Işıkla Resmedenler: Yücel Tunca



I. BÖLÜM
Metin Yazımı: Yücel Tunca

Balkan göçmeni bir ailenin üçüncü ve son çocuğuyum. Balkan Savaşı döneminde Batı Trakya’daki çete savaşları nedeniyle korku içinde kaçıp gelen Bektaşi dergâhının bir ferdi olan büyük dedem, kızlarıyla Edirne’ye yerleşmiş, onları orada büyütmüş, evlendirmiş. Böylelikle babam (Orhan Tunca-1933) Edirne’de doğmuş ve ortaokul çağındayken askeri eğitim alıp memur olmak için astsubaylığı seçmiş. Eğitimini tamamlayıp ilk tayin yeri olan Eskişehir’e yerleştiğinde, Bulgaristan’dan daha yeni gelen annem (Nadiye Tunca-1938) ve ailesiyle tanışmış.

Alevi/Bektaşi bir baba ile Sünni bir annenin hikâyesi, memleketin sosyo-kültürel durumunun baskıcı yanını özetler biçimde gelişmiş: Babam ve ailesi, annem ve ailesinden çok uzun yıllar boyunca Alevi olduklarını gizlemiş. Bu gerçeği annemin ve benim ancak 1998 yılında öğrenebildiğimizi de söylemek isterim. Annemin tepkisi de gayet manidardır: “Aşk olsun! Bu konularda benim ne düşündüğümü bilmiyor musunuz? Ne gerek vardı saklamaya? Hepimiz insanız nihayetinde!” Babamın buna tepkisi de, Yeşilçam filmlerinin repliklerini hatırlatacak biçimde gayet manidardır: “Rica ederim kapatalım bu konuyu!” Bu durum bugün bile zor konuşulan bir konu olmaya devam ediyor aile içinde.

Babamın Hava Sağlık Astsubayı olarak başladığı iş hayatı kaçınılmaz olarak tayinlerle devam edince aile sık sık şehir değiştirmiş: Eskişehir’den sonra Manisa, İzmir ve Diyarbakır. 1966 Eylül’ünde ailenin üçüncü çocuğu olarak ve diğerleriyle açık yaş aralığı olacak biçimde doğmuşum. Ağabeyim Yıldırım Tunca’dan 11, ablam Filiz Tunca’dan 9 yaş küçüğüm.

Diyarbakır’ın Ofis semtinde sadece bir yıl nefes alabilmiş, yeni bir tayinle Ankara’ya gelmişiz. Diyarbakır uzun yıllar boyunca hayallerimde yaşattığım bir şehir oldu bu yüzden. On beş yıl önce kaybettiğimiz babaannem Emine Tunca, özellikle üniversiteye gittiğim yıllardaki sohbetlerimizde “merak etme, Diyarbakır’ın bir kez suyunu içen mutlaka tekrar gidermiş” derdi. Gerçekten de daha yirmili yaşlarımın başlarından itibaren pek çok vesileyle gidip gelmeye başladım. Tarif etmekte güçlük çektiğim bağlarım var. Kendimi yarı Trakyalı, yarı Mezopotamyalı görüyorum bu yüzden.
Kişisel tarihimin hatıraları Ankara’dan başlıyor. Küçükesat’ta, Bülbüldere Caddesi’nde oturuyorduk. Annemin, evin hemen karşısında bir kuaför dükkânı vardı. Çocukluk yıllarımı mümkün olduğunca sokaklarda geçirdim, diyebilirim. Evde olmam gerektiğinde de pencere kenarındaydım hep. Sokağa bakmak her zaman ilgimi çekiyordu. Uzak mahalleler de aynı biçimde... Kimsenin haberi olmadan, daha beş-altı yaşlarımda ya bir başıma ya da birkaç çocuğu da toplayıp kaçar giderdik uzaklara. Bazen yakalanmadan dönmeyi başarır, bazen zamanlamayı tutturamadığımızda annemin korku ve kızgınlık dolu bakışlarıyla bir yerlerde yakalanırdık. Rekorum, Küçükesat’tan Kızılay’a kadar gidip dönmekti.

Altı yaşımın sonlarına doğru babam, emekli olma zamanının geldiğini söyleyip bizi İstanbul’a getirdi. Böylelikle ilkokula İstanbul’da başladım. Okuldaki resim derslerinde kendimi pilot olarak resmediyordum. Babamın işyerine gidip gelişlerimin izleriydi muhtemelen. Etrafta gayet cazip üniformalarıyla pilotlar dolaşıyor, içlerinden birini bana vermelerini çok istediğim uçaklara ve helikopterlere biniyorlardı. Bir helikoptere de ilk kez 6 yaşımda binmiş, heyecandan günlerce uyuyamamıştım. İlerleyen yıllarda bir fotoğrafçı olarak yaptığım çok sayıda helikopter yolculuğu da bu yüzden oldukça anlamlıydı benim için.

Ortaokul eşiğinde askeri hava ve deniz liselerinin sınavlarına bile girdim. Neyse ki iki sınavı da kazanamayıp sivil hayatta kaldım. “Neyse ki” kısmını birazdan netleştirmek istiyorum…
1972 yılında İstanbul’a gelip Merter’e yerleştik. İçinden derelerin aktığı, koyunların, ineklerin otladığı geniş bir çayırdı Merter. Bu çayırın içinde çok sayıda apartmandan oluşan, etrafı şimdilerde olduğu gibi duvarlarla çevrili olmayan bir sitede yaşıyorduk. Uzaklara merakım devam ediyordu. Güngören civarındaki köye gitmek, Cevizlibağ’a doğru dereler boyunca yürümek, İncirli’deki eski maden ocağının vagonlarıyla oynamak için Çırçır Çayırı’na gitmek rutin eğlencelerimizdi. Evimizin çok yakınında bize devasa görünen ağaçlara evler yapıp, altımızdan akan derede minik kurbağa yavrularına musallat oluyorduk. O derenin günden güne bir bira fabrikası tarafından katledilmesine tanıklık etmek, birer birer ağaçlarımızı kaybetmek ilk büyük travmalardı benim için.

İlkokulun ilk iki sınıfını, sobasını nöbetleşe yaktığımız teneke bir barakada okudum. Öğretmenimiz Gülderen Yoldaş ile beş yılımı geçirmek hayattaki en büyük şanslarımdan biri olmalı. Oldukça donanımlı bir öğretmendi. Müfredat dışında da eğitimimizle yakından ilgileniyordu. Onun sayesinde yazılar ve şiirler yazmaya başladım, tiyatro oyunlarında roller aldım. Yazdıklarımı, Gülderen öğretmen dışında özellikle annem ve ablam da okuyor ve beni yürekten destekliyorlardı. Birkaç arkadaşımla beraber, Gırgır Mizah Dergisi’nin etkisiyle, el çizimi karikatür dergileri hazırlıyorduk. Bir yandan sokakların tadını çıkartıyor, bir yandan da içimizdekileri dışarıya dökmenin binbir yolunu deniyorduk.

Ciddiye alınabilecek ilk fotoğraf makinesini kısa zaman içinde ablamın evleneceği Vedat Karaman’ın elinde 11 yaşımda gördüm. Modeli FM2 olması muhtemel bir Nikon’du. Farkında değilsem de yolumu çizecekti o makine.

İlkokulun son sınıfında ağabey ve ablamın birer yıl arayla evlenip evden ayrılmalarıyla evin tek çocuğu haline geldim. Artık bir odam vardı. Yıllardır aynı odayı paylaştığımız babaannemden ayrı yatmaya başlamıştım. Büyüdüğümü hissediyordum. Hem hoşuma gidiyordu bu, hem de bir miktar isteksizlik yaşıyordum. Bu durum ortaokulda daha netleşti. Okul ile arama soğukluk girdi. Üniversiteye kadar da barıştığım söylenemez.

Evin küçüğü olarak, karaborsaya düşmüş yağ ve şekeri almak için kuyruklara ben giriyor, epey uzaktaki tüpçüden küçük tüp almaya ben gidiyor, saatler süren elektrik kesintilerinde karanlıkta kalmamak için gazyağı kamyonunu ben takip ediyordum. Bu sıkıntılı işlerin arasında Güneşli “köyü”ndeki göçmen mahallesinden aldığımız kırmızı Bankah bisikletimle biraz olsun neşelenmeye çalışıyordum.

1978-80 arasında Merter’in siyasal ortamı oldukça gergindi. Solcu ağabeylerimizin katledilişlerine tanıklık etmeye başladık. Çok sevdiğimiz Çağdaş ağabeyimiz bir fotoğrafçıydı. Kendi ismiyle işlettiği portre stüdyosunda kurşunlanarak öldürüldü. Haberi okula kadar ulaşınca okuldan kaçıp dükkâna gittik. Polislerin arasına karışıp içeri bile girdik. Kalın camın altına onlarca vesikalık fotoğrafın sıkıştırıldığı masasının başında kanlar içindeydi. Neler olup bittiğini konuşmaya başladık kendi aramızda. Birkaç yaş büyüklerimize sorular soruyor, anlamaya çalışıyorduk. Nazım Hikmet’in şiirleriyle o günlerde tanıştım; Maksim Gorki, Uğur Mumcu kitaplarını okumaya o günlerde başladım.

Sonra bir gün, sabahın altı buçuğunda babamın sesiyle uyandım. Balkona çıkmış, sokaktan geçenleri evlerine dönmeye ikna etmeye çalışıyordu: “Darbe oldu beyefendi, ordu yönetime el koydu, sokağa çıkma yasağı var, eve dönün!” Sevindiğimi hatırlıyorum. Bayram gibiydi sanki. Siyasi kaosun devlet eliyle yaratılıp, kışkırtılıp, yönetildiğini henüz idrak edemediğim günlerdi. Elebaşları arasında babamın meslektaşlarının olduğunu düşünemiyordum bile. Bir akşamüzeri evimizin bulunduğu yokuştan aşağıya can havliyle koşarak inen iki gencin arkasından tüfeklerini ateşleyerek gelen askerleri balkondan seyrettik. Gençlerden biri vurulmamak için kendini yere atınca yakalandı. Hayatımdaki ilk insafsız, merhametsiz, insanlık dışı dayağı o gün gözlerimle gördüm.

Annem hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da önümü açmaya çalışıyordu. Sıklıkla, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmememi, sorgulamamı, aklıma ve vicdanıma nasıl uygun geliyorsa onu tercih etmemi öneriyordu. Sağcı, milliyetçi ve sünni öğretiler hızla çatırdamaya başladı. Din ve devlet, temel sorgulama alanım haline gelmişti liseye başladığımda.

12 Eylül Cuntası’ndan iki hafta sonra Şehremini Lisesi’nde okumaya başladım. İlk kez tek başıma düzenli biçimde otobüse binerek uzak bir yere gidip gelmeye başlamıştım. Sol görüşlülerin ağırlıkta olduğu bir liseydi. Üst sınıflardan çok sayıda öğrencinin okuldan atıldığını öğrenmiştik. Kalanlarsa sessizliğe gömülmüştü. Sağcı öğretmenler hepimizi tehdit ediyor, iktidarı ele almanın pervasızlığıyla eziyet ediyorlardı. Milli Güvenlik dersine gelen üniformalı bir albay, arkadaşlarımızdan birini üçüncü kattaki sınıfımızın penceresine çıkartıyor, aşağıya atlamasını emrediyordu mesela. O çocuk dahil hepimiz ağlıyor, korkudan titriyorduk. Uzun bağırıp çağırmaların, emretmelerin ardından bize dönüp, son derece sakin bir sesle, “İşte gördünüz! Eğer gerçek bir asker olsaydı vatanı için çoktan atlamıştı. Sene sonunda hepinizi gerçek bir asker yapacağım.” demişti. Bir psikopatla tanıştığım ilk gün olarak yazdım bir kenara. Sonraki yıllarda onun gibi üniformalı pek çoğunu tanıdım. Otoriteye duyduğum nefret böyle filizlendi.


Lise yıllarında ideolojik yönelimim Cumhuriyet Gazetesi’nin muhalif çizgisiyle belirginleşmeye başladı. Uğur Mumcu bir gazetecilik idolü olarak hayatımda yer etti. Kemalist Sol üzerine okumalarım çoğaldı. Toktamış Ateş kitapları ve Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabı itirazlarımın temelini oluşturmaya başladı. Nazım Hikmet’i daha iyi anlamaya ve daha fazla okumaya başladım. Rus edebiyatına Gorki’den sonra Puşkin ile devam ettim. Jack London yeni ufuklar açtı. Yine de John Travolta’dan kaçış yoktu. Grease filmini Aksaray’daki sinemalarda hiç izlemedimse beş kez izledim. Onunkine benzer kıyafetler aldım, Merter’deki kasetçilerde film müziklerini kopyalattım.

Lisenin son yılına geldiğimde gazeteci olma fikri netleşmişti. Okul gazetesinde küçük küçük çalışmalar yapmaya başladım. Zaten çok başarısız performans sergilediğim okul voleybol takımından ve halk müziği korosundan ayrılıp bu alana yoğunlaşmaya karar verdim. Üniversitede gazetecilik okumak istediğimi söylediğimde babam bundan pek hoşlanmadı. Mühendis olmamı istiyordu. Benimse en ufak ilgim yoktu bu alana. Sadece ilgim değil, bilgim de yetersizdi. Dershanedeki puanlarım her şeyi açıkça ortaya koyuyordu aslında: Türkçe ve matematik tamam, fizik ve kimya ise yerlerde sürünüyordu. Sonunda babamla yaptığımız pazarlıkla ilk dört tercihime onun istediği çeşitli mühendislikleri yazdım; beşinci tercihten sonrası ise bana aitti. Elbette kendimi riske atmadım, diğer bölümlerin ilk on sorusundan sonrasıyla ilgilenmeyip Türkçe-matematiğe (TM) ağırlığımı verdim. Beşinci sıradaki tercihim olan İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu TM ağırlıkla öğrenci alıyordu çünkü. 1983 yılında beşinci tercihimi kazandığıma dair yazı geldiğinde ben ne kadar mutluysam, babamın yüzü de o kadar asıktı.

1983 yılında üniversitede gazetecilik eğitimi almaya başlayınca hayatım başka bir boyuta geçti sanki. Türkel Minibaş, Toktamış Ateş, Sulhi Dönmezer, Erdoğan Alkin, Niyazi Öktem, Kayıhan Güven gibi farklı ideolojilerden ancak son derece donanımlı akademisyenlerin derslerine girmek oldukça zihin açıcıydı.

Toplumsal gündemin epey yoğun olduğu günlerdi. YÖK karşıtı öğrenci örgütlenme arayışları başlamış, 12 Eylül sonrasının YÖK karşıtı ilk kitlesel öğrenci yürüyüşü gerçekleşmiş, türbanın üniversitelerde serbest bırakılması için büyük gösteriler yapılmaya başlanmıştı. Kemalist Sol’dan kopup, Sosyalist Sol’a doğru evrilirken, bütün bu muhalif hareketin ucundan kıyısından tutmaya, parçası olmaya çalışırken aynı zamanda edebiyatla ilgilenen bir grup arkadaşımla okulda Amatör Yazın Kulübü’nü kurduk. Bir yandan arayı kapatmak istercesine okumaya, yazmaya, tartışmaya başlamış, bir yandan da farklı belediye otobüs hatlarının son duraklarına kadar gitme hobisi geliştirip şehri tanıma, anlama çabasına girmiştik.

Vedat Karaman’ın fotoğrafçılık heyecanı ve albenili siyah gövde Nikon’u sayesinde fotoğrafın hiç değilse f’si hayatıma girmişti. Geçen yıl, 2013’te, onun arşivinden 1983-84 yıllarında çektiğim iki siyah-beyaz negatif fotoğraf karesinin dijital kopyası çıktı mesela. Eski Galata Köprüsü, Haliç’te kayıklar… Doğrusu, bunları görünce epey duygusal anlar yaşadım.

Fotoğrafın tam tekmil hayatıma girmesi yine üniversitedeki fotoğrafçılık dersi sayesinde oldu. O dönemde Milliyet Gazetesi foto muhabiri olarak çalışan, özellikle 1960’larda mesleğinin zirvesini görmüş Özdemir Gürsoy’dan alıyorduk dersi. Son derece elegant (özellikle bu sözcükle tarif etmek isterim) bir tarza sahip hocamızın 120 kişilik sınıfta yaptığı slayt gösterisi, kafamdaki her şeyi olumlu anlamda altüst etmişti. Siyah-beyaz fotoğraflarından ürettiği slaytların birinde 1965 yılında Kozlu Direnişi’nde askerler tarafından kurşunlanarak öldürülen madencilerin (Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar) cenaze töreni görülüyordu. Yılın en iyi basın fotoğrafı seçilmişti bu kare. (Ümit Kıvanç, günümüzde pek çok kişinin bilmediği bu büyük katliamı Riya Tabirleri’nde detaylı biçimde anlatıyor: http://riyatabirleri.com/bolumSayfa/08_radyo.html)

Fotoğraf: Özdemir Gürsoy
Özdemir Gürsoy’un ters ışıkta, bir tepenin sırtında yürüyen cenaze kortejini, gökyüzündeki kıyameti hatırlatan bulutlarla birlikte kadrajlamasıyla ortaya çıkan fotoğraf büyük etki yarattı bende. Dersin sonunda bir-iki arkadaşımla beraber hocamızın yanına gittik, “Biz fotoğrafçı olmak istiyoruz.” dedik.
Hep gülümserdi, yine gülümsedi: “Cağaloğlu Yokuşu’nda dükkânım var, oraya gelin konuşalım.” dedi bize. Tam hatırlamıyorum ama ya o gün ya da en geç ertesi gün dükkânı bulduk. Gazetedeki işinin yanı sıra bu küçük dükkânda da fotoğraf filmi satıyor, çekilmiş filmleri banyo yapılması için laboratuvara yolluyor, eşini dostunu ağırlıyordu. Bir süre oranın müdavimi olduk. Devamlı, “o nedir, bu nasıl olur?” sorularıyla öğrenebileceğimiz ne varsa öğrenmeye çalıştık. Gürsoy hocamız da, hiç sıkılmadan nezaketle cevapladı tüm sorularımızı.

Fotoğraf makinesi almanın zamanı gelmişti. Bu mevzu aile içinde konuşuldu, belli bir miktar para ayarlandı. Babam, mühendis yapamadığı oğlunu yanına alıp Sirkeci’ye götürmek zorunda kalmıştı. Büyük Postane’nin sokağındaki dükkânlara girip çıkarak fotoğraf makinesi beğenmeye çalışıyordum. Gözüm Canon AE-1’deydi. İkinci kattaki dükkânlardan Üçler Ticaret’te istediğim makineyi buldum. Böylelikle, o günden tam 15 yıl önce annem ile babamın ev aldığı miktardaki parayla (enflasyonu varın siz düşünün) ilk fotoğraf makineme kavuştum. AE-1’in üzerinde 50 mm, f: 1:1.8 objektif vardı. Koruyucu skylight filtre ile iki makara renkli negatif filmi de dükkânın sahipleri hediye etti. Filmi makineye nasıl takacağımı gösterdiler (derste bunu görmüştük ancak 120 kişilik sınıfta, 15-20 metre uzakta gösterilen bir şeyi uygulamak neredeyse olanaksızdı kuşkusuz), bir-iki pratik yöntemden bahsettiler, iki de çay ısmarladılar. Benden mutlusu yoktu günün sonunda.

Ertesi gün makinemle önce okula, hemen ardından da Özdemir Gürsoy hocamın yanına koştum. Makinemi takdir etti, iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Yanından ayrılıp ilk makaramı bitirmek için arkadaşlarımla Sarayburnu sahiline gittik. Elim titreye titreye 36 kareyi çekip bitirdim.

Film almak, bunların banyo işlemlerini yaptırmak, fotoğraf kâğıdına bastırmak epey maliyetli oluyordu. Siyah-beyaz negatife ağırlık vermek bu anlamda da iyi olacaktı. Okulda kapısı kilitli karanlık odanın açık tutulması için girişimlerde bulunuyorsak da sonuç alamıyor, sadece hocamız yanımızdayken ödev zamanı ya da sınav zamanı girebiliyorduk. Genç akademisyenlerden, fotoğrafçılıkla da uğraştığını bildiğimiz araştırma görevlisi Kayıhan Güven’e dert yandığımızda “Kırın kapıyı girin!” dedi. Şaka mı yapmıştı bilmiyorum ama kırdık, girdik. Nasıl oldu da bir soruşturma açılmadı, hâlâ şaşarım. Böylelikle renkli negatif çekmenin yanı sıra daha az maliyetli siyah-beyaz negatiflerle çalışmaya başlayabildik.

Bu dönemde Kayıhan Güven’in katkısı büyük oldu. (Güven’in, yıllar sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde kurduğu MİHA, bugün medyada çalışan birçok gazeteci ve fotoğrafçının gelişimde neredeyse okuldan daha büyük bir rol oynamıştır sanırım.) Bizi fotoğraf gezilerine çıkartıyor, fotoğraflarımızı eleştiriyor, sergiler açmaya teşvik ediyordu. Alman disiplininden gelen, güçlü bir entelektüel birikimi olan hocamıza hepimiz hayrandık. Onun telkinleriyle daha çok okuyor, dinliyor ve izliyor olsak da o bizi az okuduğumuz, az film izlediğimiz için eleştiriyordu. Sadece fotoğraf ile uğraşmanın tek başına bir anlam taşımadığını, toplam kültürel birikimin yansıdığı görsel anlatılara doğru yol alınması gerektiğini söylerken son derece haklı olduğunu ancak yıllar sonra anladık.

Üniversitedeki ilk iki yıl edebiyat kulübü, karikatür kulübü, basketbol takımı ve fotoğraf çalışmaları dörtgeninde geçti. Yavaş yavaş yeni objektif ihtiyacı kendini hissettiriyordu. Aileye yük olmamak için para kazanmak amacıyla okul kantininde ve bahçesinde arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye başladım. Biriktirebildiğim üç-beş kuruşun üzerine yine aile desteğini ekleyerek, önce Canon 28 mm f: 1: 2.8 ve ardından Canon 70-210 mm f: 1:4 aldım. Yavaş yavaş profesyonel hayata hazır hale geliyordu ekipman setim.


1985 yılı sonunda para kazanacağım ilk işime girdim: Veliefendi Hipodromu’nda yapılan at yarışlarının son 1000 m dönüşünü, gazeteci Hasan Saydam’ın yayınladığı Banko At Yarışı Dergisi için çeken bir fotoğrafçı olmuştum. Pazar günleri annemin yaptığı domatesli, peynirli sandviçimi yanıma alıp Merter’den yürüyerek hipodroma gidiyor, altı yarışlık günün birer kareden altı kare fotoğrafını çekip dönüyordum. Benden başka kimselerin olmadığı o son 1000 m’nin yaşattığı yalnızlık duygusunu anlatma becerisine maalesef sahip değilim. Hele kış aylarında… Fakat bahara çıkarken durum değişti. Yarış aralarında çimenlere yayılmanın keyfi de yabana atılır gibi değildi. O güzel günlerin birinde, henüz ışıltısı azalmamış 70-200 mm objektifimle yere yatmış atların gelişini beklerken bekçi düdüklerinin canhıraş sesiyle irkildiğimi hatırlıyorum. Bir yandan atlar çekmem gereken noktaya doğru hızla yaklaşıyor, bir yandan da düdük sesleri… Atların dönüşünü çektikten birkaç saniye sonra düdük sesleri dibime kadar gelmiş, iki tüfek namlusu üzerime çevrilmişti. Meğer jandarmalar uzaktan, elimde koca objektifle yere yatmış görünce silahlı biri olduğumu sanmışlar. Tatsız konuşmalar ve kimlik al-verinden sonra sorun çözüldü.

Birkaç ay içinde terfi ettim işimde. Artık son 400 m geçişini çekiyordum. Kariyerimi fotofinişi çekebileceğim noktaya taşımayı hayal ederken araya bir şiir kitabı girdi. Okuldan yakın arkadaşlarım Nevzat Çalışkan ve Yılmaz Öztürk ile ortak bir şiir kitabı yayınlamaya karar verdik. “Irmak Şiir Kitabı”, babamın emekli olduktan sonra çalışmaya başladığı matbaa tarafından 2006 Mart’ında basıldı. Kitaba şiirlerini almadığımız için bize içerlemiş olmasına rağmen bir diğer çok yakın arkadaşımız Metin Karaşahin’in neredeyse tüm okula uyguladığı mobbing sayesinde tüm kitaplarımızı satmayı başardık.

O kitaptan bazı bölümler:

TORUNLARIMIZDAN MEKTUP VAR
Biz yaşarken bile umut bitmemişti. Bizden sonra da bitmedi. Sonunda gün geldi, umudu gerçek kıldı torunlarımız. Yalnızca bir yılın değil, geleceğin adı da Barış oldu. O gelecekteki Barış Dünyası’ndan bugünün Umut Dünyası’na iki mektup geldi.
birinci mektup
Bir yazma bağladım başıma
                tren yollarına dayadım dizlerimi
Turnalar saldım ördekler uçurdum
                çağrı kattım kanatlarına
Gece radyoyu açıp türküler içtim
kitapların ışığında çay koydum bardağa
                uyumadım dede düş kurmadım
                beklemedim
                sabaha karşı sokağa çıktım
Daha sefertasları yola vurmamıştı
Yani yolun boş
efendilerinin köpekler olduğu bir zamandı
O yola bildik bileli Gündoğmaz denirdi
                tabelayı yazıp asmışlar duvara
                duvar ki çelikten gri
                kan ile çakılmış tabela

(Ah sevgili torunum! O sokağı biz de biliriz
o tabelayı kimin astığını da
ne kurşuna dizilmeler gördük önünde
ne işkenceler çektik griliğinde
o kanda benden de damlalar var)

Vardı dizelerimin dokunuşu uzaklara
Ördeklerim turnalarım kanatlarında çağrıyı taşımış
                yazgısı gibi derili kardeşlerim
                               okuyup gelmişler çağrıyı
                kanı gibi derili kardeşlerim
                               duyumsayıp gelmişler dokunuşu
                banço gülüşlü kardeşlerim
                               bir radyodan duyup çağrıyı gelmişler
                bir pirince de yazmıştım
                               çekik gözleriyle okuyup gelmiş kardeşlerim
Gündoğmaz’da o gün neler oldu biliyor musun dede

(yoksa yoksa o yola…?)

Gündoğdu


ikinci mektup

Kuşlar çiçeklendi göremedin
Dört mevsim bahar oldu eremedin
Dağlara sevda boylu
                -sonsuz yani-
ebemkuşakları dolandı
Ah! Kartalım kardeş oldu kuzuya
Tırtılım duta sevdalandı
Göğün denizinde alın alın bulutlar yelken açtı
Ter kokusu bürüdü turunçları
Uğraşın sepetler dolusu meyvesi geldi sofraya
Ak örtülü kır sofrasına kardeşlik geldi
Çevresinde ağızlar pınar oldu
Ne türküler çağıldadı bir görecektin
Çocuklarımızın doğuşuna
-hey gidi!-
koca denizler ilk kez sevindi
Umutları aşıp da sen göremedin bugünleri
Kucaklar dolusu sevgimizi kucağına alamadın
Yazık oldu

Ocak 1986


DEĞİŞİK

Bu gece yatağımı yapmadan yatacağım
Üzerime hemen bir battaniye
Başımın altına da bir sırt minderi
Uykuma da çok değişik bir rüya
Bu gece her şey alışılmışın dışında

Ocak 1985


Yaz ayları yaklaşırken İstanbul’da da yayınlanmaya başlanan Yeni Asır Gazetesi’nin spor servisinde işe girdim. İlk işim üçüncü lig futbol takımlarının Beylerbeyi Stadı’nda yapacakları maçı çekmek ve oyunculara yıldız vermekti. Birinci devrenin sonunda o kadar bunalmıştım ki istifa ettim. Böylece sadece 45 dakika çalışarak bu alanda kırılması zor bir rekor kırdım.

Irmak kitabı edebiyat alanında beklentilerimizin yükselmesine sebep oldu. Az sayıda edebiyat dergisinin bulunduğu bir dönemdi. Varlık, Adam Sanat gibi önemli dergiler dışında iki-üç dergi daha ya var ya da yoktu. Hipodromda kariyerimize kariyer katarken 1986 yaz aylarında az önce andığım kadroyla bir edebiyat ve politika dergisi hazırlamaya koyulduk. Okullar açıldığında kadro genişledi. Sınıf arkadaşlarımızın katılımının dışında Banko At Yarışı Dergisi ekibinin katılımı çok önemliydi. Hasan Saydam dergi mekânını kullanımımıza açtı. Derginin grafikeri Cumhur Hatipoğlu aynı zamanda çok iyi bir çizerdi, kapak ve iç tasarımlarımızı yapmaya başladı, karikatürler, resimlerle eli yüzü düzgün, çok hoş bir derginin ortaya çıkmasını sağladı. Böylelikle 1987 yılının Ocak ayında kapağında burnu uzamış Geppetto usta ve Pinokyo’nun bulunduğu, hemen yanında da Yevtuşenko’nun “Gençlere Yalan Söylemek Yanlıştır” şiirinin yer aldığı Üçnokta Kültür Sanat Dergisi’nin ilk sayısı piyasaya çıktı. İlk sayımızın orta sayfalarında kuşe kâğıt kullanmış ve Cengiz Karlıova’nın fotoğraflarına yer vermiştik.

