“Orientis Apicem Pulcrum” (Doğunun Güzel Kraliçesi): Antakya
Daracık sokakların gölgeli duvar diplerinden yürüyen şık bir
takım elbise giymiş, kravatını itinayla bağlamış, makosenlerini yeni boyatıp,
adamakıllı cilalatmış ve mevsimi geldiği için belli ki yanından hiç ayırmadığı
baston şemsiyesini koluna takmış pazar ayinine giden yaşlı bir Hıristiyan ile
çember sakalını özenle düzeltmiş, yakasız beyaz gömleğinin üzerine en yeni
ceketini giyerek Uzun Çarşı’ya iftar alışverişine çıkan yaşlı bir Müslüman birbirlerini
saygıyla selamlayıp, hal hatır soruyorlar. Çağdaş tahammülsüzlüklerden
olabildiğince uzak, binlerce yılın mirası ‘farklı kültürlerin birlikteliği’nin
izleriyle donanmış bir hemşehrilik hali bu ve Antakya’da hala yaşıyor.
Geçmişte, ‘şarap, hipodromdaki oyunlar ve aşk dışında hiçbir
şeyi ciddiye almayan’ VE Romalı ünlü komutan Ammianus Marcellinus tarafından
“Doğunun Güzel Kraliçesi” diye anılan Antioch (Antakya/Hatay), Roma egemenliği
döneminde de inanışlarına kısıtlama getirtilmemesini sağlamış. İS 1 y.y.’da çok
tanrılı inancın yaygınlığının yanı sıra kent nüfusunun beşte birinin dini de
Musevilik idi. Bu dönemde İsa müritlerinin yoğun baskı gördüğü Kudüs gibi
kentlerin yanında kozmopolit ve hoşgörülü Antioch halkı yeni öğretiyi Yahidilik
ile harmanlayıp benimsemekte pek zorlanmamıştı. Hatta İS 40’lı yıllarda
Hıristiyan adlandırması da dünya üzerinde ilk kez burada, Antakya’da kullanılır
olmuştu. Aziz Paul ve Aziz Barnabas bu açık fikirli kenti misyonerlik
çalışmalarının üssü haline getirmiş ve Hıristiyanlık’ın Anadolu ve Avrupa’da
yayılmasını sağlayacakları uzun yolculuklara burada hazırlanmışlardı.
Havarilerden St. Pierre, MS 1. y.y.’ın ikinci yarısında
Antakya’ya gelerek vaazlar vermeye başlamıştı. Antakya’nın sırtını yasladığı
Habib Neccar Dağı’nın eteklerindeki doğal bir mağarada yapılan bu toplantıların
mekanı tarihin ilk kiliselerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu nedenle St.
Pierre Kilisesi 1963 yılında Papa Paul VI tarafından Hıristiyanlar için Hac
yeri ilan edilmiş. O yıldan bu yana her yıl 29 Haziran tarihinde yüzlerce
Hıristiyan kiliseyi ziyaret ederek hac görevini yerine getiriyor.
Hıristiyanlar için bir diğer önemli mekan Samandağ yolu
üzerindeki St. Simon manastırı. MS 5 y.y.’a ait manastır Hıristiyanlık’ın
Stilit tarikatının merkezi olarak biliniyor. Halepli Büyük Saint Simon’un
savunuculuğunu yaptığı tarikat Terk-i Dünya anlayışı uyarınca yüksek bir mermer
sütun üzerinde yaşamın sürdürülmesi gerektiğini ve böylelikle dünya hazlarından
arınılarak tanrıya yaklaşılabileceğini iddia ediyordu. Stilit kelimesi antik
Grekçe’de ‘sütun üstünde yaşayan’ anlamına geliyordu. Büyük Saint Simon’un
öğrencilerinden Genç Saint Simon, bugün manastır kalıntılarının bulunduğu
tepede 18 metre yüksekliğindeki sütunun üstünde bazı kaynaklara göre 71 yıl, bazı
kaynaklara göre ise 75 yıl çeşitli mucizeler yaratarak yaşamıştı. Bu süre onun
Guinness Rekorlar Kitabı’nda da yer almasını sağladı. Manastırın bulunduğu
tepenin Harikalar Dağı olarak anılmasının sebebi olarak da bu mucizeler
gösteriliyor. Ayrıca bölgeye verilen Samandağ adı da ‘Simon’un Dağı’ndan
geliyor.
Antakya’da günümüzde Katolik, Protestan ve Ortodoks
kiliseleri cemaatlerine kapılarını açık tutuyor. Kentte ayrıca Musevi cemaatin
ibadet ettiği bir havra da bulunuyor. Camilere gelince... Burada da son derece
dikkat çekici bir durum söz konusu. Kentteki en eski camilerden birine, Hz.
İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda can veren Antakyalı
Hıristiyanlar’dan Habib Neccar’ın adı verilmiş. Ayrıca Sermaye Camii, Uçtum
Camii, Ulu Cami, Şeyh Ahmet Kuseyri Camii de kentin diğer önemli ibadet
merkezleri arasında bulunuyor.
Antakya, Reyhanlı’daki kaplıcaları ile Termal/Sağlık
turizmine, Tekepınar, Soğukoluk, Atık, Alan ve Çörek Yaylaları ile yayla
turizmine de son derece uygun olmasına karşın elbetteki inanç ve kültür turizmi
diğerlerinin önünde yer alıyor.
