İkiztaş’ın Gölgesinde Yörük Üçlemesi
İmbat esiyor Ege kıyılarında. İçerilere doğru yol
aldıkça sıcağın etkisi artıyor. Ne zamanki gün geceye dönecek, o vakit biraz
rahatlayacağız. Milas’tan kıvrılarak uzayıp giden yolda çoban yıldızı yönümüzü
işaret ediyor. Gece “ağır atlas bir pelerin gibi” çöküyor yavaşça. Ufkun son
mavi aydınlığında beliren iki karataş kesiyor yolumuzu, içimizi ürpertiyor.
Otomobilimiz, farlarıyla zeytinlikleri tarayarak virajları dönüyor, her
virajdan sonra yine karataşla yüzyüze geliyoruz. Birbirine tıpatıp benzeyen bu
iki tepenin hemen ardında çağdaş bir masal anlatılıyor. Zaman hızla binlerce
yıl gerilere gidiyor ve sonra hemen bugüne sıçrıyor. Masal, gelecek zamanın bir
temenni durağında sona eriyor.
Poseidon ile Athena’nın büyük savaşına Argos Kralı İnakhos
hakem olarak tayin edilmiş. İnakhos bu savaşta Athena’nın tarafını tutunca
Poseidon’un lanetiyle karşı karşıya kalmış. Kuraklık, efsanevi Argos’u kırıp
geçirince, MÖ 3400 civarında İnakhos’un büyük oğlu Kar kavmini alıp Büyük
Menderes ile Dalaman Çayı’nın arasındaki bereketli topraklara yerleşmiş.
Argos’tan sorguçlu başlıkları, çift kulplu kalkanları ve çift yüzlü
baltalarıyla kalkıp Ege’nin karşı kıyılarına gelen halk Karya’da büyük kentler
kurmuş, bunlardan birine de Labranda adı verilmiş. Kudretli savaşçılar
yanlarında önemli bir bilgiyi de getirmiş: Şehircilik ve yapı ustalığı.
Muntazam yontulmuş dikdörtgen prizma taşlardan yapılan on metre yüksekliğinde
duvarlar, 20-30 metre genişliğinde yapılar inşa edilmiş Labranda’da.
Antik Karya kenti Labranda ışık tutacak bugüne. Labranda’nın
üç komşusu var şimdi: İkiztaş, Çomaklıdağ Kızılağaç ve Ketendere köyleri...
Diyelim ki Muğla’dan Milas’a, oradan Labranda’ya doğru kıvrılan yollarda gün önce
geceye döndü ve çoban yıldızının kaybolmasından epey bir zaman sonra gecenin
atlas pelerini göğün lacivert bahçesinden usul usul çekilmeye başladı. Mor
ışıklar saçarak gelen günü müjdeledi alıcı kuşların çığlıkları. Ufuk ağardı,
mor pembeye, kızıla durdu. Kızıl, maviye bıraktı saltanatını.
Masalın bugünü aydınlandı. Labranda’nın geleneğini sürdüren
kesme taş evlerden önce, rengarenk şalvarları, üçetekleri, cepkenleri,
başlarında çember bağlı siyah, lacivert veya kırmızı yemenileri ve yemeninin
kenarına bahçeden ya da yol kıyısından kopartıp taktıkları papatyaları,
sümbülleriyle kadınlar, ellerinde zeytin sırıkları ve katırlarıyla erkekler
karşılıyor bizi. İkiztaşın eteğinden başlayıp tepelere doğru uzanan yolu
izleyerek zeytinliklere doğru yürüyorlar. Dokuz yaşındaki Nilgün de çiçeği
iliştirmiş yemenisine, altmış yaşındaki Meryem Hanım da. Bu çiçeklerle
tazeleniyorlar her sabah, bereketli geçmesini umdukları güne bu çiçeklerle
gülümsüyorlar.
İkiztaş, Çomaklıdağ Kızılağaç ve Ketendere köyleri bir yörük
üçlemesini oluşturuyor. Karataşların yaslandığı yamaca komşu bir yamaçta,
yüzünü güneye veren köy İkiztaş köyü... Aşağılara doğru indikçe önce Çomaklıdağ
Kızılağaç, sonra da Ketendere köyleri çıkıyor karşımıza. Milas’a bağlı ve
yaklaşık 15 km. uzaklıkta olan bu üç köy yalnızca giyimleriyle değil
akrabalıkları ve evlerinin mimari özellikleriyle de çevredeki tüm diğer
köylerden ayrılıyor. Köye girdiğimizde 50-60cm eninde, 30-40 cm yüksekliğinde
ve 40-50 cm derinliğinde muntazam yontulmuş kesme taşlardan yapılma evlerle
karşılaşıyoruz. İki katlı evlerin kapıları, cam ve kapı çerçeveleri, panjurları
ahşap oymacılığının bir şaheseri olarak gözümüzü alıyor. Öte yandan doğanın
renk bilgisi de eklenmiş bu işlemelere. Sormadan edemezsiniz, “acaba şu camın
üzerinde ya da kapının yerinde duran ahşap mı, kilim mi?” diye. Bu büyüyü
evlerin bacaları tamamlıyor. Her evde 2-3 m uzunluğunda en az iki baca ve
bacaların tepesinde alıcı kuşları çağrıştıran figürler görülüyor. Evlerin içi
ise ayrı bir çekicilikte. Dolap kapakları, raflar, terekler, salon ve yatak
odası tavanlarındaki göbekler ahşap oymacılığı ile doğanın renk bilgisinin bir
başka sentezi gibi duruyor. Uzun bir zaman diliminden süzülerek geldiği her
halinden belli olan renk uyumu ve sade motif kullanımı bu yörük üçlemesini
eşsiz kılıyor.
