Karahanit İmparatorluğu’nun büyük padişahı
Karahan da Ayşe Bibi’nin yattığı tepenin karşısındaki tepeye gömülür ve onun
için de Arap mimarisinin izlerini taşıyan büyük bir mezar yapılır.
Kırgızistan’a
Orş üzerinden giriyorum. Süleyman Dağı’ndaki Babür’ün evine tırmanan uzun
merdivenlere uzaktan bakıp Özgen’deki mısır ve tütün tarlalarına doğru
çeviriyorum sarı renkli Lada’nın yönünü. Büyük hayvan sürüleri kesiyor sık sık
yolumu. Atlı çobanlar, Teksas’takilerden epey farklı. Başkent Bişkek’e girişte
Kırgız Anası Urkiya Sariyeva’nın etkileyici Sovyetik heykeli ile
karşılaşıyorum. Kırgız devrimcilerinin başta gelenlerinden Sariyeva, buradaki
kolhozların kuruluşuna öncülük edişiyle büyük bir kahraman haline gelmiş. Ancak
toprak sahipleri tarafından öldürülmüş.
Tien Şan
Dağları’nın insanın kanını donduran keskin hatlı ve sarp siluetine doğru yol
alıyorum. Eteklerindeki Burana Minaresi uzaktan göründüğünde, olağandışı bir
şeylerle karşılaşacağımı anlıyorum. Gerçekten de minarenin çevresi şamanizim
döneminden kalma balbal denilen taş adamlarla dolu. Önemli bir kısmı MS 7. yy’a
ait bu mezar taşı yontularındaki figürler gömülü kişiler hakkında önemli
ipuçları taşıyor.
Cengiz
Aytmatov’un Beyaz Gemi’sini okuduktan sonra benim için bir ütopya ülkesine
dönüşen Issık Göl’ün gün olup da kıyısına geleceğimi, elimi suyuna
değdireceğimi, küçük “beyaz bir gemi” ile üzerinde süzüleceğimi kim
bilebilirdi? O uzak hayal sonunda gerçeğe dönüşüyor. Ribaçe’de, Issık Göl’ün
kıyısında, kopuz, asatayak, cılacın, demir kopuz, kılkıyak ve çopaçoğar adlı
çalgıların eşliğinde Manas destanını dinlemek, başımı döndürüyor. Bağdaş
kurduğu kilimin üzerinde bedeninin tümünü kullanarak, inanılmaz bir
konsantrasyon ile 1000 yıl öncesinin efsanelerini bugüne taşıyor Manasçı. Manas
demek Kırgız demek. Kırgız halkını kurtaran Manas’ın savaşlarını ve
kahramanlıklarını anlatan destan dünyanın en uzun destanı olarak biliniyor,
hatta tümü hala saptanamamış bir milyondan çok dizeden oluştuğu söyleniyor.
Özbekistan’ın
başkenti Taşkent’te gelin arabalarının peşine takılıyorum. Beni Ali Şir
Nevai’nin anıt mezarına götürüyorlar. 14. yy’ın en önemli şair ve
düşünürlerinden olan Nevai için doğumunun 500. yılı olan 1991 yılında yapılan
anıt, Taşkent’te evlenen tüm çiftlerin öncelikli ziyaret yeri haline gelmiş
durumda. Aslında tüm Orta Asya halklarında bu ‘nikahtan sonra anıt ziyareti’
kültürü var.
Semerkant,
Batı’ya çevirmeye alıştırılmış gözlerimizin utanarak, mahcubiyetle bakacağı
Doğu harikası bir kent. Özbekistan’ı, yüzyıllar öncesinde dünya kültürünün ve
biliminin zirvesine taşıyan Semerkant, Buhara ve Hiva gibi tarihi kentler,
bugün hala eski zamanların havasını koruyor. Timur’un en sevgili karısı Bibi
Hanım tarafından yaptırılan Bibi Hanım Medresesi, Timur’un sefere çıktığı bir
dönemde inşa edilmiş. Timur seferden dönüp de medreseyi görünce çok etkilenmiş
olmalı ki, yakınındakilere, “Yanlış yere geldik galiba, burası Semerkant
değil!” dediği rivayet ediliyor. Semerkant’ın en önemli simgesi Registan
meydanı. 1924 yılında Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilan edildiği
meydan üç muhteşem yapıya ev sahipliği yapıyor. 15 ve 17. yy’larda inşa edilmiş
Uluğbey, Şirdor ve Tillakari Medreseleri, yalnızca kentin değil, ülkenin de
başlıca mimari şahaseri olarak değerlendiriliyor.
Bu medreselerde
günümüzdeki medreselerdeki gibi yalnızca dinsel eğitim verilmiyordu. Uluğbey’in
uzayı gözlemlediği rasathane hala sapasağlam ayakta. 1400’lerin ilk yıllarında
bu rasathanede elde edilen bilgiler, Uluğbey Medresesi’nde astronomi, felsefe
ve matematik dersleriyle öğrencilere aktarılıyordu. Bir dram da burada yaşandı.
İslam fanatikleri, Uluğbey’e karşı oğlunu kışkırttılar. Onun dinsiz olduğunu
ileri sürerek öldürttüler. Uluğbey’in öldürülmesi, Semerkant’ta büyük bir
bilgin kıyımını da beraberinde getirdi.
Buhara kenti,
bütünüyle sit alanı olarak korunmuş birkaç önemli kentten biri. Medreseler ve
minareler kenti olarak tanımlamak mümkün Buhara’yı. Mir Arap Medresesi, 1535-36
yıllarında inşa edilmiş. Günümüzde hala dinsel eğitim amaçlı kullanılıyor.
Buhara’nın merkezini temsil eden PoiKalyon Minaresi ise 12.yy’da yapılmış. 19.
yy’ın sonlarına kadar bu minare ölüm cezalarının infazında kullanılmış.
Mahkumlar kulenin tepesinden aşağı atılarak idam edilirlermiş. Kalyan Mescidi,
Uluğbey Medresesi, Abdülazizhan Medresesi, Alim Han Sarayı, Nodor Divanbeyi
Medresesi, Bolavuz Mescidi, Eyüp Çeşmesi, Samani Mezarı Buhara’nın eşsiz
güzellikteki yapılarından yalnızca bir kaçı.
Buhara gibi
Hiva da zamanın yokedici etkisinden başarıyla korunmuş, yakın bir tarihte inşa
edilmiş bir İslam kenti. 19. yy’da Mahmut Pehlivan tarafından kurulan şehir,
büyük surlarla çevrili. Kentte Mahmut Pehlivan Mescidi, Hiva Mescidi, Cuma
Mescidi ve Kutlu Murat Medresesi görülmeye değer.
Mistik
atmosferde dinlendirdiğim ruhumu yeni acılara hazırlayıp, Özbekistan’ın özerk
Karakalpakistan Cumhuriyeti’nin Muynak şehrine doğru yola koyuldum. Coğrafya
kitaplarında Hazar’ın biraz doğusunda ve tıpkı Hazar gibi, göl denilemeyecek
kadar büyük görünen Aral Gölü’ne gidiyordum. Çağımızın en büyük çevre
felaketine tanıklık edecektim fakat tam olarak neyle karşılaşacağımı da
bilmiyordum.
1917
Devrimi’nin ardından geniş Sovyet coğrafyasının büyük askeri gücünü giydirmek
ve beslemek, yine aynı biçimde halkların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için
ekilebilir büyük alanlar aranmaya başlandı. Aral Gölü’ne dökülen Amu Derya ve
Sırı Derya Irmakları arasındaki bölge tam aranan yerdi. Eğer büyük bir kanal
ile iki nehir çeşitli yerlerden birbirine bağlanabilirse bu geniş topraklar
sulanabilir ve verim artırılabilirdi. Dünyanın uzun yıllar inanamadığı bir
mucize devrimin coşkusuyla 100 günde yaratıldı. Ünlü Lenin Karakum kanalı,
yüzbinlerce insanın neredeyse uyumadan, yemek yemeden kazma kürek çalışması
sonucunda 100 günde tamamlanmıştı. Suya aç topraklar güçlü ırmakların sularıyla
kucaklaşınca pamuk fışkırmaya başladı her yandan. Gözalabildiğine düzlükler
pirinç tarlaları haline dönüştü. Zirai ilaçlama metodlarıyla verimlilik daha da
arttırıldı. Yıllar hızla geçiyordu. 1970’lerde Japonya’da atmosferdeki gaz
hareketlerini inceleyen bir istasyon üst katmanlarda tanımlayamadığı bir toz
bulutu saptadı. Analizler son derece zehirli kimyasallara bulanmış bir kum ile
karşı karşıya olunduğunu gösterdi. Nereden geliyordu bu kum peki? Adres, Aral
Gölü’ydü. Yalıtım yapılmaksızın açılan kanal, nehir sularının önemli bir
bölümünü emiyor, diğer önemli bir bölümü de tarım alanlarının sulanması
sırasında toprağa karışıyordu. İki büyük nehir ancak cılız birer kolla göle
ulaşabiliyordu artık. Aral gölü, 100 günlük mucizenin bedelini, yöredeki
insanlarla birlikte 40 yıl sonra ödüyordu. Bu sürede sularının üçte ikisini
kaybetti. Sanayi alanında taşımacılıkta kullanılan büyük tonajlı gemiler
çekilen sular nedeniyle kala kaldı kumun ortasında. Tarım alanlarından sızan
kimyasal ilaçlarla zehirlenen sular buharlaşırken arta kalan tuz ve kimyasal
zehir kuma karışıyor, güçlü step rüzgarlarıyla havalanıp önce Muynak
civarındaki insanları kanser yapıp öldürüyor, ardından da atmosferin üst
katmanlarında ölümcül yolculuğuna devam ediyordu.
