Melodie&Rhythmus: Yücel Tunca


Siyah-beyaz fotoğraf serinizi “Direniş” olarak adlandırdınız. Bu serinin içinden doğduğu “Gezi Direnişi” adlı geniş seriniz hakkında daha fazla bilgi verebilir misin? Bu başlık altındaki fotoğrafları nerede ve ne zaman çektiniz? Fotoğrafları çekerken içinde bulunduğunuz çalışma koşulları nasıldı?

Gezi Direnişi serisi henüz direniş belirginleşmeden oluşmaya başladı. 2011 yılında İstanbul, Taksim’deki Gezi Parkı’nın yok edilerek yerine 100 yıl önce ortadan kaldırılmış Topçu Kışlası’nın replikasının yapılacağı yönündeki politik demeçleri duyduktan sonra Gezi Parkı ve çevresi üzerine çalışmaya başlamıştım.

Gezi Parkı’ndaki olağan günlük hayatı belirli aralıklarla fotoğraflarken kısa bir süre sonra Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi kapsamında park etrafında inşaat alanları oluşturulunca konuya daha da yoğunlaştım. Park civarındaki iş yerleri, bir sergi salonu ve evlendirme dairesi yıkılıp, park dışındaki ağaçların bir bölümü kesilmeye başlanınca bunun sadece fotografik bir belgeleme çabası olarak kalamayacağını düşünüp Galata Fotoğrafhanesi’nden bir grup fotoğrafçı arkadaşımla birlikte fotoğraflarımızın ve protesto metinlerinin yer aldığı bildiriler bastırdık, halka dağıttık. Taksim Dayanışması’nın imza kampanyalarında çalıştık ve büyük boy bastırdığımız fotoğraflarımızı elimize alıp Taksim Meydanı’nda protesto yürüyüşleri yaptık.

Bu eylemlerle Yayalaştırma Projesi’ni durdurmayı başaramadıysak da Gezi Parkı’nın yok edilecek olmasına karşı duran bir kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunduk. 2013 yılının Mayıs ayında Gezi Parkı’nın bir bölümünde yol genişletme bahanesiyle yıkım çalışmaları başlayınca fotoğraflama uğraşımızın seyri değişti. Bir yandan polis müdahalelerinin fotoğraflarını çekip, bir yandan da bu fotoğrafları kamuoyunu bilgilendirme amacıyla hızla yaymanın yollarını bulmaya çalıştık. Haziran ayının ilk günlerinde mesele sadece bir parkı koruma meselesi olmaktan çıkmış, demokratik hakların korunması meselesi haline gelmişti.

Bu dönemde, kurucuları arasında bulunduğum Galata Fotoğrafhanesi ve Fotoğraf Vakfı’nın yanı sıra Red Fotoğraf ve Nar Photos gibi fotoğraf kolektifleri ve kurumlarda yer alan fotoğrafçılar olarak dayanışmadan yana, kolektif üretim ve eylemler üretme yolunu seçtik, birlikte hareket ettik.

Özellikle polisin uyguladığı çok yoğun şiddete maruz kalan protestocu kitlelerin yanı sıra fotoğrafçı arkadaşlarımızın da zaman zaman ciddi biçimde yaralanmaları çalışma şartlarının giderek ağırlaştığının göstergesiydi. Bu konuda da içinde çalıştığımız Fotoğraf Vakfı gibi kurumlar aracılığıyla uygulamaları kınayan basın bildirileri yayınlamak suretiyle şiddetin durdurulması çağrıları yaptık.

Oluşturduğumuz Belgesel Fotoğraf Topluluğu’nun 20’ye yakın fotoğrafçısı İstanbul’da gece gündüz eylemleri takip etti. Bu fotoğrafları hem sosyal medyadan yaydık, hem de “Taksim’den Elini Çek” adlı bir web sitesinde son 100 yıllık süreci de içerecek biçimde biriktirmeye başladık.

20 yıldan fazla basın fotoğrafçılığı yapmış ve sonrasında bırakmış olmama karşın o dönemde kendimi yeniden toplumsal hareketliliği takip eden bir fotoğrafçı olarak buldum. Fakat bu kez herhangi bir medya kuruluşu için üretmiyordum fotoğraflarımı. Bir foto-aktivist olarak üretimde bulunuyordum. 2013 yılının Ekim ayına kadar devam eden toplumsal hareketlilik içinde fotoğraf çekmeyi sürdürdüm. Bu tarihten sonra ise çektiğimiz fotoğrafları “Gezi Direnişi” adını verdiğimiz bir kitapta toplamak üzere çalışmaya başladık ve kitap 2014 yılının başlarında Türkçe-İngilizce, iki dilli bir yayın olarak yayınlandı.


Redfotograf kolektifinin de içinde yer aldığınızı biliyorum. Bu kolektif hakkında bilgi verebilir misiniz?

2008 yılında fotoğrafçı dostum Özcan Yaman’ın girişimiyle, sosyal medya üzerinden örgütlenmiş, foto-aktivist özellikleriyle bizleri de parçası kılan bir oluşum Red Fotoğraf. 1 Mayıs 2008 sergisinin açılması sonrasında kurulan fotoğraf grubu, aradan geçen zaman içerisinde onlarca sergi ve gösteri düzenledi. Red Fotoğraf’ın bilinirliğini arttıran “Yürüyen Sergiler” oldu. Sergi salonlarına sıkışmak yerine fotoğrafçılar ve fotoğraf izleyicilerinden oluşan bir grup sokaklarda, caddelerde, meydanlarda ellerinde taşıdıkları fotoğraflarla kamuoyunun dikkati çeşitli sosyal, politik sorunlara çekmeye çalıştı. Emekten ve emekçiden yana tavrını her çalışmada korumaya özen gösterdi. Açık katılımlı yapısıyla çok sayıda fotoğrafçının ve sanatçının katılımını alan 1 Mayıs Emek Bayramları, Marmara Depremi, kentsel dönüşüm ve soylulaştırma, işçi sınıfı direnişleri, suyun ticarileştirilmesi, kadına yönelik şiddet, sanatın metalaştırılması, cezaevlerindeki tutuklularla dayanışma gibi toplumsal, sınıfsal hassasiyetin yoğunlaştığı konulara ve olaylara değinen fotoğraf çalışmaları ve performanslar gerçekleştirildi.
Red Fotoğraf grubu son günlerde bir fanzin yayınlamaya hazırlanıyor. Grubun https://redfotograf.com adresinden görülebilecek Türkçe içerikli bir web sayfası ve sosyal medya hesapları da var.


Fotoğraflarınız çok estetik bir kaliteye sahip. Devlet gücünün silahsız göstericilere karşı şiddetle hareket ettiğini gösteriyor. Göstericiler güzel ve insancıl görünürken polisler aksine saldırgan ve kavgacı bir görüntü veriyorlar. Örnek olarak ellerini yukarı kaldırmış, sırtını polislere dönmüş ayakta duran genç adamın fotoğrafını verebilirim. Kıyafetler arasındaki fark, barışçıl ancak riskli bir hareket, eğik baş ve sanki kapalı gözler… Bu fotoğraf güçsüzün gücünü gösteriyor. Benim için güzel ve bir dereceye kadar umut verici bir tablo çıkmış ortaya. Bu anlamda görüntülerin yüksek bir sembolik değer barındırıyor; beni ikonik direnç görüntüleri gibi etkiliyorlar. Bu da onları kesinlikle politik yapıyor. Siyasal açıdan fotoğrafın rolü ve estetiği hakkındaki ne düşünüyorsunuz?

Yorumlarınız için teşekkür ediyorum. İcat edildiği ilk günden bu yana kaydedilmiş her bir fotoğrafın öz itibariyle politik alt yapıya sahip olduğunu düşünenlerdenim. İnsan bilincinin bir ürünü olarak ortaya çıkan fotoğraflar fotoğrafçısının politik kimliği ile yakından ilgilidir. Konu seçiminden tutun da, konuya yaklaşım biçimi ve temsiliyetleri oluşturma biçimine kadar fotoğraflar birçok noktada fotoğrafçısını deşifre eder. Fotoğrafçının ele aldığı konunun doğrudan fotoğraf olması gerekmez. Manzara fotoğraflarından portre fotoğraflarına kadar her fotoğrafın temelinde yatan politik izi takip etmek mümkündür. Bu yanıyla bireyin kendini ifade etme aracı olarak fotoğraf her zaman politik zeminde konumlanır. Doğrudan ya da dolaylı biçimde siyasi mesajlar taşır ve aktarır. Bazen fotoğrafçının bir biçimde içselleştirdiği için farkında bile olmadığı mesajları dahi kapsayabilir. Fotoğrafçıların her zaman bu sorumluluğun ayrımında olması gerekir. Özellikle temsiliyet meselesi fotoğrafın can alıcı noktasıdır.
Fotoğrafçının bireysel bilinç ve toplumsal bilinç toplamından doğan fotoğraflar, zamana, kültürel ortama, mekâna ve izleyici bireyin bilincine bağlı olarak tekrar tekrar ve farklı farklı yeniden anlamlanır. Daha açıkça söylemek gerekirse bir fotoğraf farklı zaman dilimlerinde, farklı kültürel ortamlarda, farklı mekânlarda ve farklı izleyici bilinçlerinde farklı mesajlar oluşturabilir. Fotoğrafın içerdiği politik söylem bir anlamda muğlak hale gelebilir. Bunu fotoğrafın hem zenginliği hem de çaresizliği olarak okumak mümkün. Fotoğraf bir yandan son derece güçlü bir iletişim aracıyken, bir yandan da epey tehlikeli hale gelebilir.
Bütün bu düşüncelerden hareketle fotoğrafa bir rol biçerken temkinli olmaya özen gösteriyorum. Fotoğrafın gerçeğin temsili olması ya da gerçekliğin yorumu olması, hatta gerçekliğin çarpıtılmasına uygun olması durumu onunla kurduğumuz ilişkiye azami özen göstermemiz gerektiğini de ortaya koyar. Bu yüzden, hayatımın çok büyük bir bölümünü fotoğraf çekerek geçirmiş bir insan olmama rağmen kendimi fotoğraflara tam anlamıyla teslim etmemeyi, araya makul bir mesafe koymayı tercih etmişimdir. Karşı karşıya kaldığım fotoğrafların içeriğini ve estetiğini, birçok insanın da yaptığı gibi, hayatın diğer alanlarından elde ettiğim verilerle, bilgilerle, duygularımla, vicdanımla tartarak değerlendirmeyi çok önemli buluyorum. Fotoğraflara bakarken başvurduğum bu yöntemi bir fotoğrafı üretirken de aklımda sıkı sıkıya tutmaya çalışıyorum.

“Direniş” serinizde neden siyah-beyaz ve grenli estetiği seçtiniz? Fotoğraflarınız iki ayrı nokta şeklinde düzenlenmiş: Biri çoğunlukla polisi gösterirken, diğeri protestocuları gösteriyor. Bu yöndeki düzenlemenin arkasındaki fikir nedir?

Gezi Direnişi’nin sürdüğü dönemde renkli ve dijital olarak kayıt altına aldığım görüntülerin yaşanan günlerin bendeki hissini tarif etmekte bir anlamda eksik kaldığını düşündüğüm için bu görüntülerden başka bir üretimde bulunmaya karar verdim. Çektiğim fotoğraflardan polis şiddetini ve karşısındaki toplumsal direnci gösterenleri ayırıp, detaylarına girdim. Siyah-beyaza dönüştürüp gren yapılarını belirginleştirdim. Şiddeti, kaosu ve buna karşı yükselen mücadele ruhunun karşıtlığını yansıtacak bir biçimsellikten yeni bir imge dizisi oluşturmayı hedefliyordum. Bu haliyle ürettiğim ikililerden oluşan siyah-beyaz fotoğraf serisi, doğrudan kaydını yaptığım görüntülerden fotoğrafçı tavrı anlamında farklılık gösteriyordu. Bu seride tarafımı tam anlamıyla ortaya koymak etmek istedim.


“Gezi Direnişi” fotoğraf seriniz protestoların tamamını gösteriyor. Sokak savaşı benzeri protestoların öncesindeki barışçıl gösteriler de dahil seriye. Açıkça ortaya konan kararlılıkla yapılan ve bir şekilde karnavala benzeyen gösterilerde anti-kapitalist Müslümanlar, milliyetçiler, küreselleşme karşıtları, solcu gruplar ve LGBTİ+ bireyler ve gruplar birlikte mücadele veriyorlar. Bu olguyu yani ‘Gezi Ruhu’nu içselleştirmiş herhangi bir sol hareket var mı Türkiye’de? Özellikle darbe girişiminden sonraki durum nedir?

Gezi Direnişi, öncesindeki kutuplaştırma, ayrıştırma söylemleriyle sürdürülen iktidar politikalarının toplumun farklı kesimleri üzerindeki etkisinden de doğdu, diyebiliriz. Bu nedenle politik tercihleri farklı noktalarda olan insanlar kısa süreliğine de olsa bu politikaların bunaltıcılığına karşı yan yana durmayı başardı. Liberaller, Türk ve Kürt sol örgütler, sosyal demokratlar, Kemalistler, aşırı milliyetçiler, anti-kapitalist Müslümanlar, çevreciler, LGBTİ+ bireyler ve gruplar ilk günlerde kendi direniş noktalarını oluşturdular, zaman zaman birlikte çalıştılar ve en önemlisi birbirlerini dışlamadılar. İşte tam da buna Gezi Ruhu adını verdik o dönemde. Gezi Ruhu, ayrıştırıcı, ötekileştirici iktidar politikalarına karşı birleştirici bir güç haline gelmişti. Bu hem sokaklarda ve meydanlarda gözlemlenebiliyordu hem de sürecin devamında oluşan mahalle örgütlenmelerinde… Fakat bütün bu pozitif oluşumların siyasi bir güce dönüşememesi, ortak bir temsil aracı üretememesi ve siyasi erkin kendini toparlayıp özellikle Kürt siyasi hareketi üzerinden toplumu ayrıştırması, neredeyse tüm medya kuruluşlarını kontrol altına alarak oldukça güçlü bir dezenformasyonla algı yönetimi yapması Gezi Ruhu’nun devamlılığını engelledi. Kürt bölgelerindeki devasa operasyonlar ve yıkımlar, 15 Temmuz 2015 darbe girişimi, seçimlere müdahaleler, yönetim biçiminde değişikliğe gitme, demokratik hakların sınırlandırılması, binlerce insanın tutuklanarak cezaevlerine kapatılması, sokak eylemlerinin şiddetle bastırılması yeni ve büyük bir itiraz sürecinin önüne şimdilik bir set çekti. Türkiye politik ortamı bugün itibariyle merkezdeki siyasi anlayışların çatışma ve dengesiyle oluşuyor. 

Diyarbakır'da doğdunuz, ancak bildiğim kadarıyla İstanbul yakınlarında yaşıyorsunuz.
Bulunduğunuz bölgedeki çatışmaların mevcut kapsamı nedir? İnsanların bağımsız medya aracılığı ile olup bitenden haberdar olma olanağı var mı?

Diyarbakır’da doğmuş olmama karşın orada sadece bir yıl yaşadım. Birinci yaşıma Ankara’da, yedinci yaşıma ise İstanbul’da girdim. 43 yıl yaşadığım İstanbul’dan iki yıl önce ayrılıp Bergama, İzmir’e yerleştim. 20 milyonluk bir şehrin merkezinde geçen yıllardan sonra Ege’nin 100 bin nüfuslu bir ilçesinde yaşama kararı da benim için aslında politik anlamıyla bir geri çekilme kararıydı. Özellikle son 15 yılda büyük siyasi müdahalelerle yeniden biçimlendirilen Türkiye’nin en kaotik şehri haline getirilen, nefessiz bırakılan İstanbul’da hayata devam etmektense insani ilişkilerin halen sürdürülebildiği, Türkiye’deki toplumsal dönüşüme biraz da olsa direnen İzmir’de yaşamak bir soluk alma şansı verecekti. Öyle de oldu! Fakat tüm sıcak insani ilişkilerin olumlu duygularını zedeleyen genel politik baskı elbette burada da net biçimde hissediliyor. Çatışma yok ama bu barışık olunduğu için değil. Bu tüm Türkiye için geçerli. Korku ve çaresizlik, muhalif kesimlerin en çok kullandığı iki kelime… Neredeyse tek elden yönetilen medyanın dışında oldukça sınırlı sayıda bağımsız medya kuruluşu varlığını sürdürebiliyor. Dezenformasyonun, kara propagandanın yarattığı kirlilik içinde az sayıda gerçek gazeteci haber üretmeye çalışıyor.

Gezi Direnişi günlerinde devlet yanlısı medya esas soruna odaklanmak yerine tahrip edilen arabaların ve çeşitli yıkımın sonuçlarını gösteriyordu. Bir yandan da imgeler üzerinden süren bu çatışma çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

Gezi Direnişi döneminde devlet medyası olarak adlandırdığınız medya kuruluşlarının propagandası aracılığıyla vandalizm hep gündemde tutulmaya çalışılmıştı. Bazı kamu mallarının tahrip edilmesi, yaşanan gerçekliği tahrif eden medya kuruluşlarına ait araçların kırılıp dökülmesi, bankaların ve bazı simgesel önem taşıyan ticari kurumların saldırıya uğraması üzerinden direniş hareketi yıpratılmaya çalışıldı. Bir parkın yok edilmesi, bir şehrin yağmalanması, toplumdaki insanların birbirlerine karşı düşmanlaştırılması, özgürlüklerin ve kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, insan hayatına kastedilmesi gibi sistematik tehdit ve saldırılar karşısında kitle hareketinin yarattığı tahribat öylesine küçüktü ki, konuşulmaya bile değmezdi. Üstelik Gezi Direnişi’nin alevlendiği ilk günlerden sonra protesto gösterilerine katılanlar bu tahribatın azaltılması için büyük çaba sarf etti. Şu nokta hiç unutmamalı: Gezi Direnişi büyük bir kitle hareketi ve uzun süreli olmasına karşın barışçıl yanından kolay kolay ödün vermedi. Çünkü zaten yıkıcılığa karşı ortaya çıkmıştı. Bunun farkında olan fotoğrafçılar olarak çoğumuz eylemci kitlenin bazen öfkeyle, çoğu zaman da kıvrak bir zekânın ürünü olan mizahla bir anlamda dönüştürüp anıtsallaştırdığı sonuçlara yöneldik, bunları görüntülemeye çalıştık. Özellikle sosyal medya ve hemen o günlerde kurulan alternatif medya kuruluşları aracılığı ile Gezi Direnişi sırasında yaşananların bir vandalizm örneği olmadığını vurgulamaya gayret ettik.


Seri fotoğraflar üreten bir fotoğrafçı olarak bakış açınızı gösteriyor bu fotoğraflar. Bu görüntüleri kaydetmek sizin için tehlikeli olmalıydı. İçinde bulunduğunuz tehlikenin farkında mıydınız?

Özellikle 31 Mayıs 2013 gününden itibaren polisin uyguladığı şiddetin dozu arttı. 11 Haziran’dan itibaren de kontrolsüz bir noktaya geldi. Kask ve gaz maskesi kullanmak istemiyordum. Fakat özellikle göz yaşartıcı gaz kapsüllerinin ve plastik mermilerin doğrudan doğruya insanların bedenlerinin hedef alınarak kullanılması yaralanma ihtimalini oldukça arttırdı. Bu nedenle doğru yerde durmak, kendini koruyabilecek pozisyonlar almak hayati önem taşıyordu. Birlikte hareket etmeye özen gösterdiğimiz arkadaşlarım arasında gözünden, çenesinden, başından yaralanan, gaz kapsülüyle ayak bileği kırılanlar oldu. Çatışmaların yoğunlaştığı yerlerde benzer biçimde yaralanmamak için uygun yerde durarak ve uygun objektifler kullanarak riski azaltma yoluna gittim.

Günümüzde genel olarak İstanbul’daki foto muhabirlerinin durumu nedir?

