Orta Asya’da Yollar Boyunca


Bozkırda rüzgar serttir, güneş serttir, doğa serttir.
Geniş düzlüklerin sarısı da yeşili de büyük ve savaşçı uygarlıkların 
köklerini taşırlar içlerinde. Türkler’in, Çinliler’in, Acemler’in ve 
Ruslar’ın atlarının ayaklarıyla eşilmiş bu topraklar 
binlerce yılın kutsal insanlık mirasının vatanıdır.

Uçak, engin bir denizi hatırlatan pırıltılı Hazar’ın üzerinden geçip, kısa bir yakıt ikmalinin ardından yeniden havalandığında artık uçsuz bucaksız steplerin üzerindeydik. Önüne geçilemez bir zaman yolculuğunun gönüllü yolcusu gibi hissediyordum kendimi. Küçük beyaz bulutların arasından güneşin kavurup sararttığı otlaklar görünüyordu aşağılarda. Geniş düzlüklerde tozu dumana katarak özgürce koşturan at sürülerini hayal ediyordum. Gösterişli atları ehlileştiren, Orta Asya’nın güçlü insanının bin yıllara yayılan hikayesini; göçlerle, savaşlarla, işgallerle, felaketlerle harmanlanmış tarihini düşünüyordum.

Tarihin bir çok dramı bu topraklarda yaşandı. Himaliyalar, Altaylar ve Tanrı Dağları ile ele eleverip kuşattıkları Orta Asya coğrafyasını yükseltip steplere dönüştürürlerken yaşandı dramların ilki. Sertleşen iklimler toprağı kavurdu. Muazzam gece-gündüz ısı farkları, insanın ayağını yerden kesecek kadar güçlü esen step rüzgarları toprağı ufaladı, çölü bir ur gibi yeşilin içine doğru büyüttü. Çöl sarısıyla, geniş otlakların yeşili arasındaki savaş, uygarlıklar için de belirleyici oldu. Orta Asya, binlerce yıl boyunca otlaklar üzerinde egemenlik sağlamaya çalışan kavimlerin mücadelesine tanıklık etti. İklim ve uygarlıkların sürekli basıncı, kitlesel insan hareketlerine sebep oldu. Türk boylarının Altaylar’dan başlayan macerası, bozkırları aşıp, Hazar’ı iki koldan geçtikten sonra Anadolu’ya ve hatta Avrupa’nın içlerine doğru devam etti.

Steplerdeki ağır yaşam koşullarına karşın yeni topraklar aramayan ya da topraklarının çok uzağına gitmeden yeni yurtlar kuran kavimler de oldu kuşkusuz. Kazakların, Kırgızların, Özbek ve Türkmenler’in Asya steplerindeki hikayesi özetle böyle başladı.

Kazakistan’a ayağımı basar basmaz, yıllardır merak ettiğim Altın Adam’ı görmek için Issık Kurgan’a gitmenin yollarını arıyorum. 3-4 yy’dan kalma, Saka Kralı’nın oğluna ait askeri bir kıyafet bu. Başlık, üstlük ve çizmeden oluşuyor ve tümü altından yapılma. 18 yaşlarındaki bir prensin kaplan başı kabartmalı miğferini görmek dönemin savaşçı kavimlerinin zihnimdeki imgelerini daha gerçekçi bir çizgiye oturtacak. Kazak topraklarındaki ikinci günümde bir helikopter ile eski başkent Alma Ata’dan Issık Kurgan’a geçiyorum. Merak ve heyecan ile tanışmayı beklediğim Altın Adam ile tanışmaktan çok daha ötesi bekliyor beni. Müze girişinde iki yerel şair ile tanıştırılıyorum. Kazak şiirinin destansı örnekleriyle büyülü bir atmosfer yaratıyorlar. Zamansız bir masalın içinde kendime yön ararken Altın Adam’ın gün ışığına kavuşturulmasında büyük emeği geçen Bilimkazıcı Muhammed Bey ve onun tarihi öyküleyen üslubuyla bugünden tümüyle uzaklaşıp gidiyorum. Muhammed Bey’in düş güzelliğindeki kızı, masalın içinde bir peri gibi beliriyor. Kazak kızları için yakılan türkülerdeki benzetmeleri abartılı buluşuma şimdi şaşırıyorum. Geleneklere bağlı bir Kazak için en değerli şeylerden biri Kazak atı. Onlar da Kazak kızlarını, bu tarifi güç güzellikteki atlarla betimlemeyi tercih ediyorlar. Haklılar!

Çin sınırına doğru, günün gerçeğiyle yola devam ediyorum. Gürültülü, sarsıntılı fakat ulaşımı hızlandıran helikopter, Balkaş Gölü’ne dökülen İli Özen’in yeşile boyadığı bozkırın üzerinden sınıra, Hargos’a ulaşıyor. İpek Yolu’nun Kazakistan’daki ilk istasyonu burası. Sovyet döneminde müze haline getirilen Çin mimarisinin tipik örneği Kervansaray’ı ziyaret etmek gezinin bu bölümünün en ilginç noktasını oluşturuyor. Hargos’ta, yoğun bir biçimde bavul ticareti yapılıyor. Pamuklu ve yünlü giysiler, saatler Çin’de Uygur Türkleri’ne satılıyor, oradan da deri ve spor giysiler alınıp dönülüyor. Bunların büyük bölümü Carkent pazarı’nda satışa sunuluyor.

Steplerdeki yolculuk boyunca sık sık göreceğim “yurt” ile tanışmam Taldı Korgan’da gerçekleşiyor. Koyun yününden yapılan keçe ile soğuğa ve sıcağa karşı korunaklı hale getirilen kayın ağacından ahşap iskeletli 30-40 metrekare büyüklüğündeki çadırlara “yurt” diyor Kazaklar. Kırsal alanda oldukça yaygın biçimde kullanılıyor. Yalnızca Taldı Korgan’daki fabrikada 10 bin civarında yurt yapılıp satılıyor her yıl.

Fabrika’da bir düğün için yeni satılan yurtlar olduğunu duyunca izini sürmeye karar verip Üskümün’e gidiyorum. Uzun helikopter yolculuğunun bitiş müjdesini yeşil otlaklara kurulmuş yurtlar veriyor.  Helikopter alçaldıkça otantik giysilerle bezeli kalabalık hareketleniyor. Sonradan öğreniyorum ki ziyaretimizin haberi bizden önce buraya ulaşmış. Cep telefonu yok, telefon ve telgraf da yok! Sırrı kimse açıklamıyor. Gözlerim etrafta güvercin arıyor... Toprağa ayağım değer değmez kopuzlar, dombralar çalmaya başlıyor. Üç yaşlı kadın neredeyse tümünü anlayabildiğim bir Türkçe ile gelişimi manilerle kutluyor ve bir yandan da başımdan aşağı küçük şekerler atıyor. Şaşırtıcı seramoninin sonunda bir küçük konuşma da benden bekliyorlar. Hayatımın en zor anlarından birini yaşıyorum. Doğru kelimeleri bulup söylemek ne zormuş meğer!