Bu trajedinin
kurbanlarının bir kısmı hala hayatta. Günlerini kemoterapilerde geçirmeye
mahkumlar. Gölün suyu çok uzaklarda, Muynak artık bir liman kenti değil. Büyük
iskeleler kuma gömülü, göl kıyısına yapılmaya başlanan bir senatoryumun inşaatı
bitene kadar göl çoktan bir kilometre kadar çekilip gitmiş, binanın açılışı
bile yapılamadan öylece terkedilmiş.
Karakalpakistan’ın
çöl gemilerini geride bırakmak hiç kolay değil. Fakat Orta Asya’daki son
durağım Türkmenistan’a doğru devam etmeliyim. Eski Urgenç yolundan Aşkabad’a
ilerliyorum. Hikayesini bildiğim pamuk, tüm sempatikliğini yitirmiş durumda.
Aşkabad’ta halı müzesinde dolaşarak içimi serinletiyorum. Binlerce yıllık
kültürün ilmek ilmek dokunduğu muhteşem halılarla dolu müze. En büyük halı, bir
santimetrekareye en çok ilmek atılan halı, en eski halı gibi bir çok özel eser
bu büyük koleksiyonda yer alıyor. Fakat ben Türkmen atlarını merak ediyorum
aslında. Bunun için biraz daha beklemem gerekecek. Çünkü Mari’ye diğer adıyla
Bayram Ali’ye, eski adıyla Merv’e gideceğim önce. Abdullah Han Kalesi’ni,
Sultan Sencer’in mezarını, Muhammed İbn Seyyid’in evini ve Erk Kalesi’ni
gezeceğim. 2500 yıllık Merv, Gavurkale, Sultankale, Abdüllahhankale, Erkkale,
İskenderkale gibi dokuz kent kale kalıntısından oluşuyor. Bir kent savaşlarla
ya da doğa felaketleriyle yıkıldığında hemen yanında yenisi kurulmuş.
İslamiyet’in ilk dönemlerinde Merv’in nüfusunun bir milyonu geçtiği biliniyor.
Yol boyunca
yanımdan geçen atlar heyecanımı körüklüyor. Biraz da bu nedenle Merv turumu
hızla bitirip Nurgabetrap köyüne doğru yöneliyorum. Köydeki büyük at
çiftliğinde Ahalteke’lerin yelelerine dokunduğumda onların mücadeleci ruhlarını
hissedebiliyorum. Bu tüyleri ipek gibi pırıldayan atlar dünyanın en pahalı
soyları. Ahaltekelerin Arap atıyla çiftleştirilmesiyle İngiliz atının ortaya
çıktığını öğrenmek beni şaşırtıyor.
Dönüş yolunda
Kazakistan’daki uzay üssü Leninsk Baykonur’u ziyaret etmenin bir yolunu
buluyorum. 1961 yılında Yuri Gagarin’in uzaya fırlatıldığı rampanın önündeki
Rus subaylar ve Kazak askerler ezberlemiş gibi o muhteşem yolculuğun
ayrıntılarını anlatıyorlar. Üs, Rusların kontrolünde. Tüm izinler onlardan
çıkıyor. Bu konuda çok katı değiller. Üs içinde bir uzay müzesi dahi
oluşturulmuş. 1966’da Veterog ve Ugalog adındaki iki köpeğin içine oturtulup
uzaya gönderildiği kapsülü görmek çok heyecan verici. Hele ki Gagarin’in uzay
yolculuğuna başlamadan önce dinlenmek için kullandığı suite girip, fotoğraf
çekmek yerine fotoğraf çektirmek çok daha keyifli!
Yorumlar
Yorum Gönder