Güzelliğiyle akıl çelen İskenderun’dan Amanos Dağları’na
tırmanıp, geniş ve verimli Amik Ovası’na bakıldığında bölgenin binlerce yıldır
Hitit, Asur, Makedon, Roma, Arap, Haçlı, Memlük, Selçuklu, Osmanlı, Fransız ve
Türk güç, kültür ve uygarlıklarına ev sahipliği yapmış olması kolayca
anlaşılıyor.
Türkiye coğrafyasının güney çizgisinden aşağıya doğru inen
Hatay’a Adana Havaalanı üzerinden giderken Erzin-Dörtyol arasındaki bölgede
Kilikya kenti İssos’ın kalıntılarıyla karşılaşılır. Makedon kralı Büyük
İskender’in Persleri yenilgiye uğratarak egemenliğini pekiştirdiği ve doğuya
doğru yaydığı savaşın yapıldığı yerdir burası. Payas ya da Yakacık olarak
bilinen mevkide ayrıca Haçlılar döneminden kaldığı iddia edilen Payas Kalesi
ile Mimar Sinan yapıtlarından biri olan Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi görülmeye
değer yerler arasında bulunuyor.
Adana-Antakya yolunun Dörtyol’dan sonraki devamında, İssos
Savaşı’nın muzaffer komutanı İskender’in bu zafer anısına Aleksandreia olarak
adını değiştirdiği ve sonraları İskenderun diye anılmaya başlanan güzel ve
bayındır ilçe çıkıyor karşımıza. İskenderun’u geçip Amanos’un eteklerine
varıldığında Bakras kalesinin bir kartal yuvasını andıran heybetli silüeti
gösteriyor kendini. Strabon’un notlarında da anılan görkemli kale, yüzyıllar
boyunca geçirdiği restorasyonlar sayesinde bugüne kadar önemli bir kısmı ayakta
kalabilmiş.
Güneye doğru yola devam edilip, Samandağ’ı 5 kilometre kadar
geçince denize 100 m. mesafedeki Seleukos’a varılıyor. MÖ 300 yılında
İskender’in komutanlarından Seleukos Nikator tarafından kurulan bu tipik
Akdeniz kenti, dağlardan inen sel sularının kenti ve limanı etkilememesi için
yapılan şaşırtıcı Titus Tüneli ile birlikte anılıyor. Dağın altında kalan 130
m.’si tünel, 1250 m.’si de 7 m. yüksekliğinde ve 6 m. genişliğinde kayalara
oyulmuş bir kanaldan oluşan 1380 m. uzunluğundaki Titus Tüneli’nde hala akmaya
devam eden cılız suyun sesini dinleyerek geçmişe doğru, kısa ve ürkütücü bir
yolculuğa çıkmak mümkün. Tünelin üst tarafında Roma dönemine ait 12 kaya
mezarının bulunduğu Beşikli Mağara da Seleukos’un tarih ve turizm bakımından
önemini bir hayli artıyor.
Antakya’nın güneyindeki Harbiye de defne ağaçları ile ünlü.
Tanrı Apollon’un etkilemek ve elde etmek istediği su perisi Daphne’nin, bu
tacizden kurtulmak için tanrılara yalvarmasıyla dönüştüğü ağaçtır defne ağacı.
Apollon’un, ağaca dönüşen Daphne’ye sarılıp, saçları gibi güzel kokan
yaprakları koklayarak ağladığı söylenir: “Sen bundan sonra Apollon’un kutsal
ağacı olacaksın. O solmayan, dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak.
Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla
alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yanyana anılacak!” Bu
karşılıksız aşkın yaşandığı Harbiye defne ağaçlarıyla kaplı ve aşk acısıyla
dökülen gözyaşlarının bugünkü şelalelerin kaynağını oluşturduğu söyleniyor.
Defne ağacının küçük kara meyvelerinin kaynatılarak
çıkartılan yağıyla yapılan defne sabunu da çevre köylerin önemli bir özelliğini
oluşturuyor. Zeytinyağı ile defne yağının yani gar’ın karıştırılmasıyla yapılan
bu saf sabun saç ve cilt bakımında çok olumlu sonuçlar elde edilmesini
sağlıyor.
Antakya Kalesi’ne çıkıp, bu başdöndürücü yükseklikten
içinden Asi Irmağı’nın geçtiği Antakya’yı ve günbatımını izlemek, kent turunun
olmazsa olmazlarından. Ancak özellikle Arkeoloji Müzesi çok önemli. Hatay
Mozaik Müzesi olarak da tanınan mekan dünyanın ikinci büyük mozaik
koleksiyonunu barındırıyor. MÖ 40’larda Roma ve İskenderiye’den sonraki üçüncü
büyük kent haline gelen Antioch, zenginliği ve gösterişe düşkünlüğüyle ün
salarken bunun en önemli göstergelerinden bir de inşa edilen saraylar ve
sarayların mozaiklerle bezeli oluşuydu. Kazılarda ortaya çıkartılan 300 kadar
mozaik, çevredeki Zeugma, Apamea ve Palmyra yöresinde raslanan mozaiklerle
benzerlik gösteriyor. Oceanus ve Thetis, Terkedilmiş Ariadne, Sarhoş Dionysos,
Tarsus ve muhteşem Yakto mozaiği müzedeki önemli yapıtlar arasında yer alıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder