Melodie&Rhythmus: Yücel Tunca
Siyah-beyaz fotoğraf serinizi “Direniş” olarak
adlandırdınız. Bu serinin içinden doğduğu “Gezi Direnişi” adlı geniş seriniz
hakkında daha fazla bilgi verebilir misin? Bu başlık altındaki fotoğrafları nerede
ve ne zaman çektiniz? Fotoğrafları çekerken içinde bulunduğunuz çalışma
koşulları nasıldı?
Gezi Direnişi serisi henüz
direniş belirginleşmeden oluşmaya başladı. 2011 yılında İstanbul, Taksim’deki
Gezi Parkı’nın yok edilerek yerine 100 yıl önce ortadan kaldırılmış Topçu
Kışlası’nın replikasının yapılacağı yönündeki politik demeçleri duyduktan sonra
Gezi Parkı ve çevresi üzerine çalışmaya başlamıştım.
Gezi Parkı’ndaki olağan
günlük hayatı belirli aralıklarla fotoğraflarken kısa bir süre sonra Taksim
Meydanı Yayalaştırma Projesi kapsamında park etrafında inşaat alanları
oluşturulunca konuya daha da yoğunlaştım. Park civarındaki iş yerleri, bir
sergi salonu ve evlendirme dairesi yıkılıp, park dışındaki ağaçların bir bölümü
kesilmeye başlanınca bunun sadece fotografik bir belgeleme çabası olarak
kalamayacağını düşünüp Galata Fotoğrafhanesi’nden bir grup fotoğrafçı
arkadaşımla birlikte fotoğraflarımızın ve protesto metinlerinin yer aldığı
bildiriler bastırdık, halka dağıttık. Taksim Dayanışması’nın imza
kampanyalarında çalıştık ve büyük boy bastırdığımız fotoğraflarımızı elimize
alıp Taksim Meydanı’nda protesto yürüyüşleri yaptık.
Bu eylemlerle Yayalaştırma
Projesi’ni durdurmayı başaramadıysak da Gezi Parkı’nın yok edilecek olmasına
karşı duran bir kamuoyunun oluşumuna katkıda bulunduk. 2013 yılının Mayıs
ayında Gezi Parkı’nın bir bölümünde yol genişletme bahanesiyle yıkım
çalışmaları başlayınca fotoğraflama uğraşımızın seyri değişti. Bir yandan polis
müdahalelerinin fotoğraflarını çekip, bir yandan da bu fotoğrafları kamuoyunu
bilgilendirme amacıyla hızla yaymanın yollarını bulmaya çalıştık. Haziran
ayının ilk günlerinde mesele sadece bir parkı koruma meselesi olmaktan çıkmış,
demokratik hakların korunması meselesi haline gelmişti.
Bu dönemde, kurucuları
arasında bulunduğum Galata Fotoğrafhanesi ve Fotoğraf Vakfı’nın yanı sıra Red
Fotoğraf ve Nar Photos gibi fotoğraf kolektifleri ve kurumlarda yer alan
fotoğrafçılar olarak dayanışmadan yana, kolektif üretim ve eylemler üretme
yolunu seçtik, birlikte hareket ettik.
Özellikle polisin uyguladığı
çok yoğun şiddete maruz kalan protestocu kitlelerin yanı sıra fotoğrafçı
arkadaşlarımızın da zaman zaman ciddi biçimde yaralanmaları çalışma şartlarının
giderek ağırlaştığının göstergesiydi. Bu konuda da içinde çalıştığımız Fotoğraf
Vakfı gibi kurumlar aracılığıyla uygulamaları kınayan basın bildirileri
yayınlamak suretiyle şiddetin durdurulması çağrıları yaptık.
Oluşturduğumuz Belgesel
Fotoğraf Topluluğu’nun 20’ye yakın fotoğrafçısı İstanbul’da gece gündüz
eylemleri takip etti. Bu fotoğrafları hem sosyal medyadan yaydık, hem de
“Taksim’den Elini Çek” adlı bir web sitesinde son 100 yıllık süreci de içerecek
biçimde biriktirmeye başladık.
20 yıldan fazla basın
fotoğrafçılığı yapmış ve sonrasında bırakmış olmama karşın o dönemde kendimi
yeniden toplumsal hareketliliği takip eden bir fotoğrafçı olarak buldum. Fakat
bu kez herhangi bir medya kuruluşu için üretmiyordum fotoğraflarımı. Bir
foto-aktivist olarak üretimde bulunuyordum. 2013 yılının Ekim ayına kadar devam
eden toplumsal hareketlilik içinde fotoğraf çekmeyi sürdürdüm. Bu tarihten
sonra ise çektiğimiz fotoğrafları “Gezi Direnişi” adını verdiğimiz bir kitapta
toplamak üzere çalışmaya başladık ve kitap 2014 yılının başlarında
Türkçe-İngilizce, iki dilli bir yayın olarak yayınlandı.
Redfotograf kolektifinin de içinde yer aldığınızı
biliyorum. Bu kolektif hakkında bilgi verebilir misiniz?
2008 yılında fotoğrafçı
dostum Özcan Yaman’ın girişimiyle, sosyal medya üzerinden örgütlenmiş,
foto-aktivist özellikleriyle bizleri de parçası kılan bir oluşum Red Fotoğraf.
1 Mayıs 2008 sergisinin açılması sonrasında kurulan fotoğraf grubu, aradan
geçen zaman içerisinde onlarca sergi ve gösteri düzenledi. Red Fotoğraf’ın
bilinirliğini arttıran “Yürüyen Sergiler” oldu. Sergi salonlarına sıkışmak
yerine fotoğrafçılar ve fotoğraf izleyicilerinden oluşan bir grup sokaklarda,
caddelerde, meydanlarda ellerinde taşıdıkları fotoğraflarla kamuoyunun dikkati
çeşitli sosyal, politik sorunlara çekmeye çalıştı. Emekten ve emekçiden yana
tavrını her çalışmada korumaya özen gösterdi. Açık katılımlı yapısıyla çok
sayıda fotoğrafçının ve sanatçının katılımını alan 1 Mayıs Emek Bayramları,
Marmara Depremi, kentsel dönüşüm ve soylulaştırma, işçi sınıfı direnişleri,
suyun ticarileştirilmesi, kadına yönelik şiddet, sanatın metalaştırılması,
cezaevlerindeki tutuklularla dayanışma gibi toplumsal, sınıfsal hassasiyetin
yoğunlaştığı konulara ve olaylara değinen fotoğraf çalışmaları ve performanslar
gerçekleştirildi.
Red Fotoğraf grubu son
günlerde bir fanzin yayınlamaya hazırlanıyor. Grubun https://redfotograf.com adresinden görülebilecek Türkçe içerikli bir web
sayfası ve sosyal medya hesapları da var.
Fotoğraflarınız çok estetik bir kaliteye sahip. Devlet
gücünün silahsız göstericilere karşı şiddetle hareket ettiğini gösteriyor.
Göstericiler güzel ve insancıl görünürken polisler aksine saldırgan ve kavgacı
bir görüntü veriyorlar. Örnek olarak ellerini yukarı kaldırmış, sırtını
polislere dönmüş ayakta duran genç adamın fotoğrafını verebilirim. Kıyafetler
arasındaki fark, barışçıl ancak riskli bir hareket, eğik baş ve sanki kapalı
gözler… Bu fotoğraf güçsüzün gücünü gösteriyor. Benim için güzel ve bir dereceye
kadar umut verici bir tablo çıkmış ortaya. Bu anlamda görüntülerin yüksek bir
sembolik değer barındırıyor; beni ikonik direnç görüntüleri gibi etkiliyorlar.
Bu da onları kesinlikle politik yapıyor. Siyasal açıdan fotoğrafın rolü ve
estetiği hakkındaki ne düşünüyorsunuz?
Yorumlarınız
için teşekkür ediyorum. İcat edildiği ilk günden bu yana kaydedilmiş her bir
fotoğrafın öz itibariyle politik alt yapıya sahip olduğunu düşünenlerdenim.
İnsan bilincinin bir ürünü olarak ortaya çıkan fotoğraflar fotoğrafçısının
politik kimliği ile yakından ilgilidir. Konu seçiminden tutun da, konuya
yaklaşım biçimi ve temsiliyetleri oluşturma biçimine kadar fotoğraflar birçok
noktada fotoğrafçısını deşifre eder. Fotoğrafçının ele aldığı konunun doğrudan
fotoğraf olması gerekmez. Manzara fotoğraflarından portre fotoğraflarına kadar
her fotoğrafın temelinde yatan politik izi takip etmek mümkündür. Bu yanıyla
bireyin kendini ifade etme aracı olarak fotoğraf her zaman politik zeminde
konumlanır. Doğrudan ya da dolaylı biçimde siyasi mesajlar taşır ve aktarır.
Bazen fotoğrafçının bir biçimde içselleştirdiği için farkında bile olmadığı
mesajları dahi kapsayabilir. Fotoğrafçıların her zaman bu sorumluluğun
ayrımında olması gerekir. Özellikle temsiliyet meselesi fotoğrafın can alıcı noktasıdır.
Fotoğrafçının
bireysel bilinç ve toplumsal bilinç toplamından doğan fotoğraflar, zamana,
kültürel ortama, mekâna ve izleyici bireyin bilincine bağlı olarak tekrar
tekrar ve farklı farklı yeniden anlamlanır. Daha açıkça söylemek gerekirse bir
fotoğraf farklı zaman dilimlerinde, farklı kültürel ortamlarda, farklı
mekânlarda ve farklı izleyici bilinçlerinde farklı mesajlar oluşturabilir.
Fotoğrafın içerdiği politik söylem bir anlamda muğlak hale gelebilir. Bunu
fotoğrafın hem zenginliği hem de çaresizliği olarak okumak mümkün. Fotoğraf bir
yandan son derece güçlü bir iletişim aracıyken, bir yandan da epey tehlikeli hale
gelebilir.
Bütün bu
düşüncelerden hareketle fotoğrafa bir rol biçerken temkinli olmaya özen
gösteriyorum. Fotoğrafın gerçeğin temsili olması ya da gerçekliğin yorumu
olması, hatta gerçekliğin çarpıtılmasına uygun olması durumu onunla kurduğumuz
ilişkiye azami özen göstermemiz gerektiğini de ortaya koyar. Bu yüzden,
hayatımın çok büyük bir bölümünü fotoğraf çekerek geçirmiş bir insan olmama
rağmen kendimi fotoğraflara tam anlamıyla teslim etmemeyi, araya makul bir
mesafe koymayı tercih etmişimdir. Karşı karşıya kaldığım fotoğrafların
içeriğini ve estetiğini, birçok insanın da yaptığı gibi, hayatın diğer
alanlarından elde ettiğim verilerle, bilgilerle, duygularımla, vicdanımla
tartarak değerlendirmeyi çok önemli buluyorum. Fotoğraflara bakarken
başvurduğum bu yöntemi bir fotoğrafı üretirken de aklımda sıkı sıkıya tutmaya
çalışıyorum.
“Direniş” serinizde neden siyah-beyaz ve grenli
estetiği seçtiniz? Fotoğraflarınız iki ayrı nokta şeklinde düzenlenmiş: Biri
çoğunlukla polisi gösterirken, diğeri protestocuları gösteriyor. Bu yöndeki
düzenlemenin arkasındaki fikir nedir?
Gezi Direnişi’nin sürdüğü
dönemde renkli ve dijital olarak kayıt altına aldığım görüntülerin yaşanan
günlerin bendeki hissini tarif etmekte bir anlamda eksik kaldığını düşündüğüm
için bu görüntülerden başka bir üretimde bulunmaya karar verdim. Çektiğim
fotoğraflardan polis şiddetini ve karşısındaki toplumsal direnci gösterenleri
ayırıp, detaylarına girdim. Siyah-beyaza dönüştürüp gren yapılarını
belirginleştirdim. Şiddeti, kaosu ve buna karşı yükselen mücadele ruhunun
karşıtlığını yansıtacak bir biçimsellikten yeni bir imge dizisi oluşturmayı
hedefliyordum. Bu haliyle ürettiğim ikililerden oluşan siyah-beyaz fotoğraf
serisi, doğrudan kaydını yaptığım görüntülerden fotoğrafçı tavrı anlamında
farklılık gösteriyordu. Bu seride tarafımı tam anlamıyla ortaya koymak etmek
istedim.
“Gezi Direnişi” fotoğraf seriniz protestoların
tamamını gösteriyor. Sokak savaşı benzeri protestoların öncesindeki barışçıl
gösteriler de dahil seriye. Açıkça ortaya konan kararlılıkla yapılan ve bir
şekilde karnavala benzeyen gösterilerde anti-kapitalist Müslümanlar,
milliyetçiler, küreselleşme karşıtları, solcu gruplar ve LGBTİ+ bireyler ve
gruplar birlikte mücadele veriyorlar. Bu olguyu yani ‘Gezi Ruhu’nu
içselleştirmiş herhangi bir sol hareket var mı Türkiye’de? Özellikle darbe
girişiminden sonraki durum nedir?
Gezi Direnişi, öncesindeki
kutuplaştırma, ayrıştırma söylemleriyle sürdürülen iktidar politikalarının
toplumun farklı kesimleri üzerindeki etkisinden de doğdu, diyebiliriz. Bu
nedenle politik tercihleri farklı noktalarda olan insanlar kısa süreliğine de
olsa bu politikaların bunaltıcılığına karşı yan yana durmayı başardı.
Liberaller, Türk ve Kürt sol örgütler, sosyal demokratlar, Kemalistler, aşırı
milliyetçiler, anti-kapitalist Müslümanlar, çevreciler, LGBTİ+ bireyler ve
gruplar ilk günlerde kendi direniş noktalarını oluşturdular, zaman zaman
birlikte çalıştılar ve en önemlisi birbirlerini dışlamadılar. İşte tam da buna
Gezi Ruhu adını verdik o dönemde. Gezi Ruhu, ayrıştırıcı, ötekileştirici
iktidar politikalarına karşı birleştirici bir güç haline gelmişti. Bu hem
sokaklarda ve meydanlarda gözlemlenebiliyordu hem de sürecin devamında oluşan
mahalle örgütlenmelerinde… Fakat bütün bu pozitif oluşumların siyasi bir güce
dönüşememesi, ortak bir temsil aracı üretememesi ve siyasi erkin kendini toparlayıp
özellikle Kürt siyasi hareketi üzerinden toplumu ayrıştırması, neredeyse tüm
medya kuruluşlarını kontrol altına alarak oldukça güçlü bir dezenformasyonla
algı yönetimi yapması Gezi Ruhu’nun devamlılığını engelledi. Kürt
bölgelerindeki devasa operasyonlar ve yıkımlar, 15 Temmuz 2015 darbe girişimi,
seçimlere müdahaleler, yönetim biçiminde değişikliğe gitme, demokratik hakların
sınırlandırılması, binlerce insanın tutuklanarak cezaevlerine kapatılması,
sokak eylemlerinin şiddetle bastırılması yeni ve büyük bir itiraz sürecinin
önüne şimdilik bir set çekti. Türkiye politik ortamı bugün itibariyle
merkezdeki siyasi anlayışların çatışma ve dengesiyle oluşuyor.
Diyarbakır'da doğdunuz, ancak bildiğim kadarıyla
İstanbul yakınlarında yaşıyorsunuz.
Bulunduğunuz bölgedeki çatışmaların mevcut kapsamı
nedir? İnsanların bağımsız medya aracılığı ile olup bitenden haberdar olma
olanağı var mı?
Diyarbakır’da
doğmuş olmama karşın orada sadece bir yıl yaşadım. Birinci yaşıma Ankara’da,
yedinci yaşıma ise İstanbul’da girdim. 43 yıl yaşadığım İstanbul’dan iki yıl
önce ayrılıp Bergama, İzmir’e yerleştim. 20 milyonluk bir şehrin merkezinde
geçen yıllardan sonra Ege’nin 100 bin nüfuslu bir ilçesinde yaşama kararı da
benim için aslında politik anlamıyla bir geri çekilme kararıydı. Özellikle son
15 yılda büyük siyasi müdahalelerle yeniden biçimlendirilen Türkiye’nin en
kaotik şehri haline getirilen, nefessiz bırakılan İstanbul’da hayata devam
etmektense insani ilişkilerin halen sürdürülebildiği, Türkiye’deki toplumsal
dönüşüme biraz da olsa direnen İzmir’de yaşamak bir soluk alma şansı verecekti.
Öyle de oldu! Fakat tüm sıcak insani ilişkilerin olumlu duygularını zedeleyen
genel politik baskı elbette burada da net biçimde hissediliyor. Çatışma yok ama
bu barışık olunduğu için değil. Bu tüm Türkiye için geçerli. Korku ve
çaresizlik, muhalif kesimlerin en çok kullandığı iki kelime… Neredeyse tek
elden yönetilen medyanın dışında oldukça sınırlı sayıda bağımsız medya kuruluşu
varlığını sürdürebiliyor. Dezenformasyonun, kara propagandanın yarattığı
kirlilik içinde az sayıda gerçek gazeteci haber üretmeye çalışıyor.
Gezi Direnişi günlerinde devlet yanlısı medya esas
soruna odaklanmak yerine tahrip edilen arabaların ve çeşitli yıkımın
sonuçlarını gösteriyordu. Bir yandan da imgeler üzerinden süren bu çatışma
çalışmalarınızı nasıl etkiledi?
Gezi
Direnişi döneminde devlet medyası olarak adlandırdığınız medya kuruluşlarının
propagandası aracılığıyla vandalizm hep gündemde tutulmaya çalışılmıştı. Bazı
kamu mallarının tahrip edilmesi, yaşanan gerçekliği tahrif eden medya
kuruluşlarına ait araçların kırılıp dökülmesi, bankaların ve bazı simgesel önem
taşıyan ticari kurumların saldırıya uğraması üzerinden direniş hareketi
yıpratılmaya çalışıldı. Bir parkın yok edilmesi, bir şehrin yağmalanması,
toplumdaki insanların birbirlerine karşı düşmanlaştırılması, özgürlüklerin ve
kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, insan hayatına kastedilmesi gibi
sistematik tehdit ve saldırılar karşısında kitle hareketinin yarattığı tahribat
öylesine küçüktü ki, konuşulmaya bile değmezdi. Üstelik Gezi Direnişi’nin
alevlendiği ilk günlerden sonra protesto gösterilerine katılanlar bu tahribatın
azaltılması için büyük çaba sarf etti. Şu nokta hiç unutmamalı: Gezi Direnişi
büyük bir kitle hareketi ve uzun süreli olmasına karşın barışçıl yanından kolay
kolay ödün vermedi. Çünkü zaten yıkıcılığa karşı ortaya çıkmıştı. Bunun
farkında olan fotoğrafçılar olarak çoğumuz eylemci kitlenin bazen öfkeyle, çoğu
zaman da kıvrak bir zekânın ürünü olan mizahla bir anlamda dönüştürüp
anıtsallaştırdığı sonuçlara yöneldik, bunları görüntülemeye çalıştık. Özellikle
sosyal medya ve hemen o günlerde kurulan alternatif medya kuruluşları aracılığı
ile Gezi Direnişi sırasında yaşananların bir vandalizm örneği olmadığını
vurgulamaya gayret ettik.
Seri fotoğraflar üreten bir fotoğrafçı olarak bakış
açınızı gösteriyor bu fotoğraflar. Bu görüntüleri kaydetmek sizin için
tehlikeli olmalıydı. İçinde bulunduğunuz tehlikenin farkında mıydınız?
Özellikle 31 Mayıs 2013
gününden itibaren polisin uyguladığı şiddetin dozu arttı. 11 Haziran’dan
itibaren de kontrolsüz bir noktaya geldi. Kask ve gaz maskesi kullanmak
istemiyordum. Fakat özellikle göz yaşartıcı gaz kapsüllerinin ve plastik
mermilerin doğrudan doğruya insanların bedenlerinin hedef alınarak kullanılması
yaralanma ihtimalini oldukça arttırdı. Bu nedenle doğru yerde durmak, kendini
koruyabilecek pozisyonlar almak hayati önem taşıyordu. Birlikte hareket etmeye
özen gösterdiğimiz arkadaşlarım arasında gözünden, çenesinden, başından
yaralanan, gaz kapsülüyle ayak bileği kırılanlar oldu. Çatışmaların
yoğunlaştığı yerlerde benzer biçimde yaralanmamak için uygun yerde durarak ve
uygun objektifler kullanarak riski azaltma yoluna gittim.
Günümüzde genel olarak İstanbul’daki foto
muhabirlerinin durumu nedir?
Ülkenin siyasi atmosferi
2013 yılından bu yana çok hızlı bir dönüşüm yaşadı. Bu dönüşümün en önemli
ayağı medyadaki biçimlenmedir. Toplumun algısını medya üzerinden
biçimlendirebileceklerine inanmış olan iktidar sahipleri, televizyon ve
gazeteler başta olmak üzere medyanın çok büyük bir kısmının kendi yandaşı
sermaye grupları tarafından kontrolünü sağladı. Bu durumda profesyonel
gazeteciliğin hem haber yazarlığı kısmı hem de foto-muhabirliği kısmı kolayca
kuklalaştırıldı. Bu durumu kabul etmeyen gazeteciler sistem dışına itildi. Bir
kısmı cezaevlerine girerken, bir kısmı da işlerinden oldu ve başka alanlarda
çalışmak zorunda bırakıldı. Bu nedenle foto-muhabirliği alanında Türkiye
medyasında etkin çalışma yapan fotoğrafçı sayısı çok çok azalmış oldu. Fakat bu
durum bir başka değişimin de kapısını araladı. Günümüzden on-on beş yıl
öncesine kadar uluslararası medya adına çalışma üreten fotoğrafçı sayısı yok
denilecek kadar azken şimdilerde batı medyası adına etkin biçimde üretimde
bulunan basın fotoğrafçılarının bulunduğunu görüyoruz. Bir yandan da fotoğraf
kolektiflerinin oluşumunu ve gelişimini gözlemleme şansımız oldu. Bu
kolektifler çoğu zaman profesyonel bir anlayıştan çok insani ve siyasi
gerekçelerle yan yana gelmiş fotoğrafçılardan oluşuyor. Her fırsatta siyasi
olayların içerisinde gözlemlerini kayıt altına alarak bağımsız bir medya işlevi
görüyorlar.
Türkiye'de çeşitli fotoğrafçı kolektiflerinin
oluştuğunu söylediniz. Pekiyi özellikle son yıllarda diğer ülkelerden gelen
yabancı gruplarla çalışma olanağı bulabildiniz mi? Somut işbirlikleri oluştu mu
ya da en azından bir dayanışmadan söz edilebilir mi?
Türkiye’deki
fotoğraf kolektiflerinin içinde bulunduğu bildiğim kadarıyla kayda değer bir
ortak çalışma alanı yok. Fotoğrafların zaman zaman Türkiye dışında sergilenmesi
ya da bazı yayınlarda değerlendirilmesi kuşkusuz devam ediyor. Güncel sanatlar
alanında işbirliklerinin daha yoğun olduğunu söyleyebilirim ancak fotoğraf
alanında durum böyle değil ne yazık ki.
Siz öğretim görevlisi ve öğretmen olarak da çalışıyorsunuz,
hatta çocuklara fotoğrafçılık öğretiyorsunuz. Türkiye'de fotoğrafçı yetiştiren
devlet destekli eğitim kurumları var mı?
İstanbul’dan
ayrılırken akademik yapılarla olan ilişkilerim de bitmişti. Artık Bergama’da
fotoğrafçılıkla ilgilenenlerle çalışıyorum, danışmanlıklar yapıyorum. Zaman
zaman çocuklarla da atölye çalışmaları yürütüyorum. Diğer yandan Türkiye’deki
devlet üniversitelerinde ve bazı özel üniversitelerde fotoğrafçılık eğitimi
yaklaşık 40 yıldır devam ediyor. Bu eğitimlerin genel yapısı fotoğrafın ticari
alanına yönelik. Kuramsal yanı ağır basan iki fotoğrafçılık bölümünden söz
edebiliriz. Basın fotoğrafçılığı ve belgesel fotoğrafçılık alanlarına
yoğunlaşmış tek bir bölüm bile yok maalesef. Üniversitelerin ders programları
içinde bir iki ders ile karşılanmaya çalışılan bu ihtiyaca yönelik olarak
2009-2018 yılları arasında İstanbul’da Galata Fotoğrafhanesi’nde Basın
Fotoğrafçılığı Programı ve Belgesel Fotoğraf Programı’nı hayata geçirmiştik.
Fakat daha fazla devam edemedik, 10 yılın sonunda programları kapatmak
durumunda kaldık.
Genelde modern ile geleneksel hayatın çarpıştığı
yerlere ilgi duyduğunuzu anlıyorum fotoğraflarınızdan. Örneğin “Beykoz Dalyanı”
serinizde İstanbul Boğazı’nda ahşap direklere ağ kurmuş balıkçıları ve arka planda
kentin finans bölgesi olan Levent'in gökdelenlerini bir arada görüyoruz.