Büyük yurtun dışında gençler dört nala at sürerken biz ziyafet sofrasına buyur ediliyoruz. Çok değerli bir tanıklık bu, farkındayım. Yemek kültürü olarak uzak olduğum yiyecekleri zorlukla yutmaya çaışırken yüzümdeki gülümsemeyi eksik etmemeye çalışıyorum. At eti, sofranın en lezzetli parçalarının başında. Ancak hiç et barındırmayan yumruk büyüklüğündeki kömür ateşinde ızgara yapılmış kuyruk yağını yerken itiraf etmeliyim, ölüp ölüp diriliyorum. Ne var ki bu yağ step insanları için yaşamsal önem ve değer taşıyor. Çok sert kış ayları ancak böylesine ekstrem bir beslenme metodu geliştirilerek aşılabiliyor. İlerleyen dakikalarda henüz herşeyin başında olduğumu panik içinde farkediyorum. Çünkü önüme fırınlanmış, tüm uzuvları yerinde bir kuzu kafası geliyor. Yurt içindeki 20-30 kişi yemeyi içmeyi ve sohbeti bırakıp bana bakıyor. Yanımdakiler kulağıma eğilip yapmam gerekenleri fısıldıyorlar. Kuzunun iki kulağının benim tarafımdan kesilip, birinin yurttaki en küçük çocuğa verilmesi, diğerinin ise benim tarafımdan yenmesi gerekiyor. Yemeğe başlamadan önce bütün bunların bir kamera şakası olmasını diliyorum fakat üçüncü lokmadan sonra umudum tükeniyor. Bir süre sonra kımız imdadıma yetişiyor. Kekremsi tadıyla ve hemen hissedilmeyen sinsi alkolüyle bir süre sonra her şeyi olumlu görmemi sağlıyor. İlk fırsatta bir at çiftliğine gidip kımız yapımını izlemek istiyorum.

Çin sınırında biraz daha kuzeye doğru ilerliyorum. Congan Kokbaşı vadisindeki tren yolu, Çin ile Avrupa’yı birleştiren muazzam bir hikayeye davet ediyor gezginleri. Rayların devamlılığı yalnızca İstanbul Boğazı’nda kısa bir kesintiye uğruyor. Pekin’den yola çıkıldığında bu raylar izlenerek İstanbul’a, hatta Paris’e gitmek mümkün. Elbette, sınırlar olmasa! Bazı sınır kapıları kalın zincirlerle kapanmamış olsa! Congan Kokbaşı’ndaki Dostluk Köyü’nden geçen bir tren belki bir gün Haydarpaşa’ya steplerin taze havasını, Asya’nın dostluk mesajlarını getirir...

İpek Yolu’nun bir başka önemli durağı Semey’e vardığımda doğruca Dostoyevski Müzesi’ne koşuyorum. 1854-1859 yılları arasında hem ev hapsi yaşadığı, hem de Suç ve Ceza’nın ilk bölümlerini yazdığı Semey’deki küçük evi, o fırtınalı günlerin aksine huzur dolu bir sessizlik içinde. Ceviz yazı masasının üzerindeki mürekkep hokkaları, okuduğum tüm romanlarının sözcüklerini teker teker hatırlamamı sağlayacaklarmış gibi kendilerine bağlıyorlar bakışlarımı. Arnavut kaldırımı sokakta siyah deri siperlikli bir at arabasının tekerlek seslerini duymasam belki de tümünü hatırlayacağım. İnce tülün ardından yorgun atın hızlı nefes alıp verişini, yerinde huzursuz bir biçimde kıpırdamasını izliyorum. Siyah pelerinli adamlar hoyratça kapıyı açıp içeri girecekler az sonra...

Müze görevlisi odadan çıkarken yüzümün beyazladığını farkediyor mu bilmiyorum. Fakat Semey’in akıllara sığmayan acı dolu hikayesinin yanında Dostoyevski’nin esaret günleri bile oldukça hafif kalıyor.