Ülkenin siyasi atmosferi 2013 yılından bu yana çok hızlı bir dönüşüm yaşadı. Bu dönüşümün en önemli ayağı medyadaki biçimlenmedir. Toplumun algısını medya üzerinden biçimlendirebileceklerine inanmış olan iktidar sahipleri, televizyon ve gazeteler başta olmak üzere medyanın çok büyük bir kısmının kendi yandaşı sermaye grupları tarafından kontrolünü sağladı. Bu durumda profesyonel gazeteciliğin hem haber yazarlığı kısmı hem de foto-muhabirliği kısmı kolayca kuklalaştırıldı. Bu durumu kabul etmeyen gazeteciler sistem dışına itildi. Bir kısmı cezaevlerine girerken, bir kısmı da işlerinden oldu ve başka alanlarda çalışmak zorunda bırakıldı. Bu nedenle foto-muhabirliği alanında Türkiye medyasında etkin çalışma yapan fotoğrafçı sayısı çok çok azalmış oldu. Fakat bu durum bir başka değişimin de kapısını araladı. Günümüzden on-on beş yıl öncesine kadar uluslararası medya adına çalışma üreten fotoğrafçı sayısı yok denilecek kadar azken şimdilerde batı medyası adına etkin biçimde üretimde bulunan basın fotoğrafçılarının bulunduğunu görüyoruz. Bir yandan da fotoğraf kolektiflerinin oluşumunu ve gelişimini gözlemleme şansımız oldu. Bu kolektifler çoğu zaman profesyonel bir anlayıştan çok insani ve siyasi gerekçelerle yan yana gelmiş fotoğrafçılardan oluşuyor. Her fırsatta siyasi olayların içerisinde gözlemlerini kayıt altına alarak bağımsız bir medya işlevi görüyorlar.

Türkiye'de çeşitli fotoğrafçı kolektiflerinin oluştuğunu söylediniz. Pekiyi özellikle son yıllarda diğer ülkelerden gelen yabancı gruplarla çalışma olanağı bulabildiniz mi? Somut işbirlikleri oluştu mu ya da en azından bir dayanışmadan söz edilebilir mi?

Türkiye’deki fotoğraf kolektiflerinin içinde bulunduğu bildiğim kadarıyla kayda değer bir ortak çalışma alanı yok. Fotoğrafların zaman zaman Türkiye dışında sergilenmesi ya da bazı yayınlarda değerlendirilmesi kuşkusuz devam ediyor. Güncel sanatlar alanında işbirliklerinin daha yoğun olduğunu söyleyebilirim ancak fotoğraf alanında durum böyle değil ne yazık ki.
Siz öğretim görevlisi ve öğretmen olarak da çalışıyorsunuz, hatta çocuklara fotoğrafçılık öğretiyorsunuz. Türkiye'de fotoğrafçı yetiştiren devlet destekli eğitim kurumları var mı?

İstanbul’dan ayrılırken akademik yapılarla olan ilişkilerim de bitmişti. Artık Bergama’da fotoğrafçılıkla ilgilenenlerle çalışıyorum, danışmanlıklar yapıyorum. Zaman zaman çocuklarla da atölye çalışmaları yürütüyorum. Diğer yandan Türkiye’deki devlet üniversitelerinde ve bazı özel üniversitelerde fotoğrafçılık eğitimi yaklaşık 40 yıldır devam ediyor. Bu eğitimlerin genel yapısı fotoğrafın ticari alanına yönelik. Kuramsal yanı ağır basan iki fotoğrafçılık bölümünden söz edebiliriz. Basın fotoğrafçılığı ve belgesel fotoğrafçılık alanlarına yoğunlaşmış tek bir bölüm bile yok maalesef. Üniversitelerin ders programları içinde bir iki ders ile karşılanmaya çalışılan bu ihtiyaca yönelik olarak 2009-2018 yılları arasında İstanbul’da Galata Fotoğrafhanesi’nde Basın Fotoğrafçılığı Programı ve Belgesel Fotoğraf Programı’nı hayata geçirmiştik. Fakat daha fazla devam edemedik, 10 yılın sonunda programları kapatmak durumunda kaldık.
Genelde modern ile geleneksel hayatın çarpıştığı yerlere ilgi duyduğunuzu anlıyorum fotoğraflarınızdan. Örneğin “Beykoz Dalyanı” serinizde İstanbul Boğazı’nda ahşap direklere ağ kurmuş balıkçıları ve arka planda kentin finans bölgesi olan Levent'in gökdelenlerini bir arada görüyoruz. İstanbul özellikle son 20 yıl içinde kökten değişmiş bir şehir. Bu çarpışmalara odaklandığınız izlenimim doğru mu yoksa başka bir ilgi alanınız var mı?

Son yıllarda “değişim” kavramı üzerinden üretiyorum fotoğraflarımı. Bazen yaşadığım şehrin dönüşümüne ve eski ile yeninin çatışmasına, bazen örneğin şimdilerde yaşadığım küçük Ege kasabasındaki kaybolmaya yüz tutmuş köklü sinema kültürü ya da bir sanayi alanının değişim süreci üzerinden eğiliyorum bu kavrama. Hatta daha özelde kendi aile hikâyeme bakarken de bu değişimin etkilerini, sonuçlarını gözlemlemeye, anlamaya çalışıyorum. Değişimin her zaman olumlu yönde olmaması ve fakat değişimin kaçınılmazlığını; muhafazakâr düşünce yapısının kapitalist özüyle sebep olduğu yıkıcı ve içeriksiz dönüştürücü etkisini anlamaya ve anlatmaya çalışmak benim için son derece önemli.

Dönüştürücü ve yıkıcı olanı anlamak istediğinizi söylediniz. Bunun muhafazakârlığın özündeki kapitalizmin etkileri olduğunu da söylüyorsunuz. Oldukça basit biçimde sorayım: Çalışmalarınızdaki bulgularınız neler?

Cilalanarak yeniden pazarlanan bir tarih üzerinden insanların şehvetle sahip çıkacakları ortak değerler yaratmaya çalışan yağmacı bir yarı-kapitalizmin eline düştüğümüzü ve bu dipsiz kuyudan çıkmamızı sağlayacak formülü bulmaktan çok uzak olduğumuzu görüyorum. Bu bir yok oluş hali! Büyük bir erozyon! İnsani değerlerimizi yitirdiğimiz, onların yerine sahte değerlerin monte edildiği yeni bir durum. Sürekli bir kaybetme hali… Öyle bir kaybediş ki bayraklarla, cenazelerle, gösterişli saraylarla ve bitmek bilmeksizin icat edilen düşmanlıklarla görünmez kılınan, gizlenen bir kaybediş hali… İçine itildiğimiz çukurun bir çukur olduğunu fark edene kadar sürecek bir kaybediş hali… Bu durumu fotoğraflarla ifade etmek çok zor… Fakat elimdeki enstrüman bu ve bu enstrümanı kullanarak anlatmanın bir yolu olmalı, diye düşünüyorum.

Son olarak “Oturak Alemi” serinizden söz açmak istiyorum. Bana biraz Anders Petersen klasiği olan “Café Lehmitz”i hatırlatıyor. Ama sizin fotoğraflarınızdaki özel bir yer gibi görünüyor, öyle değil mi?

“Oturak Alemi”, çok eski bir çalışmam olmakla birlikte yüzlerce yıllık bir geçmişten gelen kadim kültürlerin eril bir geleneği olarak gündemde duruyor. Tarım kökenli toplumlarda köy ve kasaba erkeklerinin hasat sonrasında yılın bereketini kutladıkları bir gelenek. Bu yanıyla modern dünyanın yansıdığı Cafe Lehmitz’den farklılaşıyor. Oturak Alemi adeta bir zaman yolculuğu benim için. Yalnızca bir gün içinde, dört-beş saat süren eril eğlence ortamında gördüklerimi, deneyimlediklerimi ve hissettiklerimi yansıtmaya çalışıyor. Bu yüzden net fotoğraflardan oluşmayan bir seri... İç Anadolu’nun küçük bir köyündeki kadim eğlenceye tanıklık eden İstanbullu ve o dönemde çok genç olan bir fotoğrafçı olarak hissettiklerimin bir yansıması… Biraz savrulan, biraz tereddütlü, cüretkâr olmamaya çalışan, itham etmekten kaçınan fotoğraflar…

2019-Melodie&Rhythmus







Yorumlar

Çok Okunanlar