Cengiz Karlıova o yıllarda bildiğimiz, tanıdığımız, yakınında olduğumuz tek fotoğraf sanatçısıydı. Cağaloğlu’ndaki DiaTek adlı atölyesine (Sanırım ilk ya da ilklerden biri olan bir stok fotoğraf ajansıydı DiaTek) gitmek, onun verdiği küçük küçük işleri yapmak heyecan vericiydi.
87 yılı önemli olaylarla dolu. 12 Eylül’den sonraki ilk izinli 1 Mayıs kutlaması bunlardan sadece biri... Geçtiğimiz yıl bütün itirazlara rağmen yıkılan ve sözde üst katlara taşınarak tekrar yapılacağı söylenen Beyoğlu’ndaki Emek Sineması kiralanmıştı 1 Mayıs kutlaması için. Belli bir koltuk kapasitesi olduğundan herkes gidemiyordu. Müzisyen Bilgesu Erenus ve şair Müştak Erenus ile olan yakınlığımız sayesinde o etkinliğe tanık olabildim, fotoğraflarını çekebildim. Yalçın Küçük’ün yaptığı konuşmaya sinirlenen Can Yücel’in büyük bir atiklikle fırlayıp sahnede Küçük’ün yakasına yapışması olayı unutulur gibi değil benim için. Emek Sineması’nın anlamı bu nedenle daha da büyüktür bende.

Aynı yılın ekim ayında ani biçimde fotoğrafçı Mehtap Yücel ile evlenme kararı vererek, evden ayrılıp yeni bir hayata başlamak da hayatımdaki bir diğer önemli hadisedir.

Söz Gazetesi foto muhabirlerinin bir kısmı
Yılın sonlarına doğru yayın hazırlıklarına başlanan Söz Gazetesi’nde, onlarca deneyimli gazeteci ve fotoğrafçının bulunduğu kadronun içinde kendime yer bulup foto muhabirliğine ilk gerçek adımı atmak da yine son derece heyecan vericiydi. Kadir Can ve Ender Erkek gibi Cumhuriyet Gazetesi’nin 1980’lerdeki efsane fotoğrafçılarıyla ilk kez bu dönemde yan yana çalıştım. Ne var ki gazetenin ömrü çok kısa oldu. Benim 45 dakikalık rekorumu 45 günle kıramadı ama sonuçta bir hayal kırıklığına dönüştü.

Yeni evliydik, ikimiz de işsizdik. Seçme şansım yoktu ve kısa sürelerle tavuk sektöründen, inşaat sektörüne kadar çeşitli sektörel dergilerde grafiker yardımcısı olarak çalıştım. Son derece sıkıcıydı bu masa başı işler. Sinema sektöründe set fotoğrafçılığı işi bulunca hemen kabul ettim. Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Kantodan Tangoya” filminin setinde ilk set fotoğrafçılığı deneyimimi yaşadım. Ankara ve İstanbul’da geçen iki ay fotoğrafçılığıma çok şey kattı. En çok da sabretmeyi öğrendim sanırım.

Çekimlerin bitiminden hemen sonra yeni bir sete geçtim. Bu kez de sinemanın efsanelerinden Ömer Lütfi Akad’ın setindeydim: “Dört Mevsim İstanbul”. Akad’ın son dönemine tanıklık etmek genç biri için büyük ayrıcalıktı doğrusu.

Üniversiteyi askere gitmemek, en azından geciktirmek için uzatıyordum. Aklımda fikrimde İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Yeni Gündem Dergisi’nde çalışmak vardı. Yakın bir iki arkadaşım derginin yazı işleri kadrosundaydı ancak bana uygun bir iş alanı bir türlü açılmıyordu. Yeni Gündem’de çalışamamaktan kaynaklanan kıskançlık Sokak Dergisi ile son buldu.

1989 yılı geldiğinde Tuğrul Eryılmaz yönetiminde bir dergi hazırlığı başladığını duydum ve hemen başvurdum. Sokak Dergisi’nin, Nadire Mater, İpek Çalışlar, Yıldırım Türker, zaman zaman yazan Murathan Mungan ve daha birçok değerli gazeteciden oluşan ekibiyle çalışmak, okulda aldığım eğitimin sağlamasını yapmak anlamına geliyordu ve okulda duyduklarımın, öğrendiklerimin yarısını çöpe atıp burada her şeyi yeniden öğrendim. Özellikle gazetecilik etiği ve hak haberciliği konularında yepyeni bir ufuk açıldı önümde.

1989 baharında başlayan ve yurdun dört bir yanına yayılan büyük işçi hareketinin Zonguldak’taki muhteşem madenci yürüyüşünü görüntülemek son derece önemli bir başlangıçtı benim için. Her adımımda Özdemir Gürsoy hocamı saygıyla hatırlıyordum fotoğraf çekerken.

Sokak Dergisi’nde çalıştığım dönemde yaşadığım en sarsıcı olay ise 1989 1 Mayıs’ında Akif Dalcı’nın polis tarafından gözümüzün önünde başından vurularak öldürülmesi oldu. Taksim’e çıkmak isteyen işçiler ve öğrenciler, polis saldırıları sonucunda Tarlabaşı sokaklarına kaçıyor, çok geçmeden toparlanıp yeniden bulvar üzerine geliyorlardı. Saatlerce süren bu kovalamaca sonunda Şişhane’ye kadar uzaklaştırılan küçük bir grubun üzerine polis dört bir yandan ateş açtı. Grup Kasımpaşa yönüne doğru kaçarken ateş devam etti. Gazeteciler olarak biz yere yatmış kurşunlardan korunmaya çalışıyor bir yandan da ateş eden polisleri görüntülemeye gayret ediyorduk. Silah sesleri susunca hızla kalkıp grubun gittiği yöne koştuk. Yokuşun ortalarında bir gencin kanlar içinde yattığını gördük. Başında bir arkadaşı vardı, panik içinde ağlıyordu. Polisler de koşarak gelmeye başlayınca çocuk kaçtı. Sonradan adının Akif Dalcı olduğunu öğreneceğimiz 16 yaşında bir çocuk işçiydi başından vurulup ölen.

4 Mayıs’ta Zeytinburnu’nda büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Polis cenaze için gelenlere inanılmaz bir şiddetle saldırdı. O kadar çok yaralı vardı ki bir süre sonra bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da yaralıları hastaneye götürülmeleri için yoldan geçen arabalara taşımaya başladık. Bunun üzerine polisler gazetecilere yönelik gelmiş geçmiş en ağır saldırılarından birini gerçekleştirdiler. Hemen her gazeteci odunlarla, tahta joplarla dövüldü. Sedat Aral’ın kolunu kırdılar, Erzade Ertem’i döverek bindirdikleri ekip otosundan “öldü bu” deyip yola attılar. Musa Ağacık ve adını hatırlayamadığım daha pek çok gazeteci bu saldırıda yaralandı. Ben ise jopunu kaldırmış peşimden koşan polisten kaçarken Cumhuriyet Gazetesi fotoğrafçısı Ali Tevfik Berber tarafından görüntülendim. Polisten kurtulup Ali Tevfik’in yanından geçerken “Fotoğraf çekeceğine yardım etsene! Öldürüyorlar insanları!” diye bağırdım. Sakince “İşine bak!” dedi. Az öncesinde beni çektiği fotoğraf ile aylar sonra Gazeteciler Cemiyeti’nin 1989 yılı basın fotoğrafı ödülünü aldığını öğrendiğimde “iş ve insani refleks” arasındaki çizginin belirsizliği hakkında uzun uzun düşündüm ve hala da düşünmeye devam ediyorum.

4 Mayıs’ın ertesi günü çok sayıda basın çalışanı Cağaloğlu’ndan yürüyerek İstanbul Valiliği’nin önüne geldi. Sonraki yıllarda pek rastlanmayan cinsten büyük bir gösteriyle polis şiddeti protesto edildi.

Sokak Dergisi’nin bir yıl gibi kısa ömrü içinde çok önemli işlere, haberlere imza atıldı. Büyük sermayeye sırtını yaslamayan yayınların hep başına geldiği gibi Sokak Dergisi de hayatta kalmayı başaramadı, giderek kadro daraltıldı, farklı projeler konuşulmaya başlandı ve nihayet ekip dağıldı.
Ben de vakit kaybetmeden o dönemin parlayan yıldızı Güneş Gazetesi’ne geçtim. Garbis Özatay yönetiminde muhteşem bir fotoğraf servisi vardı gazetenin. Neredeyse ilk kez ciddi olarak istihbarat servisinden bağımsız gündem takip eden bir fotoğraf servisi oluşturulmuştu. Özatay’ın yardımcısı Altan Tunk, bir kez daha Kadir Can ve Ender Erkek ile Ali Öz ve benim kuşağımdan dönemin genç fotoğrafçıları Yusuf Uçak, Fethi İzan, Nurdan Sözgen, Kubilay Tüntül…

İlk manşet olan fotoğrafımı Güneş Gazetesi’nde çektim. Sultanahmet Adliyesi önünde kalaşnikofların kullanıldığı silahlı saldırının sonrasında kıyameti andıran görüntüleri -yüksek lisans sınavı için evde çalışırken sesleri duyup- olay yerine ulaşan ilk fotoğrafçı olarak çekmek durumunda kaldım.
Güneş Gazetesi’nde çalıştığım sırada Körfez Savaşı başlamak üzereydi. Irak, Kuveyt’i işgal etmişti. Irak’a karşı oluşturulan uluslararası koalisyon karşı saldırıya hazırlanıyordu. Ülkedeki bütün yabancılar Irak’ı terk etmeye başlamıştı. Bunların önemli bir kısmı Habur sınır kapısından geçerek Türkiye’ye geliyordu. Gazete, fotoğrafçılarını nöbetleşe Habur’a, sınıra göndermeye başladı. İkinci hafta nöbeti için Cizre’ye gidip, Kadıoğlu Oteli’ne yerleştim. Kürt İntifadası’nda da yerli yabancı gazetecilerin konakladığı tek oteldi Kadıoğlu. 15 kadar gazeteciydik. Oteldeki odamıza sınırlı zaman parçalarında gidiyor, zamanımızın çoğunu sınır kapısı civarında geçiriyorduk. Çünkü Amerika’nın Irak Büyükelçisi ülkeyi terk etmek üzere yola çıkmış sınıra doğru geliyordu. İki gece otomobillerin içinde hatta bazen karayoluna yatarak uyuduk ki Amerikalılar’ın araçları biz uyurken geçip gidemesin… Nihayet bir sabah çıkageldiler. CIA korumasında, tank benzeri jiplerle basıp geçtiler yanımızdan. Neyse ki yolda yatmıyorduk o sıra! Hemen araçlara binildi, peşlerine düşüldü. Yol boyunca Amerikan polisiye filmlerdeki sahnelerin benzerleri yaşandı. Konvoya yaklaşan basın araçlarına CIA jipleri yandan hafifçe çarparak yoldan çıkardı ya da aniden yan dönüp yolu kesti… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Diyarbakır’a varıldığında bir bölük asker dipçiklerle hepimizi perişan etti. Onca uğraşa rağmen elde, elçilik mensubu birkaç kişinin otobüsten inerlerken çekebildiğimiz iki kare fotoğrafı kalmıştı. Habur’a boynumuz bükük döndük.





Ertesi gün Pakistanlı ve Afgan işçilerin sınırdan geçişlerini fotoğrafladık. Dia pozitif film kullanıyordum. Sabah çektiğim filmleri aracılarla öğle saatinde havaalanına, uçağa yetiştirmek zorundaydım. Akşama kadar çekimlere devam ettim. Ertesi sabah da erkenden otelden ayrılıp öğle uçağı için Diyarbakır’a döndüm. Sabah uçağı ile benim yerime Kadir Can gelmişti. Karşılaşmadan birkaç saat arayla nöbet değişimi yapmıştık. Ankara aktarmalı uçağa bindim. Ankara havaalanında adımın anons edildiğini duyunca doğrusu çok şaşırdım. Telefon vardı İstanbul’dan. Hattın diğer ucundaki editörümüz Altan Tunk, bir fotoğraf teyidi istiyordu. “Sınırdan geçen koltuk değnekli bir adamın fotoğrafını çektin mi?” diye sordu. “Evet” dedim, “tek bacağı yok. Arkasında uzakta kalabalık bir kitle var”. “İlginç” dedi, “Kadir ile de konuştum o da kendisinin çektiğini söylüyor.” “Hayır abi” dedim ve daha detaylı tarif etmeye başladım fotoğrafı. “Tamam, anladım” dedi Altan ve fotoğrafın imzamla manşetten girdiğini gazeteye gittiğimde akşam baskısında gördüm. Benim çektiğim fotoğraf değildi fakat! Şimdi net hatırlamıyorum ama benim çektiğim fotoğrafta koltuk değnekli adamın sol bacağı yoktu. Basılan fotoğraftakinin ise sağ bacağı! Kıyafetleri bile neredeyse aynıydı. Kadir abinin fotoğrafına imzamı attırmıştım ve bu nedenle muhtemelen işten kovulacaktım. Sabahın nasıl olduğunu bir ben bilirim. Gazeteye gittiğimde hemen telefonu dayadılar kulağıma. Oysa gerek yoktu çünkü Kadir Can’ın bağırışlarını alt kattan bile duymak mümkündü. Neler işittiğimi söylemeyeceğim. Ne kadar özür dileyip anlatmaya çalışsam da nafile gibi görünüyordu ve zaten bir süre sonra yüzeme kapattı telefonu. Beş dakika sonra haber müdürü Esen Ünür’ün odasına çağırıldım. Aylardır neredeyse ilk diyaloğumuzdu: “Bu durum hakkında beni ikna etmelisin önce, sonra da Kadir ile ne yaparsınız bilmiyorum.” dedi. “Beni ikna edemezsen istifa edebilirsin en azından” diye de ekledi. Dizlerimin bağı çözüldü. Hemen fotoğraf laboratuvarına koştum. Arşiv için hazırlanan fotoğraflarımı aldım, başıma iş açan kareyi buldum ve tek kanıtımı iki avucumun arasında özenle taşıyarak Altan Tunk’a teslim ettim. Esen Ünür ile yeniden konuşma cesareti bulamamıştım. Fotoğraflar karşılaştırıldı, benzerlik şaşkınlıkla karşılandı ve sorun çözüldü. Kadir abi ise, fotoğrafı günler sonra görebildi. O geçen zaman içinde her telefonda beni perişan etmeye devam etti. Ancak döndüğünde çözebildik aramızdaki sorunu.

Güneş Gazetesi’nin akıbeti de Asil Nadir’in iflasıyla belirlendi. Yoğun işten çıkarmalar, sendikanın akıl, siyaset ve etik dışı tutumları, iç sürtüşmeler giderek büyüdü. Son noktaya çok yaklaşılmıştı ki daha fazla beklemeyip istifa etmenin doğru olacağını düşünenler olarak ayrıldık. 1992 yılında gazetenin kapısına kilit vuruldu. Bir grup çalışan kurdukları çadırda günlerce süren eylemler yaptı. İçlerinden biri çadırda kalbine yenik düştü.

Fethi İzan ve Nurdan Sözgen ile 1991-92 yıllarında (Güneş Gazetesi döneminde başlayıp daha sonra da devam edecek biçimde) emek ve emekçi eksenli çeşitli dia gösterileri hazırlayıp işçi sendikalarında sunumlar yapmaya başlamıştık.