1718 yılında kurulmuş Semey. İpek Yolu’nun önemini vurgulamak için kent girişine çok büyük ve gösterişli bir kapı yapılmış. Bu kapı uzun yıllar ticaret kervanlarına geçit vermiş. Ne varki, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Semey bozkırlarında nükleer denemeler yapılmaya başlanınca kentin ölümle dansı da kaçınılmaz hale gelmiş. 29 Ağustos 1959, nükleer bir kazanın tarihi olarak kayıtlara geçmiş. Her yıl bu tarihte, kentin ortasından geçen İrtiş Irmağı’na bu faciada ölen binlerce insanın anısına çiçekler ve mumlar bırakılıyor. Dram burada bitmiyor. Nükleer denemeler 1959’dan sonra da devam ediyor ve radyasyon yaşamın içine çörekleniyor. Geçtiğimiz yıllara kadar Semey hastaneleri sakat ve ölü doğumlarla, sayısız kanser vakalarıyla dolup taşıyordu. Kent, İpek Yolu üzerindeki bu önemli kavşakta adını ölümle yanyana yazdırıyordu.

Güneydeki Canbul, Özbek kültürünün etkisi altında. İslamiyet’in güçlü izleri açıkça görülüyor. Çok sayıdaki tarihi mezar arasında Ayşe Bibi ile Karahan’ın mezarları, kesişen hikayeleri nedeniyle ilgimi daha çok çekiyor. Semerkantlı bir emir kızı olan Ayşe Bibi, Karahanit Beyi Karahan’a aşık olunca, babasından izin ister. Babası bu aşka karşı çıksa da asi kızının önüne geçemez. Son kez sözünü dinlemesini ister kızından: Ayşe Bibi, 7 su geçecek, 8.’sinde durup oraya yerleşecektir. Ayşe Bibi bunu kabul eder ve beraberinde 40 savaşçı kadınla yola çıkar. Babasının bedduasından habersizdir: “Birbirinizden haberdar olasınız, ama yüzünüzü göremeyip, sesinizi duyamayasınız!” Uzun yolculuğun sonunda 8. su kıyısında durur Ayşe Bibi. Yerleşirlerken Karahan’a gelişinin haberini yollar. Heyecanla yıkanır, üzerini değiştirir, süslenir. Seaukelıe denilen başlığını takmak ister. Beraberindekiler başlığı getirirler fakat içindeki yılanı farketmezler. Yılan tarafından sokulan Ayşe Bibi o anda kör olur. Karahan, atıyla dört nala çadıra yaklaşırken, Ayşe Bibi’nin kulakları da işitmemeye başlar. Karahan tam çadırdan girdiği sırada da son nefesini verir. Karahan, Ermeni ustalara büyük ve gösterişli bir mezar yaptırır. Cengizhan tarafından ortadan kaldırılan Karahanit İmparatorluğu’nun büyük padişahı Karahan da Ayşe Bibi’nin yattığı tepenin karşısındaki tepeye gömülür ve onun için de Arap mimarisinin izlerini taşıyan büyük bir mezar yapılır.

Kırgızistan’a Orş üzerinden giriyorum. Süleyman Dağı’ndaki Babür’ün evine tırmanan uzun merdivenlere uzaktan bakıp Özgen’deki mısır ve tütün tarlalarına doğru çeviriyorum sarı renkli Lada’nın yönünü. Büyük hayvan sürüleri kesiyor sık sık yolumu. Atlı çobanlar, Teksas’takilerden epey farklı. Başkent Bişkek’e girişte Kırgız Anası Urkiya Sariyeva’nın etkileyici Sovyetik heykeli ile karşılaşıyorum. Kırgız devrimcilerinin başta gelenlerinden Sariyeva, buradaki kolhozların kuruluşuna öncülük edişiyle büyük bir kahraman haline gelmiş. Ancak toprak sahipleri tarafından öldürülmüş.

Tien Şan Dağları’nın insanın kanını donduran keskin hatlı ve sarp siluetine doğru yol alıyorum. Eteklerindeki Burana Minaresi uzaktan göründüğünde, olağandışı bir şeylerle karşılaşacağımı anlıyorum. Gerçekten de minarenin çevresi şamanizim döneminden kalma balbal denilen taş adamlarla dolu. Önemli bir kısmı MS 7. yy’a ait bu mezar taşı yontularındaki figürler gömülü kişiler hakkında önemli ipuçları taşıyor.

Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sini okuduktan sonra benim için bir ütopya ülkesine dönüşen Issık Göl’ün gün olup da kıyısına geleceğimi, elimi suyuna değdireceğimi, küçük “beyaz bir gemi” ile üzerinde süzüleceğimi kim bilebilirdi? O uzak hayal sonunda gerçeğe dönüşüyor. Ribaçe’de, Issık Göl’ün kıyısında, kopuz, asatayak, cılacın, demir kopuz, kılkıyak ve çopaçoğar adlı çalgıların eşliğinde Manas destanını dinlemek, başımı döndürüyor. Bağdaş kurduğu kilimin üzerinde bedeninin tümünü kullanarak, inanılmaz bir konsantrasyon ile 1000 yıl öncesinin efsanelerini bugüne taşıyor Manasçı. Manas demek Kırgız demek. Kırgız halkını kurtaran Manas’ın savaşlarını ve kahramanlıklarını anlatan destan dünyanın en uzun destanı olarak biliniyor, hatta tümü hala saptanamamış bir milyondan çok dizeden oluştuğu söyleniyor.

Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te gelin arabalarının peşine takılıyorum. Beni Ali Şir Nevai’nin anıt mezarına götürüyorlar. 14. yy’ın en önemli şair ve düşünürlerinden olan Nevai için doğumunun 500. yılı olan 1991 yılında yapılan anıt, Taşkent’te evlenen tüm çiftlerin öncelikli ziyaret yeri haline gelmiş durumda. Aslında tüm Orta Asya halklarında bu ‘nikahtan sonra anıt ziyareti’ kültürü var.

Semerkant, Batı’ya çevirmeye alıştırılmış gözlerimizin utanarak, mahcubiyetle bakacağı Doğu harikası bir kent. Özbekistan’ı, yüzyıllar öncesinde dünya kültürünün ve biliminin zirvesine taşıyan Semerkant, Buhara ve Hiva gibi tarihi kentler, bugün hala eski zamanların havasını koruyor. Timur’un en sevgili karısı Bibi Hanım tarafından yaptırılan Bibi Hanım Medresesi, Timur’un sefere çıktığı bir dönemde inşa edilmiş. Timur seferden dönüp de medreseyi görünce çok etkilenmiş olmalı ki, yakınındakilere, “Yanlış yere geldik galiba, burası Semerkant değil!” dediği rivayet ediliyor. Semerkant’ın en önemli simgesi Registan meydanı. 1924 yılında Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilan edildiği meydan üç muhteşem yapıya ev sahipliği yapıyor. 15 ve 17. yy’larda inşa edilmiş Uluğbey, Şirdor ve Tillakari Medreseleri, yalnızca kentin değil, ülkenin de başlıca mimari şahaseri olarak değerlendiriliyor.

Bu medreselerde günümüzdeki medreselerdeki gibi yalnızca dinsel eğitim verilmiyordu. Uluğbey’in uzayı gözlemlediği rasathane hala sapasağlam ayakta. 1400’lerin ilk yıllarında bu rasathanede elde edilen bilgiler, Uluğbey Medresesi’nde astronomi, felsefe ve matematik dersleriyle öğrencilere aktarılıyordu. Bir dram da burada yaşandı. İslam fanatikleri, Uluğbey’e karşı oğlunu kışkırttılar. Onun dinsiz olduğunu ileri sürerek öldürttüler. Uluğbey’in öldürülmesi, Semerkant’ta büyük bir bilgin kıyımını da beraberinde getirdi.

Buhara kenti, bütünüyle sit alanı olarak korunmuş birkaç önemli kentten biri. Medreseler ve minareler kenti olarak tanımlamak mümkün Buhara’yı. Mir Arap Medresesi, 1535-36 yıllarında inşa edilmiş. Günümüzde hala dinsel eğitim amaçlı kullanılıyor. Buhara’nın merkezini temsil eden PoiKalyon Minaresi ise 12.yy’da yapılmış. 19. yy’ın sonlarına kadar bu minare ölüm cezalarının infazında kullanılmış. Mahkumlar kulenin tepesinden aşağı atılarak idam edilirlermiş. Kalyan Mescidi, Uluğbey Medresesi, Abdülazizhan Medresesi, Alim Han Sarayı, Nodor Divanbeyi Medresesi, Bolavuz Mescidi, Eyüp Çeşmesi, Samani Mezarı Buhara’nın eşsiz güzellikteki yapılarından yalnızca bir kaçı.

Buhara gibi Hiva da zamanın yokedici etkisinden başarıyla korunmuş, yakın bir tarihte inşa edilmiş bir İslam kenti. 19. yy’da Mahmut Pehlivan tarafından kurulan şehir, büyük surlarla çevrili. Kentte Mahmut Pehlivan Mescidi, Hiva Mescidi, Cuma Mescidi ve Kutlu Murat Medresesi görülmeye değer.

Mistik atmosferde dinlendirdiğim ruhumu yeni acılara hazırlayıp, Özbekistan’ın özerk Karakalpakistan Cumhuriyeti’nin Muynak şehrine doğru yola koyuldum. Coğrafya kitaplarında Hazar’ın biraz doğusunda ve tıpkı Hazar gibi, göl denilemeyecek kadar büyük görünen Aral Gölü’ne gidiyordum. Çağımızın en büyük çevre felaketine tanıklık edecektim fakat tam olarak neyle karşılaşacağımı da bilmiyordum.

1917 Devrimi’nin ardından geniş Sovyet coğrafyasının büyük askeri gücünü giydirmek ve beslemek, yine aynı biçimde halkların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ekilebilir büyük alanlar aranmaya başlandı. Aral Gölü’ne dökülen Amu Derya ve Sırı Derya Irmakları arasındaki bölge tam aranan yerdi. Eğer büyük bir kanal ile iki nehir çeşitli yerlerden birbirine bağlanabilirse bu geniş topraklar sulanabilir ve verim artırılabilirdi. Dünyanın uzun yıllar inanamadığı bir mucize devrimin coşkusuyla 100 günde yaratıldı. Ünlü Lenin Karakum kanalı, yüzbinlerce insanın neredeyse uyumadan, yemek yemeden kazma kürek çalışması sonucunda 100 günde tamamlanmıştı. Suya aç topraklar güçlü ırmakların sularıyla kucaklaşınca pamuk fışkırmaya başladı her yandan. Gözalabildiğine düzlükler pirinç tarlaları haline dönüştü. Zirai ilaçlama metodlarıyla verimlilik daha da arttırıldı. Yıllar hızla geçiyordu. 1970’lerde Japonya’da atmosferdeki gaz hareketlerini inceleyen bir istasyon üst katmanlarda tanımlayamadığı bir toz bulutu saptadı. Analizler son derece zehirli kimyasallara bulanmış bir kum ile karşı karşıya olunduğunu gösterdi. Nereden geliyordu bu kum peki? Adres, Aral Gölü’ydü. Yalıtım yapılmaksızın açılan kanal, nehir sularının önemli bir bölümünü emiyor, diğer önemli bir bölümü de tarım alanlarının sulanması sırasında toprağa karışıyordu. İki büyük nehir ancak cılız birer kolla göle ulaşabiliyordu artık. Aral gölü, 100 günlük mucizenin bedelini, yöredeki insanlarla birlikte 40 yıl sonra ödüyordu. Bu sürede sularının üçte ikisini kaybetti. Sanayi alanında taşımacılıkta kullanılan büyük tonajlı gemiler çekilen sular nedeniyle kala kaldı kumun ortasında. Tarım alanlarından sızan kimyasal ilaçlarla zehirlenen sular buharlaşırken arta kalan tuz ve kimyasal zehir kuma karışıyor, güçlü step rüzgarlarıyla havalanıp önce Muynak civarındaki insanları kanser yapıp öldürüyor, ardından da atmosferin üst katmanlarında ölümcül yolculuğuna devam ediyordu.

Bu trajedinin kurbanlarının bir kısmı hala hayatta. Günlerini kemoterapilerde geçirmeye mahkumlar. Gölün suyu çok uzaklarda, Muynak artık bir liman kenti değil. Büyük iskeleler kuma gömülü, göl kıyısına yapılmaya başlanan bir senatoryumun inşaatı bitene kadar göl çoktan bir kilometre kadar çekilip gitmiş, binanın açılışı bile yapılamadan öylece terkedilmiş.

Karakalpakistan’ın çöl gemilerini geride bırakmak hiç kolay değil. Fakat Orta Asya’daki son durağım Türkmenistan’a doğru devam etmeliyim. Eski Urgenç yolundan Aşkabad’a ilerliyorum. Hikayesini bildiğim pamuk, tüm sempatikliğini yitirmiş durumda. Aşkabad’ta halı müzesinde dolaşarak içimi serinletiyorum. Binlerce yıllık kültürün ilmek ilmek dokunduğu muhteşem halılarla dolu müze. En büyük halı, bir santimetrekareye en çok ilmek atılan halı, en eski halı gibi bir çok özel eser bu büyük koleksiyonda yer alıyor. Fakat ben Türkmen atlarını merak ediyorum aslında. Bunun için biraz daha beklemem gerekecek. Çünkü Mari’ye diğer adıyla Bayram Ali’ye, eski adıyla Merv’e gideceğim önce. Abdullah Han Kalesi’ni, Sultan Sencer’in mezarını, Muhammed İbn Seyyid’in evini ve Erk Kalesi’ni gezeceğim. 2500 yıllık Merv, Gavurkale, Sultankale, Abdüllahhankale, Erkkale, İskenderkale gibi dokuz kent kale kalıntısından oluşuyor. Bir kent savaşlarla ya da doğa felaketleriyle yıkıldığında hemen yanında yenisi kurulmuş. İslamiyet’in ilk dönemlerinde Merv’in nüfusunun bir milyonu geçtiği biliniyor.

Yol boyunca yanımdan geçen atlar heyecanımı körüklüyor. Biraz da bu nedenle Merv turumu hızla bitirip Nurgabetrap köyüne doğru yöneliyorum. Köydeki büyük at çiftliğinde Ahalteke’lerin yelelerine dokunduğumda onların mücadeleci ruhlarını hissedebiliyorum. Bu tüyleri ipek gibi pırıldayan atlar dünyanın en pahalı soyları. Ahaltekelerin Arap atıyla çiftleştirilmesiyle İngiliz atının ortaya çıktığını öğrenmek beni şaşırtıyor.

Dönüş yolunda Kazakistan’daki uzay üssü Leninsk Baykonur’u ziyaret etmenin bir yolunu buluyorum. 1961 yılında Yuri Gagarin’in uzaya fırlatıldığı rampanın önündeki Rus subaylar ve Kazak askerler ezberlemiş gibi o muhteşem yolculuğun ayrıntılarını anlatıyorlar. Üs, Rusların kontrolünde. Tüm izinler onlardan çıkıyor. Bu konuda çok katı değiller. Üs içinde bir uzay müzesi dahi oluşturulmuş. 1966’da Veterog ve Ugalog adındaki iki köpeğin içine oturtulup uzaya gönderildiği kapsülü görmek çok heyecan verici. Hele ki Gagarin’in uzay yolculuğuna başlamadan önce dinlenmek için kullandığı suite girip, fotoğraf çekmek yerine fotoğraf çektirmek çok daha keyifli!


Yorumlar

Çok Okunanlar