Karataşın ardından masal köyleri gibi karşımıza çıkan bu
mekan tarihin neresinde unutulmuş diye düşünüyoruz bir an. Üzerimize bir tarih
duygusu siniyor. Dağ yollarından attığımız her adım bu duyguyu iyice
pekiştiriyor. Her adımda binlerce yıl öncesinden izler çıkıyor karşımıza. Ne
var ki bugünün ölümcül etkisi giderek baskın hale geliyor. Köyün içlerine doğru
attığımız her adım tarih duygusunu silip atıyor, Karadeniz’den Ege’ye,
Anadolu’daki her köyün üzerini kaplamakta olan sıvasız veya kireçten badanalı,
tuğladan, çimentodan evler, ahşapların yerini alan yağlı boyalı demir cam ve
kapı kasaları, burada da popüler kültürle var olan ilişkimizi yüzümüze
çarpıveriyor. Hızla yok olmaya başlayan bu masal diyarında elmayı zehirli zaman
iksirine batıran popüler kültürdeki payımızı arıyoruz kendimizden korkarak.
Yüzümüze tuttuğumuz aynalarda kendimizle yüzleşmek zor olsa da bu köylerdeki
sırları dökülmeye başlamış, çerçevesi ahşap oyma ve bin bir renge boyalı
aynalarda hala saçlarını ören, yemenilerinin kıyısına gül takan, sümbül takan,
papatya takan genç kızların yaşadığını görmek serinletiyor içimizi.
Karyalıların tümüyle çözümlenememiş dili ve tarihi gibi bu
üç köyün de tarihi yitik görünüyor. Köylerin geçmişine dair kesin ve ortak bir
bilgi yok. İkiztaşlılar, ilk yerleşimin kendi köylerinde olduğunu söylüyor,
kayıtlarda 1867 yılının kuruluş yılı olarak geçtiğini iddia ediyorlar.
Çomaklıdağ Kızılağaç Köyü halkı ise bu bilgiyi doğrulamıyor ve başka bilgiler
veriyor. Onların anlattığı söylenceye göre 300-400 yıl önce üç yörük kardeş
tarafından kurulmuş buradaki üç köy. Kıl çadırdan kesme taş eve nasıl
geçildiğine gelince: Kendilerinden önce burada Karyalılar’ın yaşamış olduğunu
ve onların da evlerini kesme taştan yaptıklarını anlatıyorlar. Atalarının da bu
yapı tarzını onlardan öğrenmiş olabileceğini söylüyorlar.
Köy halkı hem ucuz hem de hızla yapılabilen tuğla-beton
evleri tercih ederken, İstanbul’dan Ankara’dan, İzmir’den gelen şehirli
insanlar bir süredir epey para ödeyerek taş evleri satın alıyorlar. Aldıkları
evlerin taşları numaralandırılıyor ve sonra sökülüp kamyonlara yükleniyor.
Kamyonların yönü Bodrum! Köy sakinleri bu işe hala şaşırıyor: “Biz şehir
evlerine özeniriz, onlar bizim evlere. Ama doğruyu yapıyorlar. Çünkü bu taş
evler yazın serin, kışın sıcak olur. Hem de depreme dayanıklıdır. Geçmişteki
büyük Milas depreminde bizim köyde hasar bile yoktu.” diyorlar.
Dayanıklı taş evlerin son ustalarından İbrahim Aydoğdu’nun
çocukluğunda bir taş ustasına özenerek başladığı mesleği zamanında babası
desteklemiş. İlk takımları getirip önüne koymuş İbrahim Usta’nın. Ne var ki
yıllar geçtikten sonra usta geriye dönüp baktığında çok da mutlu olamıyor.
Zeytin işi yapanların daha çok para kazandığını söylüyor: “Onlar mal aldı, ben
nam aldım!” diyor. Hemen ardından sözündeki serzenişi şöyle telafi ediyor:
“İnsanlar ölür, mal eskir. Bir zeytin, bir de benim eserlerim ölmez!”
Bu eşsiz köylerdeki son evlerin geleceğe miras
bırakılabilmesi umuduyla çıkıyoruz dönüş yoluna. Sızma zeytinyağının hayat veren
tadı damağımızda, İkiztaş’ın gölgesine sokularak usulca ilerliyoruz Milas’a
doğru. Tepedeki bir Karyalı’nın sorguçlu başlığından olsa gerek parlıyor güneş,
gözümüzü alıyor. Ürperiyoruz masalın bittiğini anlayınca.
Yorumlar
Yorum Gönder