İstanbul özellikle son 20 yıl içinde kökten değişmiş bir şehir. Bu çarpışmalara
odaklandığınız izlenimim doğru mu yoksa başka bir ilgi alanınız var mı?
Son yıllarda “değişim” kavramı
üzerinden üretiyorum fotoğraflarımı. Bazen yaşadığım şehrin dönüşümüne ve eski
ile yeninin çatışmasına, bazen örneğin şimdilerde yaşadığım küçük Ege
kasabasındaki kaybolmaya yüz tutmuş köklü sinema kültürü ya da bir sanayi
alanının değişim süreci üzerinden eğiliyorum bu kavrama. Hatta daha özelde
kendi aile hikâyeme bakarken de bu değişimin etkilerini, sonuçlarını
gözlemlemeye, anlamaya çalışıyorum. Değişimin her zaman olumlu yönde olmaması
ve fakat değişimin kaçınılmazlığını; muhafazakâr düşünce yapısının kapitalist
özüyle sebep olduğu yıkıcı ve içeriksiz dönüştürücü etkisini anlamaya ve
anlatmaya çalışmak benim için son derece önemli.
Dönüştürücü ve yıkıcı olanı anlamak istediğinizi
söylediniz. Bunun muhafazakârlığın özündeki kapitalizmin etkileri olduğunu da
söylüyorsunuz. Oldukça basit biçimde sorayım: Çalışmalarınızdaki bulgularınız
neler?
Cilalanarak yeniden
pazarlanan bir tarih üzerinden insanların şehvetle sahip çıkacakları ortak
değerler yaratmaya çalışan yağmacı bir yarı-kapitalizmin eline düştüğümüzü ve
bu dipsiz kuyudan çıkmamızı sağlayacak formülü bulmaktan çok uzak olduğumuzu
görüyorum. Bu bir yok oluş hali! Büyük bir erozyon! İnsani değerlerimizi
yitirdiğimiz, onların yerine sahte değerlerin monte edildiği yeni bir durum.
Sürekli bir kaybetme hali… Öyle bir kaybediş ki bayraklarla, cenazelerle,
gösterişli saraylarla ve bitmek bilmeksizin icat edilen düşmanlıklarla görünmez
kılınan, gizlenen bir kaybediş hali… İçine itildiğimiz çukurun bir çukur
olduğunu fark edene kadar sürecek bir kaybediş hali… Bu durumu fotoğraflarla
ifade etmek çok zor… Fakat elimdeki enstrüman bu ve bu enstrümanı kullanarak anlatmanın
bir yolu olmalı, diye düşünüyorum.
Son olarak “Oturak Alemi” serinizden söz açmak
istiyorum. Bana biraz Anders Petersen klasiği olan “Café Lehmitz”i
hatırlatıyor. Ama sizin fotoğraflarınızdaki özel bir yer gibi görünüyor, öyle
değil mi?
“Oturak Alemi”, çok eski
bir çalışmam olmakla birlikte yüzlerce yıllık bir geçmişten gelen kadim
kültürlerin eril bir geleneği olarak gündemde duruyor. Tarım kökenli
toplumlarda köy ve kasaba erkeklerinin hasat sonrasında yılın bereketini
kutladıkları bir gelenek. Bu yanıyla modern dünyanın yansıdığı Cafe Lehmitz’den
farklılaşıyor. Oturak Alemi adeta bir zaman yolculuğu benim için. Yalnızca bir
gün içinde, dört-beş saat süren eril eğlence ortamında gördüklerimi,
deneyimlediklerimi ve hissettiklerimi yansıtmaya çalışıyor. Bu yüzden net
fotoğraflardan oluşmayan bir seri... İç Anadolu’nun küçük bir köyündeki kadim
eğlenceye tanıklık eden İstanbullu ve o dönemde çok genç olan bir fotoğrafçı
olarak hissettiklerimin bir yansıması… Biraz savrulan, biraz tereddütlü,
cüretkâr olmamaya çalışan, itham etmekten kaçınan fotoğraflar…
2019-Melodie&Rhythmus |
Yorumlar
Yorum Gönder