1989’da yükselişe geçen muhalif halk hareketleri karşısında devlet, özellikle 1992’de tüm kontrgerilla taktiklerini de devreye sokarak saldırıya geçmişti. Ülkenin en karanlık yıllarından biri olarak hatırlıyorum 92’yi. Şubat ayında Mardin’de yaşları 10 ile 20 arasında değişen 6 köylünün öldürülmesiyle başlayan süreçte olaylar, 21 Mart’ta Cizre ve Şırnak’ta 57 sivilin katledilmesiyle tırmandı. Aynı olaylarda Sabah Gazetesi’nin foto muhabiri İzzet Kezer de polis panzerinden açılan ateşle başından vurularak öldürüldü. Yıl içinde Musa Anter dahil olmak üzere birçok Kürt aydını ve gazetecisi faili meçhul cinayetlere kurban edildi. 1992’deki iki ayrı iş cinayetinde (Kozlu Madeni’ninde grizu patlaması ve Çorlu’da bir fabrikada gerçekleşen patlama) 156 işçi hayatını kaybetti.

Bu büyük kâbus devam ederken Emin Tanrıyar yönetimindeki Tempo Dergisi’nde çalışmaya başladım. Mutsuz bir çalışma dönemiydi. Hürriyet Gazetesi ve dergileri, yıllar önce bisikletimi aldığımız köyün yakınlarına, Güneşli’deki bir “plaza”ya (Hürriyet Medya Tower) taşınmıştı. İşe başladığım gün tuvalete gidip ağladığımı hatırlıyorum. Cağaloğlu gazeteciliğinin bittiği yerdi orası. O günlere ilişkin aklımda en çok kalan şey Savaş Ay ile birlikte yaptığımız işler. Zaman zaman eğlenceli olmakla beraber basın etiği bakımından onaylamadığım bir gazetecilik tarzının içine çekildim fakat kendi açımdan doğru zamanda durmayı becerdim. Tempo’nun o günlerdeki içeriğine bakarsanız memlekette yaşananların izlerini zor görebilirsiniz. Adeta bugünün penguenci medyasının habercisi gibiydi dergi.

Biraz da arınmak için, 1989-92 yılları arasında çektiğim fotoğraflardan oluşan uzun bir dia gösterisi hazırladım: Bir Jurnalcinin Anıları. Karikatürist Bahadır Baruter’in çizimleriyle zenginleşen gösteride basın dünyasında oradan oraya savrulan bir fotoğrafçının gündemi takip edişi trajikomik bir dille anlatılıyordu. Çeşitli organizasyonlarda, pek çok kurumda defalarca sunma olanağı buldum bu gösteriyi.

Diğer yandan hayatımdaki en inanılmaz sürprizlerden birinin kaynağı da Tempo oldu, diyebilirim. Ekip olarak cümbür cemaat işten atılmadan hemen önce Beyoğlu’ndaki Hayal Kahvesi’ndeki bir konserde çektiğim fotoğraflar sayesinde başka türlü asla yaşanamayacak bir maceranın kapıları açıldı. Dergiden atılmıştım, bir kez daha işsiz ve beş parasızdım. Bir gün ev telefonu çaldı. Hayal Kahvesi’nden Fehmi Yaşar ve Umay Umay arıyordu. Tempo’da yayınlanan fotoğraflarımı çok beğenmişler ve bir sohbet sırasında bir film ekibinin fotoğrafçı aradığını duyunca hemen benim adımı vermişler. Şimdi de ekiple beni buluşturmak istiyorlardı. Buluştuk, birbirimizi çok sevdik ve 100 gün süren anlatılması olanaksız bir Orta Asya yolculuğuna çıktık.


Dört kişilik bir ekiple başladığımız “Yeniden Yeşeren Otlaklar” adlı belgesel filmin çekimi için ilk olarak Kazakistan’a gittik. Türkiye’nin ilk özel kanallarından Kanal 6’nın, ilk özel Kazak televizyonu Tan TV ile yaptığı anlaşma sayesinde kadroyu genişlettik. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden yeni Kazak Devleti’nin tüm resmi ulaşım araçları kullanımımıza açılmıştı. Tek adam pozisyonundaki Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayef’in elinden aldığımız Kazak kimliklerimiz vardı cebimizde. Program dahilinde önce Kazakistan’ın en ücra noktalarına kadar gittik. İki Canon fotoğraf makinesi vardı yanımda. 200 makaraya yakın da renkli negatif ve dia pozitif. Tarihin en önemli arkeolojik keşiflerinden Altın Adam’ı görmek, Altay Dağları’nın uzantılarında helikopterle uzun yolculuklar yapmak, yüzlerce vahşi atın bulunduğu sürelerin arasından geçmek, Baykonur Uzay Üssü’nü gezip, kozmonot Yuri Gagarin’in odasında votka içmek, Karagandı’daki devasa çelik tesislerinde dolaşmak ve elbette çağımızın en büyük çevre felaketlerinden sayılan Aral Gölü’nün tükenişine tanıklık etmek… Semey kenti yakınlarında yeraltında yapılan nükleer denemelerin sonucu olarak kent sakinlerinin korkunç genetik bozulmaya uğramalarının trajedisine tanıklık etmek…

Birinci ayın bitimine yakın birer gün arayla iki fotoğraf makinemin de bozulmasıyla büyük şok yaşadık. İmdadıma Zenith yetişti! Bozulan makineleri Moskova Film Merkezi’ne yollayıp, hemen iki Zenith satın aldım. Sonraki 20 günü bu makineleri kullanarak geçirdim. Sanırım Kırgızistan’ın tamamını Zenith’ler ile çektim. Issık Göl kıyılarında, Cengiz Aytmatov’un hikâyelerini hatırlarken, Bişkek sokaklarında şarkılar söyleyen gençleri dinlerken omuzumda ve boynumda bu iki Zenith vardı. Tienşan Dağları’nın eteklerindeki balbalları da yine onlarla fotoğrafladım.

Kazakistan’ın o günlerdeki başkenti Almaata’ya döndüğümüzde Canon’lar geri gelmişti, tıkır tıkır çalışıyorlardı. Objektif setimin konforuna kavuştuğum için mutluydum. Bir süre daha Çin sınırı yakınlarında dolaşıp, otantik köy düğünlerine katıldık. Stepler boyunca amortisörsüz Rus yapımı otobüslerle gün boyu süren yolculuklar yaptık. Güneye doğru inip Özbekistan’a geçtik. Hâlâ, “neden her fırsatta Özbekistan’a gitmiyoruz ki?” diye sorarım kendime. Tarihin bu kadar eski sayfalarında kalmış Semerkant, Buhara, Hiva gibi şehirlerin, kasabaların olduğu başka bir ülke var mı bilmiyorum. Asya İslamiyeti’nin o vakte kadar bilmediğim görkemli yüzüyle tanışmak sarsıcıydı. Son duraktan bir öncesi Türkmenistan oldu. Alımlı, zarif Ahal Teke’leri görünce (Türkmen atı) hipodromdaki günlerimi hatırlamadan edemedim. Gökbörü (Kökbörü, Buzkaşi), Kız börü (Kız Koğu), Beyge gibi at üstünde oynanan çok sayıda otantik Türkmen ve Orta Asya sporunu izleme olanağı buldum.

Son Rus Çarı II. Nikolay’ın da kullandığı söylenen fayton ile Ahal Teke’lerin yetiştirildiği harayı dolaşırken geçirdiğimiz büyük kaza hepimizi çok korkuttu, çok üzdü. Dört atlı fayton ile yokuştan aşağıya hızla inerken, atları birbirine ve arabaya bağlayan, “ok” ya da “çek çek” denilen ahşap direk kırıldı, kırılan parça atlardan birinin böğrüne saplandı. Can havliyle koşmaya başlayan hayvanları durdurmak mümkün olmadı. Devrileceğimizi düşünerek büyük panik yaşadıysak da dakikalar sonra faytoncunun deneyimli olması sayesinde küçük hasarlarla atlattık kazayı fakat atlardan ikisi bizim kadar şanslı olamadı.

Moral bozukluğuyla Alma Ata’ya geri döndük. Yanımda getirdiğim tüm filmler bitmiş, hatta Aşkabat’ta bulabildiğim beş Agfa’yı dahi tüketmiştim. Sağdan solda siyah-beyaz film bulup son iki günü onlarla geçirdim.

Dönüş günü çok hüzünlüydü. Kazak arkadaşlarımızla oldukça derin bağlar oluşmuştu bu 100 günde. Havaalanında ayrılmakta zorlandık. Ancak uçuş vakti gelince mecburen gümrük kontrolüne geçtik. Tam “artık gidiyoruz” diye düşünürken, havaalanı polisi uçuşun iptal edildiğini söyledi. Tüm itirazlarımız sonuçsuz kaldı çünkü Nazarbayef, yapacağı yurt dışı gezisine daha fazla Kazak iş insanı götürmek isteyince bineceğimiz uçak ona tahsis edilmişti. Dönememenin hayal kırıklığıyla, burada dört gün daha geçirecek olmanın sevinci birbirine karıştı. Tan TV’ye döndüğümüzde büyük bir şaşkınlık ve coşkuyla karşılandık. Onca yorgunluğun üzerine dört gün Alma Ata tatili, ekipteki herkese değilse de bana çok çok iyi geldi.

Nihayet İstanbul’a dönünce fotoğraflar banyo edildi, arşivlendi. Bir yandan da çekilen videoların kurgusuna başlamıştık ki birkaç hafta sonra yapım şirketi iflas etti. İşe geldiğimizde kapı kilitliydi, her şeyimiz içeride kalmıştı. Yüzlerce saatlik video kayıtları, röportajlar ve tabii ki fotoğraflar! Arşivleme sırasında kendime ayırdığım yaklaşık yüz kare fotoğraf dışında elde kalan hiçbir şey yoktu. İcra davaları yüzünden bir daha hiçbirine ulaşamadık. Nasıl bir yıkım yaşadığımızı anlatamam? Olağanüstü bir yolculuğun ürünleri, olağan bir ticari başarısızlık nedeniyle kaybolup gitti.

İçine düştüğüm umutsuzluktan çıkmamı sağlayan yeni bir işe girdim. İnterpress Yayınları, Avni Özgürel yönetiminde Panorama Haber Dergisi ve hemen ardından da Turkuaz Kültür ve Coğrafya Dergisi’ni çıkarma kararı almıştı. İki derginin fotoğraf editörü olarak çalışmaya başladım. Fotoğraf kadrosunu kurma şansım da vardı. Yakınımdaki başarılı fotoğrafçılar Kadir Aktay, Kubilay Tüntül, Mehtap Yücel ve Nurdan Sözgen böylelikle ekibe katıldı. Hemen ardından Deniz Doğan dahil oldu. Sokak Dergisi’nden sonra meslekteki en keyifli dönemim böylelikle başlamıştı diyebilirim. Çok iyi bir muhabir kadrosuyla çalışıyorduk. Ezber bozan işlere imza atılıyordu.

1993 yılı, bir önceki yıl başlayan büyük kâbusun doruğa çıktığı yıl oldu. Uğur Mumcu’ya düzenlenen ve büyük infial yaratan suikast ile başladı her şey. Ardından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, ANAP İstanbul Milletvekili Adnan Kahveci ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın peş peşe şüpheli ölümleri gerçekleşti. Jandarma Tugay Komutanı Bahtiyar Aydın’ın bir çatışmada öldüğü açıklandı. 18 Mart’ta ateşkes ilan etmiş olan PKK, Bingöl-Elazığ arasında 33 askeri kurşuna dizdi ve bu saldırıdan 15 gün sonra ateşkes sona erdirildi. Aynı aylarda birçok köyde çok sayıda Kürt köylüsü katledildi. PKK bu cinayetleri devletin işlediğini, devlet ise cinayetlerin arkasında PKK’nin olduğunu iddia etti. Sivas’ta Pir Sultan Etkinlikleri’ne katılanların kaldığı Madımak Oteli binlerce kişinin katıldığı saldırıda yakıldı, 33 kişi hayatını kaybetti. Başbakan Tansu Çiller, “Terör ya bitecek, ya bitecek!” açıklamasını yaptıktan ve “Terörün dıştaki ve içteki kaynaklarını kurutacağız.” dedikten üç gün sonra 4 Kasım 1993 günü “Güneydoğu’daki gerçekler Türk milletinden gizleniyor” diyen JİTEM’in kilit ismi, istihbaratçı Cem Ersever öldürüldü.

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın fotoğraflarını işte böyle bir dönemde çektim. Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde Öcalan’ın evinde çektiğim fotoğraflar günlük gazetelerin birinci sayfalarına yansıdı. Bizim yayın içeriğimizden farklı fotoğraf altlarıyla elbette… Panorama Dergisi’nde iki sayılık bir dizi halinde yayınlanması planlanan ilk röportaj dergiye basılınca yayın yönetmenimiz Özgürel, dönemin Genelkurmay’ında epey bir ter dökmek durumunda kaldı. Kendi ifadesine göre Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, masaya vurarak dergiyi parçalarken “biz bu adamın insan olmadığını göstermeye çalışırken siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” diye bağırmıştı. Çektiğim fotoğraflarda Öcalan yemek yiyor, TV izliyor, mutfakta elma yıkıyor ve yatak odasında yatağına uzanmış dergi okuyordu.

Lübnan dönüşünde Ankara’ya inip üzerimdeki toz toprak ile Necmettin Erbakan ve ailesinin evinde fotoğraflarını çekmem de bir başka hikâye… Kapıda beni karşılayan Erbakan’ın ilk sözleri şu olmuştu: “Sizi de Lübnan’dan buralara getirip yorduk. Zahmet ettiniz.” Erbakan ailesini tam tekmil çeken ilk fotoğrafçıydım.

Aralık 2014’te Galata Fotoğrafhanesi Yayınları’ndan piyasaya çıkan Fotoğraf Notları Fotoröportaj Kitabı’nda da yayınladığımız “Oturak Alemi” serisi de yine o yıllarda çekilmiş, ilk olarak Panorama Dergisi’nde yayınlanmıştı. Yıl boyunca uzun yolculuklar yapıp irili ufaklı birçok foto-röportaj gerçekleştirdim Panorama ve Turkuaz dergileri için.


Hakkâri’ye yaptığım ilk yolculuk da bu dönemdeydi. TSK ile PKK arasındaki ateşkesin devam ettiği günlerde dergi için Okşan Özferendeci ile önce Van’a, oradan da Hakkari’ye gitmeye karar verdik. Yolculuğa çıkmadan önce taraflardan birine gayri resmi, diğerine de resmi bilgilendirmede bulunduk. Hakkâri Valiliği ve Tugay Komutanlığı bölgeye geleceğimizi biliyordu. Yolculuktan birkaç gün önce sınır ötesi büyük bir operasyon başladı bölgede. Bizimle görüşme sözü veren tugay komutanına artık ulaşılamıyordu. Yine de, neler yaşayabileceğimizi tam bilememenin huzursuzluğuyla yola çıktık.
Bizi Van’dan Hakkâri’ye götüren midibüs Zap Suyu kıyısından yukarıya, şehre doğru döne döne yükselirken tam şehir girişinde telgraf tellerine kanatlarından gerilerek asılmış akbabayı görünce tam anlamıyla dehşete kapıldık. Bunun, Özel Tim’in korku salma yöntemlerinden en masumu olduğunu sonradan öğrendik. “Olağanüstü hal” uygulaması nedeniyle olağanüstü yetkilerle donatılan ve denetimden tamamen uzak tutulan grupların kendi özel kanunlarını uyguladıkları bir alan haline getirilmişti oralar.

Şehre varınca ilk iş olarak, o yıllarda Hakkâri’de bulunan tek otele yerleştik. Vakit kaybetmeden bağlantımızın olduğu kişileri ziyarete başladık. Öncelikle şehri tanımak için yürüyüşler yaptık. Akşama doğru başlayan sokağa çıkma yasağına kadar dolaşıp, görüşmeler, röportajlar yapıyor, yanlış hatırlamıyorsam saat 17:00 gibi başlayan sokağa çıkma saatinden önce otele dönüyorduk. O saate yakın bomboş, ölü bir şehre dönüşüyordu Hakkâri.

Sabah erkenden yola çıkıp, defalarca askeri kontrol noktalarından geçerek, ilçelere gittik. Korucu Pinyaniş Aşireti ile röportajlar yaptık. Kar altındaki köylerde gelin alaylarını fotoğrafladık. İngiltere’de Oxford’dan mezun olup, köyüne geri dönmüş genç kızlarla tanıştık. Yüksekova’dan sonra Şemdinli’de bir askeri birliğe uğradık. Dağ köylerine çıkmak istiyorduk ve askerlerin o çevrede bulunduğumuzu bilmesi gerekiyordu. Nizamiyede bir yetkili ile görüşmek için beklerken tezkereye birkaç hafta kalmışken askerliğin üç ay uzatıldığı haberini alıp derin bir depresyona giren askerlerin felçli gibi kaskatı kalmış hallerini görmek ikimizi de derinden sarstı.

Görüştüğümüz subaylar, gitmeyi düşündüğümüz dağların kendi kontrollerinde olmadığını, dolayısı ile güvenliğimiz konusunda bir şey yapamayacaklarını söylediler. Biz de güvenlik istemediğimizi, sadece bilgilerinin olmasının yeterli olacağını söyleyip yola koyulduk. Oldukça uzun bir yolculuktan sonra kartal yuvası gibi bir tepeye kurulu köye vardık. Nasıl misafir edildiğimizi anlatamam. Hayatımda yediğim en ilginç yemekleri yedim: Örneğin kuru kayısı üzerine kırılmış yumurtanın tadı unutulmazdı.

Sorunsuz biçimde röportajı tamamlayıp, fotoğraflar çektikten sonra ertesi gün de epey zamandır yoğun çatışmalar nedeniyle gazetecilerin gidemediği Çukurca’ya gitmek üzere Hakkâri’ye döndük.
Her akşamüzeri aynı telaşı yaşıyorduk: Sokağa çıkma yasağından önce otele varmalıydık. Zap Suyu’nun kıyısındaki virajlı yollardan adeta uçarak gitmek zorundaydık.

Çukurca’ya gidecek olmak bizi çok heyecanlandırıyordu. Bizi götürecek şoförü ikna etmek hiç kolay olmadı. “Allah’a emanet gideceğiz, biliyorsunuz değil mi?” demişti. Her ne şekildeyse işte, gittik, Çukurca’ya vardık. Şoför Çukurca girişinde bizi bıraktı, “Beni buralarda bulun dönüşte” dedi. Tek ana caddesi üzerinde yürümeye başladık. Neredeyse ilçedeki tüm binalar çatışmalar sırasında delik deşik olmuştu. Özellikle eski Ermeni Mahallesi’ne gitmeyi çok istiyorduk. Birkaç yüz metre sonra mahalleye vardık. Büyük kısmı terkedilmiş ve yıkık durumdaki evlerin arasında dolaşıp fotoğraf çektik. Herkes bize büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu. Hiç bozuntuya vermeden bir süre daha çekime devam edip başka sokaklara saptık. Tekrar ana caddeye çıktığımızda kapkara ve iri yarı iki adam yanımıza geldi. Emniyet müdürünün bizi görmek istediğini söylediler. İşimiz olduğunu, bir ara uğrayabileceğimizi, söylediğimizde yüzlerinde oluşan şaşkın ifade görülmeye değerdi doğrusu. Kısa bir suskunluktan sonra, “Şimdi!” dediler, “bu taraftan!” Usturuplu bir alıkoyma durumu ile karşı karşıya olduğumuzu o zaman anladık.


Müdür odasında, ayakta karşıladı bizi. “Herkes kaçıp kurtulmak isterken, sizin ne işiniz var buralarda?” diye sordu hal hatır öncesi. Oturduk, anlattık. Bir coğrafya dergisinde çalıştığımızı, Hakkâri ve çevresinin doğa ve kültürünü anlatan bir röportaj hazırladığımızı söyledik. “A bakın ben de doğayı çok severim” dedi keyifle. “Fırsat buldukça, hanımla çocukları alıp dağlara, ormanlara gideriz” dedi, “Türkiye’nin hemen her yerinde ormanlarda, mağaralarda adım yazılıdır benim.” Meğer çakısıyla ağaçları, taşları oyup adını yazıyormuş gerçekten. Müdürün doğa sevgisine hayran olduk elbette(!) Çaylarımız bitince müsaade istedik. “Aaa, olur mu hiç öyle hemen gitmek.” dedi. “Taa İstanbul’dan gelmişsiniz, iki çift muhabbet edelim”. Fakat işimiz gücümüz var, demeye çalıştıysak da hiç açıkça söylemeden orada oturmaya mecbur olduğumuzu anlamamızı sağladı. Saatlerce alıkonduk. Çay içmekten helak olduk diyebilirim. Ve işte yine sokağa çıkma yasağı saati yaklaşıyordu. “Eh…” dedi bu kez de, “Ben sizi daha fazla tutmayayım, yolunuz uzun, ancak varırsınız Hakkâri’ye.” Gerçekten de ancak otomobile binip geri dönecek kadar az bir zaman kalmıştı. Canımız sıkkın, biraz öfkeli çıktık yanından, aracımıza binip aç bil aç şehre vardık. Beş on dakika vardı yasağın başlamasına. Otelde yiyecek bir şey olmadığını da biliyorduk. Açık tek bir dükkân kalmamıştı. Çaresizce alacakaranlıkta otele doğru yürümeye başladık. Nereden çıktıklarını anlayamadığımız bir düzine silahlı adam bir anda üstümüze çullandı. İte kaka yere yatırıldık, bağıra çağıra kim olduğumuz soruluyor, kimliklerimiz alınmaya çalışılıyordu. İtirazlarımız da elbette işe yaramıyordu. “Valilik …”, diyorduk, “tugay komutanı…” diyorduk yattığımız yerden. Elebaşları olan karanlık adam “burada devlet biziz, bizim haberimiz yok sizden” diyordu itirazlarımıza karşılık. O vakitlerin paralel devleti de onlardı, Özel Tim-Jitem yani. Yaka paça sürüklenerek götürülmüş olsak da otele girince biraz olsun rahatladık. Çünkü sokakta kimse bizim alındığımızı görmemişti. Bizim üzerimizden bir dünya kirli iş çevirebilirlerdi. Okka altına gitme ihtimali vardı açıkçası. Dediğim gibi otele girince biraz rahatladık. Ancak bu kez de sonu belirsiz bir bekleyiş başladı. Bir vakit sonra bize sorular soran karanlık adam yanında küçük bir çocukla geri geldi. Otelin asansörüne bindirdi çocuğu. Meğer bizim otelin şöhreti, sadece Hakkâri’nin tek oteli olmasından kaynaklanmıyormuş, aynı zamanda da asansörlü tek binaymış. Tim komutanı karanlık adam, hazır otele gelmişken, asansöre binsin diye gidip evden çocuğunu alıp getirmiş. Bunu öğrendiğimizde ne düşüneceğimizi bilemedik doğrusu. Gecenin sonunda kimliklerimiz geri verildi ve bir an önce şehirden ayrılmamız “emredildi”. Gitmedik, iki gün daha kaldık. Meğer bu sırada da yan odamıza yerleşmiş ve bizi dinlemişler. Otel çalışanlarından giderayak aldığımız son bilgi de bu olmuştu.

Tüm korkulara, tedirginliklere rağmen Hakkâri’ye aşık olmuştum bu yolculukta. Yıllar sonra hazırladığım “Hakkâri… Sevgilim…” gösterisinin temelleri bu yolculukta atıldı. Sonrasındaki gidişlerimde de belirginleşti, tamamlandı.

Turkuaz Dergisi için birbirinden farklı coğrafyalarda çalışmalar yapmanın yanı sıra zaman zaman eski röportajlarımı da dergiye öneriyordum. Daha önce Tempo Dergisi için sinemacı Ahmet Haluk Ünal ile birlikte yaptığımız Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkiztaş olarak anılan Yörük köylerindeki yaşamı anlatan foto-röportajı bu kez kapaktan Turkuaz Dergisi’nde yayınlama kararı verişimiz son derece üzücü bir olaya sebep oldu. Bu olaydan sonra fotoğrafın gerçekten tehlikeli bir araç olduğuna inadım ve birçok fotoğrafçının tersine bu tehlikeye sık sık işaret etme ihtiyacı duydum.

Tempo’da yayınlanan fotoğrafları yeniden elden geçirip bahar sayısına uygun bir seçki oluşturmuş, bunlardan birini Turkuaz’ın kapağına taşımıştık. 13-14 yaşlarında bir kız çocuğunun portresiydi kapağa seçilen. En küçüğünden, en yaşlısına kadar köydeki tüm kadınlar bereketli bir güne vesile olması için sabah uyanır uyanmaz yazmalarının kıyısına çiçek takıyordu. Seçilen kız çocuğunun da başörtüsünün kıyısında sarı çiçekler vardı. Dergi basıldı, dağıtıldı. Birkaç hafta sonra köyden üzücü bir haber aldık. Küçük kız, babası tarafından bu fotoğraf nedeniyle dövülmüş. Kahroldum! Fotoğrafların tamamı, üç gün kaldığımız köyde herkesin gözü önünde, bilgisi dahilinde çekilmiş, üstelik daha önce haftalık Tempo Dergisi’nde yayınlanmıştı. Her şey fotoğrafçılık, gazetecilik etiğine uygundu güya. Ancak öngöremediğimiz nokta “kapak” fotoğrafının farklı algılanabileceğiydi. Derginin iç sayfalarında yayınlanan fotoğraflar sorun yaratmazken evlenme yaşına yaklaşan bir kız çocuğunun kapakta yer alması köydeki insanların kültürlerinde hoş karşılanmıyordu. Düşünmemiz gereken ince bir noktayı ihmal edip düşüncesizce davranmıştık. Fotoğrafı çektiğim ve kullanıma ben soktuğum için, küçük kızın maruz kaldığı şiddetin tüm sorumluluğu benim üstümdeydi. O günden sonra fotoğraflarını çektiğim insanlara karşı çok daha fazla özenli davrandım ama neye yarar?

Madımak Otel-Sivas (Fotoğraf: Mehtap Yücel)
1993 yılı, büyük bir trajediye hem çok uzaktan hem de çok yakından tanıklık ettiğim bir yıl oldu. Panorama ve Turkuaz dergilerinin fotoğrafçılarından Mehtap Yücel, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ni izlemek üzere Sivas’a gitmişti. Madımak Oteli’nde kalıyordu. Olaylardan akşamüzeri haberdar olduk. Çok kalabalık bir yobaz grubu akla ve vicdana sığmayan gerekçelerle otelin önünde toplanmış, içeri girmeye çalışıyordu. Telefonla iki kez görüşme şansı yakaladım Mehtap ile. Kapılara barikatlar kurduklarını fakat durumun kötü olduğunu söylüyordu. Dergi yönetimindekiler, dönemin başbakanı Erdal İnönü ile bağlantıya geçti. Ankara’dan, sakin olmamız gerektiği, olayların devlet tarafından kontrol altına alındığı, en kısa zamanda sonlanacağı bilgisi gelince biraz olsun sakinleştik. Bir süre sonra Mehtap ile yeniden konuştum, panik içindeydi. Ankara’dan gelen bilgiyi aktardım sakinleştirmek için. “Ne kontrolü Yücel!” diye bağırdı, “İçeri girdiler! Otel yanıyor!” Bir takım gürültüler bana kadar ulaşıyordu ve o sırada hat kesildi. Uzun saatler haber alamadık. Zaman geçtikçe kötü haberler kulağımıza gelmeye başlamıştı. Giderek umutsuzluğa düşüyordum. Çaresizce bir kenara çömelmiş yaşadığım acıyla baş etmeye çalışıyordum. Sabaha doğru Ankara’dan özel bir ilişki sayesinde hayatını kaybedenlerin kesin listesi elimize ulaştı. Nasıl anlatmalı o anları? Mehtap’ın hayatta olduğunu öğrenmenin tarifsiz sevinci ile 30 kişilik listenin üzüntüsü, öfkesi, yıkıcılığı aynı kapta durmuyordu. Delirmiş gibiydim. Sakinleşmem, kendime gelmem ancak Mehtap İstanbul’a döndükten sonra mümkün olabildi. Madımak Oteli’nin içindeki son anları gösteren o çok iyi bildiğimiz fotoğrafların hemen hepsi Mehtap Yücel’in fotoğraf makinesinden çıktı.

1994’te, basın fotoğrafçıları Çağrı Kılıççı, Deniz Doğan, Kadir Aktay, Kubilay Tüntül, Kutup Dalgakıran, Mehtap Yücel, Muammer Yanmaz, Mustafa Çetinkaya, Nurdan Sözgen ile bir araya gelerek bir fotoğraf kolektifi kurduk. ONYX adını verdiğimiz kolektifin ilk aşamasında bir dizi slayt gösterisi hazırladık, çeşitli organizasyonlarda bunların sunumunu yaptık. (İlk hazırladığımız karma gösteri “Umut Bey! Umut Bey! Durun Bir Dakika!” adını taşıyordu.)

Bu gösterinin tamamlanmasının hemen ardından Orta Asya yolculuğu sırasında çektiğim ve bir kenara ayırdığım için kurtarabildiğim birkaç yüz fotoğrafın arasından seçilmiş fotoğraftan oluşan “Orta Boy Bir Orta Asya Yolculuğu” gösterisini hazırladım. Bu çalışmam da birçok organizasyon aracılığı ile izleyicilere sunuldu.

ONYX’e dönecek olursak… Arşivlerimizdeki fotoğrafları derleyip toparlayıp portfolyolar ve gösteriler hazırlarken bir yandan da dönemin etkili gazetecileri ve yabancı basın mensupları ile görüşüp fotoğraflarımızı uluslararası basın piyasasına tanıtmanın yollarını aramaya başladık. O yıllarda Türkiye’de çekilen fotoğraflarla yurtdışına açılmak neredeyse imkânsız gibi görünüyordu. Tersini yapabilenlerin (Coşkun Aral, Savaş Ay ve sonraları Sedat Aral gibi…) sayısı bir elin parmaklarını aşmayacak sayıdaydı.

Etkinliklerde sunumlar ve kendi aramızda toplantılar yapmaya devam ediyorduk etmesine fakat moralimiz hızla bozuluyordu. Panorama ve Turkuaz dergileri kapanmış, hepimiz işsiz kalmıştık. Artık dağılma noktasına yaklaşırken güzel bir iş teklifi aldım. Akşam adında yeni bir gazete yayınlanmaya başlanacaktı ve sağlam bir kadro kurmam için bana fotoğraf editörlüğü teklif ediliyordu. Gazetenin yöneticileriyle görüştüm, şartları karşılıklı kabul edince hemen, filmlerdeki gibi arkadaşlarımı arayıp “Ekibi yeniden kuruyoruz.” dedim. Keyfimiz yerine gelmişti. Fakat bu keyifli halimiz sadece bir hafta sürdü! Yedi-sekiz gün sonra, yüksek lisans eğitimini bitirmediğim için artık daha fazla askerden kaçamayacağımı, bir an önce “teslim” olmam gerektiğini bildiren bir haber aldım. Bu kez otorite kazandı, gidip uzun saçlarımı kestirdim.

Akşam Gazetesi’ndeki editörlük ve ekip kurma işini ortada bırakma şansım yoktu. Arkadaşlarıma “Benim yerime hanginiz editörlük yapmak ister?” diye sordum. Biri bile istemedi! Masa başına bağlanmak istemiyorlardı. Bu duruma epey güldüğümüzü hatırlıyorum. Ankara’da yaşayan fotoğrafçı arkadaşımız Alper Fidaner’e önerdik editörlüğü. Neyse ki bizi kırmayıp işi kabul etti. Ben de biraz olsun rahatladım. Askere giderken ne kadar rahatlanırsa…

Uzun dönem yani yedek subay olarak ve üstelik de komando olarak beni kaydetmeye çalışan subay ile her riski göze alıp epey tersleştim. Babamın da asker oluşunu dillendirmesi, sesine de emir tonu verip konuşması elbette bir şey değiştirmedi. 8-9 ayda ölmez de sağ çıkarsam, geçer gider diye düşünüyordum. Kısa dönemde ısrar ettim, üniversite sınavında yaptığım gibi soruların çoğunu cevapsız bırakıp çıktım sınavdan. Biraz cesaretim olsa vicdani reddimi açıklamayı çok isterdim ancak bunu göze alamadım açıkçası. Kolay yolu seçtim: Yap, bitir ve unut! Ama unutulmuyormuş meğer. Unutmadığım kısım “Ardahanlı bir çavuş vardı.” naifliğindeki kısım değil elbette.


Askerliğimin önemli bir bölümünü, Kırklareli-Vize’de, askeri lojmanlar arasındaki büyükçe fotoğraf stüdyosunda vesikalık fotoğraf çektirmeye gelen dört-beş asker çocuğunu bekleyerek geçirdim. Askeriye içindeki rüşvet döngüsünü, çok ama çok üst düzey subayların çocuklarının nasıl askerlik yapmadığını ve kışla içerisinde nasıl bir uyuşturucu trafiğinin yaşandığını o stüdyo etrafındaki farklı kademelerden tanışıklıklar sayesinde gözlemledim, öğrendim, bir kenara yazdım.

Bir çeşit esaret duygusuyla geçen ayların sonunda nizamiyeden çıkıp sivil hayata doğru yürürken arkamdan bir otomobilin usul usul geldiğini hissettim. Sonra bir deklanşör sesi duyunca hızla arkama döndüm: Turuncu vosvosun içinde sevgili dostlarım Alaaddin Savaş ve Nurdan Sözgen vardı. Nurdan vosvosun üst penceresinden beline kadar dışarı çıkmış benim fotoğraflarımı çekiyordu. Deliler gibi sevindim! Askerliğe dair neredeyse tüm sıkıntımı bir anda unutturdular bu eşsiz jestleriyle.
İstanbul bir başka görünüyordu gözüme. Biraz yabancılıyor, çokça özlediğimi fark ediyordum. İstiklal Caddesi’nde bildiğim, tanıdığım yüzler sekiz ay içerisinde değişmişti. Bazı mekânlar kapanmış, yerlerine bana soğuk görünen yenileri açılmıştı. Alışmak zaman aldı. İş bulmak da öyle…

Nihayet 1995 yılı sonbaharına doğru Evrensel Gazetesi’nin yeniden yapılandığını duyunca hemen başvurdum. Yıldırım Türker, Murat Çelikkan, Yurdagül Erkoca’nın yanı sıra polis tarafından dört-beş ay kadar sonra katledilecek olan sevgili Metin Göktepe’nin bulunduğu bir ekip gazeteyi yeniden inşa edecekti.  Günlük haber fotoğraflarının dışında spot fotoğraflar çalışmaya ve hemen peşinden de pazar günleri arka sayfadaki toplum haberleri sayfasına röportajlar yapmaya başladım.

Piya Kolektifi Foça Buluşması - 1997
Pazar günü söyleşilerini yaparken Mehtap Yücel sayesinde haberdar olduğum yeni bir sanat kolektifinden görüşme için randevu aldım. Beyoğlu’nda Büyükparmak Sokak’taki yeni boyanmış, elden geçirilmiş dört katlı küçük binanın ikinci katında sanırım 15-20 kişi beni bekliyordu röportaj için. Şair Mehmet Çetin, Önder Kızılkaya ve Nevzat Çelik, bugünün sinema yönetmenlerinden Cevriye Demir, müzisyen Hüsamettin Küçük, müzisyen ve şair Nesimi Aday ve daha pek çok farklı sanatsal disiplinlerde üretimde bulunan insan bir araya gelmiş kolektif bir hayat kurma yoluna girmişti. O günden iki yıl kadar önce oluşturulan Sanat Hareketi kendi içinden Piya Kültürevi’ni doğuruyordu. Kasetli ses kayıt cihazımda defalarca kaset ve pil bitirdim o gün. Röportaj saatler sürdü ve sonunda “sanırım artık ben de sizden biriyim” dedim. “Hoş geldin” dediler duraksamaksızın.
Birkaç hafta içerisinde röportaj yaptığımız odanın bitişiğindeki kullanılmayan tuvaleti karanlık odaya dönüştürdük elbirliğiyle. Toplantı odası küçük bir derslik haline getirildi. Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi’ni böylelikle kurmuş olduk.

1995 yılı bitmeden Evrensel Gazetesi’nden ayrıldım ve Piya Kültürevi’ne yoğunlaştım. Piya, hepimiz için büyük bir yaşam deneyimi oldu. Kısa bir komünal denemenin sonrasında kolektif bir üretim ve yaşam alanımız haline geldi. Sinema, tiyatro, şiir kitapları, edebiyat dergileri yayınlayan bir yayınevimiz, küçük bir kafemiz, aramızdaki müzisyenlerin kurduğu iki grubun (Bumerang ve Grup Serora Nat. Bir süre sonra da Kazım Koyuncu’nun da içinde olduğu Zuğaşi Berepe topluluğu Piya’ya katılacaktı) provalarını yaptığı müzik stüdyomuz ve bir fotoğraf atölyemiz vardı. Günler geceler boyu süren ideolojik tartışmalar, her geçen gün derinleşen dostluklar, hayata sanatsal yollardan müdahale etme arayışları hepimizi hızla geliştiriyordu, biçimlendiriyordu.

Karanlık oda tekniğimi ilerletmek için Piya Kültürevi’ndeki karanlık odada epey kimyasal madde soludum. Ancak istediğim noktaya bir türlü gelemediğim için bunalırken imdadıma 2000 yılında dijital fotoğraf yetişti. Piya’da hem kendimi geliştiriyor, hem de bilgi ve deneyimlerimi genç fotoğrafçılarla paylaşmaya çalışıyordum. Fotoğraf eğitimi alanına ilk adımlarımı Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi’ni kurarak attım. İfsak, Fotoğrafevi ve Göçerler Fotoğraf Kulübü’nden sonra İstanbul’daki dördüncü fotoğraf eğitim alanı haline geldik kısa bir zaman içinde. Çevremizde oluşan fotoğrafçı birlikteliği yeni çalışmalar yapmaya itiyordu bizi. Sergiler açıyor, söyleşiler düzenliyor, dia gösterileri organize ediyorduk.

6. İstanbul Saydam Günleri-İtalyan Kültür Merkezi
Güneş Gazetesi’nde başlayan arkadaşlığımızı derinleştirerek sürdürdüğümüz Fethi İzan ile birlikte hazırladığımız dia gösterileri 1996 yılına geldiğimizde yepyeni bir fikirle 10 yıl sürecek bir organizasyona dönüştü. Piya Kültürevi’nin enerjisiyle, ilk yıllarda Gültekin Çizgen’in desteğini alarak başlattığımız İstanbul Saydam Günleri, düzenlendiği 10 yıl boyunca İstanbul’un en büyük, etkili ve sürekliliği olan fotoğraf festivali oldu. Her yıl sonbaharda en az üç, en çok altı farklı salonda yüzden fazla dia gösterisini, giriş bileti satın alarak izleyen binlerce izleyiciye ulaştıran festival programları, diadan dijital fotoğrafa geçiş döneminin de önemli izlerini taşıyordu. Başlarda 60-70 gösterinin tamamı dia gösterilerinden oluşurken, 1999’dan itibaren yedi-sekiz dijital gösteri programa dahil olmuş, 2005’teki son festivalde dialardan oluşan tek bir gösteri kalmamış, tümü dijital sunumlar haline gelmişti.

İstanbul Saydam Günleri’nin organizasyonunda dönemin ve bugünün aktif fotoğrafçılarının önemli bir kısmı görev aldı. Bu buluşma hali itibariyle de son derece önemli bir festivaldi Saydam Günleri. 2003 yılından itibaren Fotoğraf Vakfı ve 2004 yılından itibaren de Galata Fotoğrafhanesi’nin kurumsal katılımıyla 10. yılına ulaşıp, işlevini tamamladı.

Piya Kültürevi’ne dönecek olursam… 1997 yılı 1 Mayıs’ından hemen sonra uzun bir Avrupa turnesine çıktık. Almanya ve Hollanda’nın birçok kentinde konserler, şiir dinletileri ve fotoğraf gösterileri yaptık. İstanbul’a döndükten bir süre sonra Zuğaşi Perepe topluluğuyla Kazım Koyuncu ve Ali Elver de aramıza katıldı. İstanbul’da ve şehir dışında da dinletilere, fotoğraf gösterilerine devam ediyorduk.

Piya Kültürevi’nin beni her anlamda biçimlendirdiği yıllar içerisinde 1997’nin yeri ayrıdır. O yıl İstanbul Life Dergisi’nde çalışmaya başladım. İstanbul Life, tam zamanlı gazetecilik mesleğini icra ettiğim son yer oldu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı’nda Kayıhan Güven hocamızın önerisi üzerine fotoğraf dersleri vermeye başlamıştım. Nurdan Sözgen ve Muhittin Tüylüce ile birlikte Galatasaray’daki Olivya Han’da “Koridor” adıyla ilk fotoğraf stüdyomuzu da o günlerde açmıştık. 8-10 odalı mekânımıdaki upuzun koridordan almıştı adını.

İstanbul Life’ın yayın yönetmeni olan arkadaşım birkaç ay sonra dergi ile stüdyo arasında bir seçim yapmam gerektiğini söyleyince ertelediğim bir kararı hızla almak durumunda kaldım ve tam zamanlı çalışma hayatına kalıcı olarak noktayı koydum. Dergilere ve reklam ajanslarına freelance fotoğraf çekimleri yaptığımız stüdyomuza ağırlık verdim. Bir yandan da bazı dergilerin fotoğraf editörlüğünü dışarıdan sürdürüyordum.

1997 yılında yurtdışındaki ilk sergilerimi açtığım yıldı aynı zamanda: “Renkler, Yüzler, Sesler Fotoğraf Sergisi” Rotterdam-Hollanda (Mehtap Yücel ile birlikte) sonrasında da “Hayatlar… İstanbul’da… Köln’de… Karma Fotoğraf Sergisi” Köln-Almanya, (Piya Kültürevi ile Arbeiter Fotografie işbirliği ile)…

Galatasaray'daki Olivia Han'daki ilk stüdyo-1998 (Sağdan: Eren Aytuğ, Alaaddin Savaş ve Yücel Tunca)


1999 sonlarına kadar yoğun biçimde çalışmalarımız devam etti. İkinci bir mekân hazırlıklarına bile başlamıştık. İstiklal Caddesi üzerinde, Galatasaray’a çok yakın bir noktadaki Olivya Han’ın –ki ilk stüdyom da o binadaydı o günlerde- en üst katında, içinde sahnesi de olan bir mekân oluşturmaya başladık. Şair Fadıl Öztürk’ün sözcüklerin yanı sıra demiri de oya gibi işleme becerisi ve sabrı sayesinde mekân yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Büyükparmakkapı’daki çalışmalarımızı Olivya Han’a kaydırdık. Fakat büyük bir yorgunluk başlamıştı. Ekonomiyi ayakta tutamıyorduk. Yeni mekânın giderleri, yayınların maliyetleri altından kalkılması imkânsız bir noktaya gelmişti. Ve pes edip geri çekilmeye karar verdik. Mekân tam olarak bitirilemeden devredildi, hepimizde eşsiz sosyal, siyasal ve sanatsal birikimler bırakan Piya Kültürevi kapandı.

Fotoğrafçılık anlamında en az hatırlamak istediğim günler reklam ve tanıtım fotoğrafları çekmek durumunda olduğum günlerdi, diyebilirim. Müşteri ilişkileri ve ticari döngünün ne kadar usandırıcı, ne kadar utandırıcı ve hatta mide bulandırıcı olabileceğini deneyimleyerek yaşadım. “Düşmanıma bile tavsiye etmem” denir ya hani, tam olarak o kadar mutsuz olmuştum. Dergi piyasası, reklam sektörüne oranla daha rahat nefes aldığım, nispeten daha insani bir ortam sunuyordu. Reklam ve tanıtım işlerinin bana uygun olmadığını kendime nihayet itiraf edip 2009’da tümüyle bırakmayı başarana kadar neredeyse 12 yılımı kaptırmıştım bu sektöre. Dergilere fotoğraf çekmeyi de 2010 yılında tümüyle kestim.

2000 yılında bir kez daha sinema setine geri döndüm. Bu tarihten yıllar önce Sokak Dergisi’nde çalışırken, derginin üçüncü sayfasındaki “Öne Çıkanlar” bölümü için, Levent Kırca’ya metin yazarlığı yapan Yılmaz Erdoğan’ın portresini çekmeye gittim. Bu tanışıklık zamanla çok eğlenceli bir arkadaşlığa dönüştü, görüşmeye devam ettik. 1991’de, ilk Kürt filmlerinden biri olan Siyabend û Xece’nin (Yönetmen: Şahin Gök) Van ve çevresindeki çekimlerini Tempo Dergisi için izlemeye, fotoğraflamaya gittiğimde birkaç haftamızı Erdoğan ile beraber geçirdik. Yoğun askeri bir baskı altında çekiliyordu film. Gittiğimiz köyler basılıyor, çekimler durduruluyor, jiplerin tepesindeki askerler havaya dakikalarca mermi sıkıyordu. Bölgenin siyasi atmosferini Cizre’den sonra ilk kez bu kadar yakından hissediyordum. İşte bu dönemde Yılmaz Erdoğan ile devam eden arkadaşlık, 1999’da onun setinde fotoğraf çekmeme sebep oldu. Vizontele filmi için bir kez daha Van’daydık. 


Çekimlerden önce Hakkâri civarında mekân araştırmaları ve oyuncu seçmeleri için çalıştık. Ardından çekimlerin Van’ın Gevaş ilçesinde inşa edilecek küçük bir köy fasatında yapılmasına karar verildi.
Daha önce Tomris Giritlioğlu ve Ömer Lütfi Akad setlerinde görmediğim ölçülerde rahat bir set hayatı planlanmıştı. Gevaş’ta, Van Gölü kıyısındaki DSİ tesislerinde konaklıyorduk. Çekeceğim fotoğraflar için sanırım hayatımda ilk kez film sayısı sınırlandırması yoktu. Renkli negatif ve dia pozitif filmler kullanarak çekiyordum fotoğrafları. Bunlar sık sık İstanbul’a gönderiliyor, stüdyodaki arkadaşlarım tarafından düzenleniyor, arşivleniyor, dia pozitiflerin bir kısmı çerçevelenip bana geri yollanıyordu. 7-8 günde bir verilen tatil gününün akşamında o haftanın çekimlerinden hazırladığım dia gösterileri bir parti havasında geçiyor, ekip moral depoluyordu.

Vizontele’nin hikâyesi güzel, oyuncuları son derece başarılı, ekibin tamamı son derece uyumlu, içinde bulunduğumuz coğrafya büyüleyiciydi. Yıllarca süren dostluklar kuruldu çalışanlar arasında. İki ay nasıl geçti hiç anlamadık.

Fotoğraflarım afişlerde, basın dosyalarında, filmin internet sayfasında kullanıldı, 2001 yılında Lütfi Kırdar Kongre Sarayı’nda yapılan galada büyük bir sergiyle izleyicilere sunuldu. Ayrıca, ‘90’lı yıllarda Hakkâri’ye gidiş gelişlerimde çektiğim fotoğraflarla, filmin ön çalışmaları sırasında çektiğim Hakkâri fotoğraflarını bir metin etrafında bir araya getirerek “Hakkari… Sevgilim…” adlı dia gösterisini hazırlayıp birçok defa izleyicilere sundum. Fotoğrafların arasında yazdığım metinlerin de yer aldığı gösteriyi 2002 yılında Diyarbakır Festivali sırasında da yapınca, Amerikalı belgesel fotoğrafçı Ken Light’ın şaşkın bakışları arasında gözaltına alındım, fotoğraflarıma elkonuldu ve Diyarbakır 1 nolu DGM’de TCK’nın 312. maddesine muhalefetten yargılandım. Halkı kin ve nefret yolu ile bölme suçunu tanımlayan bu yasa maddesi uyarınca yapılan yargılama sonunda, Avrupa Birliği uyum çalışmaları sayesinde yasanın yorumlanmasına farklılık getirildi ve böylece DGM'nin, "Okunan şiirler kamu düzeni için tehlike oluşturmamıştır. İhtimal üzerine ve yorumla suç oluşturulamaz" gerekçesine dayandırdığı kararı ile 312’den memlekette beraat alan ilk kişi oldum. Bir yıldan uzun bir zaman sonra fotoğraflarımı da şaşırtıcı biçimde eksiksiz olarak geri alabildim.

Vizontele çekimleri için Van’a gitmeden hemen önce Özcan Yurdalan ile buluşmuştuk. Heyecan verici bir girişimden bahsetmiş, dahîl olmak isteyip istemeyeceğimi sormuştu: Fotoğraf Vakfı’nın kurulması yönünde bir fikir vardı ve bu konuda geniş bir fotoğraf çevresinin düşünceleri alınıyordu. Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi etrafındaki örgütlenmemizi ve İstanbul Saydam Günleri organizasyonunu temsilen ilk toplantılara katılmaya başladım. Toplantılar, Vizotele çekimleri tamamlandıktan sonra da devam etti, 2001 yılında hız kazandı. İstanbul, Ankara ve İzmit başta olmak üzere çok sayıda fotoğraf derneği ve topluluğun temsilcileri ile bireysel fotoğrafçılar haftada bir yapılan toplantılara davet ediliyor, görüş alışverişinde bulunuluyordu. Dora Günel, Fatih Karagülle, Gökhan Gezik Kemal Cengizkan, Mehmet kaçmaz ve Özcan Yurdalan’ın 1999 Marmara Depremi sonrasında yaptıkları Fotoğrafçı Çocuklar Atölyeleri’nde oluşan kolektif enerji kurumsal bir yapının oluşması için altyapıyı neredeyse hazırlamıştı. Ancak kurulacak vakfın geniş bir çevre tarafından tanınması, benimsenmesi ve katılımcı bir yapıyla kurulması isteniyordu.


Uzun toplantılar sonunda olası diğer örgütlenme biçimlerinden vazgeçildi ve bir vakıf çatısı altında toplanma fikri ağır bastı. 2001 yılı sonbaharında Fotoğraf Vakfı’nın resmi kuruluş işlemlerine başlandı. Kemal Cengizkan ve Özcan Yurdalan manevi kurucular olarak kalırken, Dora Günel, Mehmet Kaçmaz ve ben resmi kurucular olarak başvurumuzu yaptık. Bu noktadan itibaren de Fotoğraf Vakfı Girişimi adıyla çalışmalara hızla başladık. Önce İstiklal Caddesi’nin bir arka paralelinde, Süslü Sokak’taki ilk mekânımızı ve hemen ardından da Meşrutiyet Caddesi’ndeki mekânımızı kiraladık. Burada dersliklerimiz, karanlık odalarımız, sergi salonumuz ve arşiv odamız bulunuyordu. İstanbul Saydam Günleri’nde benimle beraber çalışan Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin de dahîl olduğu oldukça genç bir ekiple keyifli bir dönem başladı. Bu sırada World Press Photo ile yapılan işbirliği neticesinde genç basın fotoğrafçılarının epey yararlandıkları ve belgesel fotoğraf alanında önemli bir bilgi ve deneyim kazandıran, birikim yaratan atölyeler düzenlendi. Uluslararası alanda çok değerli fotoğrafçılar, editörler, gazetecilerin katıldığı atölyelerin sonuçları bugün çeşitli noktalarda aktif olarak basın fotoğrafı ve belgesel fotoğraf üreten kadrolarda kendini gösteriyor. NarPhotos’un doğuşunu sağlayan da esasen bu atölye çalışmaları olmuştur, diyebilirim.  

2003 yılında Levent’teki HSBC binası ile Galatasaray’daki İngiliz Konsolosluğu’na yapılan eşzamanlı bombalı saldırıdan, henüz kuruluşu resmileşmemiş olan Fotoğraf Vakfı da büyük ölçüde etkilendi. Konsolosluğun tam karşısındaki mekânımız patlama sonucunda darmadağın olmuş, neredeyse her şey parçalanmıştı. Patlama o kadar şiddetliydi ki ön pencerelerin kırılan camları iç odalardaki duvarlara saplanıp kalmış, konsolosluk kantinindeki yiyecekler sergi salonumuzun ortasına kadar savrulmuştu. Patlamanın olduğu sabah saatlerinde henüz hiçbir arkadaşımızın vakfa gelmemiş olması en büyük şansımızdı. Zira üst katlarımızdaki atölyelerde çalışırken hayatını kaybeden işçiler olmuş, iki saldırıda toplam 30 kişi ölmüştü.

Bombalı eylemin çok sayıda insanın canına mâl olması büyük bir moral çöküntüsü yaratmıştı hepimizde. Aynı zamanda vakfın kuruluşu için bankada bloke edilen para dışındaki neredeyse tüm mal varlığımızı da kaybetmiştik. Nasıl toparlanabileceğimizi düşünürken fotoğraflarımızı satma ihtimali aklımıza geldi. Bu düşünceyi çevremizdeki fotoğrafçılara açtığımızda büyük bir dayanışma duygusunun olduğunu gördük. Birçok fotoğrafçı orijinal baskılarını kampanyaya bağışlarken, çok sayıda kişi de fotoğrafları satın alarak dayanışma gösterdi. Elde edilen gelirle Beyoğlu’nda, Abdullah Sokak’ta dört katlı bir bina kiraladık ve binayı ciddi biçimde elden geçirdik.

Fotoğraf Vakfı Girişimi olarak taşındığımız binaya 2004 yılı sonunda gelen mahkeme kararı sayesinde Fotoğraf Vakfı tabelasını asmak mümkün oldu; vakıf nihayet resmileşmişti. Fotoğraf eğitimlerine, sergilere, söyleşilere ve yayınlar çıkarmaya kaldığımız yerden devam ediyorduk. Dora Günel ile Kemal Cengizkan’ın “İçkalpakçı Çıkmazı” çalışmalarının albümüyle başlayan yayın faaliyetlerine, editörlüğünü Gökhan Gezik ile birlikte yaptığım 25 fotoğrafçının fotoğraflarından oluşan “Beyoğlu” kartpostal albümüyle devam ettik. Bunların peşinden Ken Light’ın “Çağımızın Tanıkları”, David Hurn’ün “Fotoğrafçı Olmak Üzerine” ve Mehmet Kaçmaz ve Özcan Yurdalan’ın hazırladıkları “Çocuklarla Fotoğraf El Kitabı” geldi.

Kemal Cengizkan’ın başkanlığındaki ilk yönetim kurulunda Dora Günel, Mehmet Kaçmaz, Özcan Yurdalan ve ben yer alıyordum. Aradaki iki yıllık bir dönem haricinde bugüne kadar tüm dönemlerde yönetim kurulu başkanlığı da dahîl olmak üzere yönetim kurulunda görev almaya devam ettim. Halen Galata Fotoğrafhanesi’nde yürüttüğümüz Belgesel Fotoğraf Programı katılımcısı öğrencilerimin yer aldığı Fotoğraf Vakfı Yönetim Kurulu’nun üyelerinden biriyim.

Yine biraz geriye dönerek, Marmara Depremi’nde binası hasar gören Galatasaray’daki fotoğraf stüdyomuzu 2000 yılında boşaltıp Şişli’ye taşınmamızı anlatabilirim. Nurdan Sözgen, Gül Gülbahar ve Mehtap Yücel’in yanı sıra bu kez Haluk Çobanoğlu da kısa süreliğine aramıza katılmıştı. 2001 yılındaki büyük ekonomik krize kadar reklam ve tanıtım fotoğrafı çalışmalarımıza Şişli’de devam ettik. O günlerde Beşiktaş Kültür Merkezi’nde sahnelenen oyunların fotoğraf çekimlerini yapıyordum. Derken kriz her şeyi altüst etti. İşler kesildi, alacaklarımızın ödemeleri yapılmadı, herkes bekleme pozisyonuna geçti. Daha fazla dayanamayacaktık. Nurdan Sözgen ile birlikte stüdyomuzu kapatıp, benzer sorunları yaşayan ve stüdyosu Cihangir’de olan Alp Esin ile mekân ortaklığı yapmaya karar verdik. Ancak üç kişinin aynı stüdyoyu kullanması sorunlar yaratıyordu. Çok geçmeden dağıldık. 2002 sonbaharında, bu kez tek başıma “Pozitif Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçılığı” adını verdiğim stüdyomu, Galata’da, Serdar-ı Ekrem Sokak’ta açtım.
İstanbullu, Sea Life gibi dergilerin freelance fotoğraf editörlüğünü yaptığım o günlerde “Foto-röportajlar” adlı saydam gösterisini tamamlamak üzereyken aldığım bir teklif üzerine yoğun biçimde bir sergi ve kitap çalışmasına başladım. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın talebiyle, Ara Güler’den, genç kuşağın temsilcilerine kadar önemli bir fotoğrafçı profilinden oluşan ve ABD’de sergilenecek olan “Bu Şehir İstanbul… 50 Fotoğrafçı 50 Fotoğraf” sergisi böylece oluştu.

Serginin hazırlıkları sırasında seçtiğim fotoğraflardan iki tanesine belediye başkanının danışmanları şerh koydu ve fotoğrafların çıkartılması, değiştirilmesi istendi. (Fotoğrafların biri Dora Günel’in, eski bir İstanbul sokağında yürüyen çarşaflı kadın fotoğrafı, diğeri ise dönemin genç fotoğrafçılarından Engin Gerçek’in bir lunaparkta çektiği ikili fotoğraftı. Yan yana konmuş fotoğrafların birinde “Balerin” adıyla bilinen lunapark oyuncağının tepesinde göğüsleri açıkta maket bir kadın görünüyordu. Ramazan ayında çekilen ikinci karede ise aynı oyuncaktaki kadının göğüsleri bu kez bir kumaşla örtülmüştü.) Fotoğrafları çıkartmayacağımı söyleyince çalışma kilitlendi. Ancak onlar açısından öyle bir noktaya gelinmişti ki işi benden alma ya da sergiden vazgeçme olasılığı neredeyse kalmamıştı. Mekân ayarlanmış, tarihler kesinleşmiş, yolculuk rezervasyonları yapılmıştı. Pes etmek zorunda kaldılar fakat sergi açılışında Gürtuna’nın fotoğrafları görüp tepki vermesinden de çok korkuyorlardı.

Galata’daki, bugün halen komşum olan bir marangoz ustasının yaptığı sandıklara yerleştirilen fotoğraflar ve serginin iki dilli kitabıyla beraber 2003 yılında Washington-ABD’ye gittik. Beyaz Saray’ın bahçesindeki tarihi bir galeride serginin açılışını yaptık. Ali Müfit Gürtuna açılış günü ilk kez gördüğü fotoğraflara bakarken özellikle Engin Gerçek’in fotoğrafı önünde durup uzun uzun baktı ve sonra gülmeye başladı. “Evet, tabii, işte bizim kültürümüz böyle bir şey.” dedi. Danışmanlarının rahatlayan yüzlerini görmek oldukça eğlenceliydi doğrusu.

Sergiyi açtığımız günlerde ABD’nin Irak’ı işgalini protesto eden yüzbinlerce insan sokaklardaydı. Sergi formalitelerini yerine getirip kendimi önce Washington’da, sonra da New York’ta sokaklara attım ve New York’ta bir milyon kişinin katıldığı büyük protesto yürüyüşünü fotoğraflama şansı yakaladım. İstanbul’daki 1977 1 Mayıs’ını yaşım itibariyle görememiş biri olarak bu denli büyük muhalif bir kitleyle karşılaşmak ve fotoğraflarını çekmek son derece heyecan vericiydi.

Amerika dönüşünde hiç vakit kaybetmeden, bu kez Haliç üzerine yeni sergi çalışmasına giriştim. 19. Yüzyıl gravürleri, 1960-1970 yıllarının bataklığa dönüşmüş Haliç ve 1990 sonrasında yeniden hayat bulan Haliç bu sergide yan yana geliyordu. Gravürler ve fotoğraflar yine Haliç kıyılarında sergilenerek binlerce insana ulaştırıldı.

Aynı yıl ayrıca Candan Seda Balaban’ın hazırladığı mitolojik karakterlerin masklarını pop-kültür imgeleri ile birleştirdiğim “Pop-Mit” adlı fotoğraf serisini oluşturdum. Bu çalışma Bozcaada’da yapılan “Homeros Okumaları” etkinliği sırasında adada oluşan olağanüstü bir atmosferde sergilendi.
2004 yılının ortalarında Fotoğraf Vakfı içinde yaşanan bir tartışma üzerine pasif konuma geçmeye karar verdim. Aynı yılın sonbaharında, Gençer Yurttaş ve Cevahir Buğu’nun önerisi üzerine, Beyoğlu’ndaki Balık Pazarı’nda Orhan Cem Çetin ile buluştuk ve Galata Fotoğrafhanesi’ni kurmaya karar verdik. Stüdyo olarak kullandığım Galata’daki mekânı hızlı bir biçimde düzenleyip, tabelasını değiştirdik, ekim ayı gibi fotoğraf eğitimi çalışmalarına başladık. Orhan Cem Çetin ile aynı mekân içinde olmak, onun derslerini izlemek benim için de yeni bir okul tecrübesi yaşamak oldu. Engin bilgisi, sıra dışı bakış açısı ve kendine has üslubuyla beni derin biçimde etkiledi. Fotoğraf alanında bilmediğim pek çok şeyi öğrenmemi, daha iyi algılamamı ve doğru bildiğim birçok şeyi sorgulamamı sağladı, ufkumu genişletti.


Atölye çalışmaları dışında küçük küçük sergiler de düzenlemeye başladık Galata Fotoğrafhanesi’nde. “Vitrin Sergileri” başlığı altında sayıları 20’yi geçen sergilerin ilkleri Cem Çetin’in “Yakın”, benimse “Kedi” serilerimizdi.

Aynı yıl İstanbul Saydam Günleri’nin ömrünü doldurduğu konusunda festivale emek veren arkadaşlarımla hemfikir olduğumuzu gördük ve 2005 yılında, yani festivalin 10. yılında sonlandırmaya karar verdik. 1996’da başlayan süreçte izleyici sayısı ve katılım niteliği yıldan yıla artmış, 90’ların sonu, 2000’lerin başlarında 10 bin kişiyi bulan izleyici sayısı birçok nedene bağlı olarak giderek düşme eğilimine girmişti. Yıllar içerisinde saydam gösterilerinin farklı bir niteliğe kavuşması için çaba harcamıştık ekip olarak. Gezi fotoğraflarının müzik eşliğinde sunumuna çeşitlilik getirmek için baştan itibaren yazarak, çizerek, paneller düzenleyerek müdahale etmeye çalışmıştık. Kurmaca ya da belgesel içerikli multimedya tarzı sunumları çoğaltmaya uğraşıyor, bu alanda genç fotoğrafçılara üretimlerini destekleyecek burs olanakları sağlıyorduk. Sekiz yıllık çabanın sonunda talebin bu yönde gelişmediğini görmek biraz üzüntü vericiydi doğrusu. Fotoğrafların arkasında Kitaro müzikleri dönmeye devam ediyordu. Üstelik dijital fotoğrafın yaygınlaşması ile diapozitif sunumlar da azalmış, Saydam Günleri ismi nostaljik bir isme dönüşmüştü. Daha fazla uzatmadan bitirmenin zamanıydı.

Bu son, yeni bir başlangıç olabilir gibi göründü gözümüze. İstanbul’da uluslararası bir festival yapabilecek noktada ve birikimde olduğumuzu düşünüyorduk. 2010 Avrupa Kültür Başkenti adayı olan İstanbul’a büyük bir fotoğraf festivali kazandırma heyecanıyla ön çalışmalara başladık. 2005 yılında İstanbul Saydam Günleri’ni son kez düzenleyip, yeni festivalin proje dosyasını Kültür Başkenti adaylığı hazırlıkları yapan ajansa teslim ettik. Oldukça ilgiyle karşılandı. Brüksel’de yapılacak değerlendirme için oluşturulan İstanbul’un kültür ve sanat etkinlikleri planlamasına dahîl edilen 40 proje arasına seçildik. O dönemde henüz bürokrasi sürece tam olarak müdahil değildi. Birlikte yol alınabilecek bir ekip çalışıyordu Kültür Başkenti adaylığı konusunda.

Özellikle Emin Altan, Murat Yaykın ve Neşet Kutluğ’un İFSAK’ta kazandıkları deneyimi bu yeni festival çalışmasında paylaşmaya açık olmaları hepimize güven verdi. ULİSFOTOFEST adını verdiğimiz festival çalışmalarına böylelikle başladık. İstanbul Saydam Gösterileri ve Fotoğraf Derneği’ni kurmak ile başladık işe. 2000’lerin başından itibaren hep yanımda olan, enerjisi ile beni de hep ayakta tutan fotoğrafçı Gençer Yurttaş’ın da yürekten katıldığı sürece oldukça kalabalık bir ekip halinde varımızı yoğumuz koyduk diyebilirim.

Aynı günlerde film setlerine son kez geri döndüm. Yine Beşiktaş Kültür Merkezi’nin projesi olan Organize İşler filminin set fotoğraflarını çektim. Tesadüfen, Tophane’deki evimin tam karşısındaydı yerleşik set. Sanırım en konforlu çalışmalarımdan birini yaptım o günlerde. Bazı sahneleri evimin penceresinden çekerek kendimi aştığımı bile söyleyebilirim. Vizontele’de başlattığım saydam gösterili ekip partileri bu filminde de devam etti. Dijital fotoğrafın avantajlarını yoğun biçimde kullandık. Daha setteyken fotoğraflar seçiliyor, işleniyor, gün gün medyaya servis ediliyordu. O yıldan sonra özellikle eğitim alanındaki çalışmalarım yoğunlaştığı için sinema sektöründe üretimde bulunmadım. Zaman zaman özlediğimi fark ediyorum ancak en azından daha bir süre olanaksız olduğunu biliyorum.

2005 yılında komik biçimde kültür sözcüğünün etrafında dolaşıyordum galiba. Kültür başkenti, Beşiktaş Kültür Merkezi derken bir de Kültür Üniversitesi’nde Reklam Fotoğrafçılığı’ndan, Fotoğraf Okuma’ya, Sayısal Fotoğraf İşleme Teknikleri’nden Sanat Fotoğrafı’na, çeşitli başlıklarda fotoğraf dersleri vermeye başladım. Dört yıl kadar burada yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalıştıktan istifa edip Bilgi Üniversite’ne geçtim. Geçtiğimiz yıla kadar Bilgi Üniversitesi’nde devam ettim öğretim görevlisi olarak çalışmaya. 2014-2015 dönemi için ders günü ve saatlerimizin bildirilmesini beklerken, üniversitelerin de ciddiyetini kaybettiğini iyice görmemi sağlayacak bir durum ortaya çıktı. Bir öğrencim aracılığıyla 15 kadar yarı zamanlı öğretim görevlisi ile beraber benim de sözleşmemin feshedildiğini öğrendim. Resmi olarak ne arayan oldu, ne de bir bildirimde bulunan. Öylece, sessiz sedasız ayrıldık. Eskiden olsa sinirden küplere binerdim bu saygısızlık, izansızlık karşısında. Şimdiyse gülüp geçiyorum.

2006 yılının en önemli gelişmesi, Fotoğraf Vakfı yönetimini devralarak, vakfı Galata Fotoğrafhanesi’nin Galata’daki mekânına taşımamız oldu. İstanbul’daki fotoğraf dünyasının önemli şahsiyetlerinden Şahabettin Pamuk vakfın başkanı oldu. İstanbul Saydam Gösterileri ve Fotoğraf Derneği ile birlikte Fotoğraf Vakfı, ULİSFOTOFEST organizasyonuna katılmış oldu böylece. Yunanistan’dan Selanik Fotoğraf Müzesi ve Hollanda’dan Noorderlicht Fotoğraf Vakfı’na yaptığımız ziyaretler sonucunda bu iki yapı da festival ortakları arasına katıldı. 2007 yılının yaz aylarında iki ay sürecek festivalin programı da hızla ortaya çıkmaya başladı. İstanbul’un beş ayrı ilçesinde 60’a yakın sergi, 100 kadar fotoğraf gösterisi, panel ve söyleşilerle zenginleşen programın açılışı için eski Şan Tiyatrosu ayarlandı. Aynî destek veren çok sayıda kuruluş ile sponsorluk anlaşmaları yapıldı.  
2007 yılının 12 Mayıs’ında son derece heyecanlı ve görkemli bir açılışla başladı festival. Günlerin yorgunluğu, stresi bir anda kaybolup gitti. Onlarca konuk fotoğrafçının İstanbul’a gelmesi, İstanbul Modern’den, Beykoz, Kartal ve Avcılar’a kadar çok sayıda kültür merkezinin sergilere ev sahipliği yapması, yaklaşık iki aylık süre içerisinde 30 serginin açılıp kapanması ve yerlerine yeni 30 serginin açılması epey enerji ve kaynak gerektiriyordu. 1 Temmuz’da festival bittiğinde hepimiz bitkisel hayata girmiş gibiydik. Perişan olmuştuk. Son bir gayret ile bütün basın dosyalarımızı, festival kitabını, festival gazetesini, sergilerin tek tek hazırlanan afişlerini toparlayıp Kültür Başkenti ajansına gidip “işte ilkini yaptık. Devamı için söz verilen kaynağın tarafımıza aktarılmasını istiyoruz.” Dediğimizde henüz kaynağın Kültür Bakanlığı’ndan çıkmadığını, 2008’de de kendi olanaklarımızla festivali düzenlememizin iyi olacağını, sonrasında muhtemelen kaynak sağlanacağını işitince oracıkta düşüp kaldık. Bir kez daha aynı olanaksızlıklara rağmen kalkışılacak bir organizasyon olmadığı açıktı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadık elbette. Ve devam etmekten vazgeçip hatıralarımızın arasına kaydettik ULİSFOTOFEST’i.

O yıl, kişisel sergim, “Manzaralar”ı açtığım yıl olarak da kayıtlı hafızamda.

2008 yılı ise bir tür dinlenme, düşünme, biriktirme yılı oldu kendi adıma. Bağımsız haber ajansı BİANET için Türkiye’nin çeşitli şehirlerindeki yerel medya çalışanlarına gazetecilik ve fotoğraf dersleri vermek üzere yolculuklar yaparken yıllardır Fotoğraf Vakfı içinde de konuştuğumuz Fotoğraf Akademisi fikri gelişmeye başladı. BİANET’ten Nadire Mater ve Ertuğrul Kürkçü fikrimi hararetle desteklediler, ellerinden gelen katkıyı sunacaklarını söylediler. Çevremdeki fotoğrafçı dostlarımla da uzun uzun konu hakkında sohbetler yaptık. Özellikle İsmail Gökçe’nin değerli fikirlerinden çok yararlandım. Özcan Yurdalan, Mehmet Kaçmaz ve Murat Yaykın da çerçevenin netleşmesini kolaylaştırdı. İsmail Gökçe ve Galata Fotoğrafhanesi’ndeki öğrencilerimden Pelin Durtaş’ın da sürece katılmasıyla 2009 yılının Mart ayında ilk deneme programını hayata geçirmeye karar verdim. Üç aylık belgesel fotoğrafçılık eğitim programı oluşturup duyurulara başladık. Beklediğimizin çok üstünde bir başvuru oldu. Mülakatlar ve portfolyolar aracılığı ile 15 katılımcıyı belirleyip eğitime başladık. Enerjisi epey yüksek bir üç ay geçirdik. Oldukça umut verici bir süreçti. Hiç zaman kaybetmeden, ekim ayında başlatmaya karar verdiğimiz yeni dönem Belgesel Fotoğraf Programı’nı 12 aya çıkardık ve aynı döneme 24 ay sürecek bir de Basın Fotoğrafçılığı Programı’nı ekledik.
İlk aşamada Fotoğraf Vakfı, BiaNet ve IPS İletişim Vakfı’nın manevi desteklerini alarak başladığımız Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’ne, Hollanda’da faaliyet gösteren Press Now adlı bir vakıftan da mali kaynak aktarımı sağladık. Ekipmanlarımızı yeniledik, geliştirdik, yayın planlarımıza aldığımız dergiler için düğmeye bastık. Bütün bunlardan önemlisi bir yıl boyunca NOORIMAGES kurucusu Kadir von Lohuizen’in öğretici olarak katılacağı bir atölyeler zincirinin gerçekleştirilmesi için destek aldık.

Bu dönemde Vedat Ateş’in de aramıza katılmasıyla yayın alanında hareket kabiliyetimizi genişlettik. Fotoğraf Notları Foto-röportaj Dergisi ve Fotoğrafsız Fotoğraf Kültürü Dergisi’nin içerik çalışmalarına başladık.

2009-2011 yıllarında Kadir von Lohuizen ile başlayan uluslararası eğitim trafiğinde Yuri Kozyrev’den, Ken Light’a, pek çok önemli fotoğrafçının atölyelerinden yararlanma olanağı buldu öğrencilerimiz. 2009’dan bu yana programlar kapsamında yapılan belgesel fotoğraf üretimleri dergilerimiz, kitaplarımız, www.ajanstabloid.com adresinde yayınladığımız haber sitesi ve sergiler aracılığı ile kamuoyu ile paylaşılmaya devam ediyor.

Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin yarattığı sinerji sadece programlarda üretilen fotoğraflarla sınırlı kalmıyor. En güzel yanı da bu zaten… Birçok farklı projeye birlikte kalkışıyoruz katılımcı arkadaşlarımızla. Örneğin Belgesel Fotoğraf Topluluğu bu birliktelik halinden doğdu. Fotoğraf Notları kitapları bugün bu topluluk tarafından hazırlanıyor. Gezi Direnişi günlerinde hızla hazırlayıp yayınına başladığımız bir fotoaktivizm örneği olan www.taksimdenelinicek.org web sitesi de yine aynı enerjinin sonucu Taksim ve Gezi parkı üzerine içinde binlerce fotoğrafın yer aldığı çok önemli bir bellek sitesi oldu. 2014’ün başlarında aynı grup ile Gezi Direnişi fotoğraflarından oluşan ilk kitabımızı da bu kolektif çalışma anlayışı ile ortaya çıkardık. Deprem sonrasında 2012 yılında Van’da ve 2014 yazına girerken Soma’da gerçekleşen katliama benzeyen maden kazasından sonra Elmadere Köyü’nde yaptığımız “Fotoğrafçı Çocuklar Atölyeleri” de yine aynı kolektif bilinçle gerçekleştirildi. Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin paylaşımcı bir hayat deneyimi haline gelişinin en güzel göstergelerinden biri de Fotoğraf Vakfı’nın yönetim ekibinde son bir yıldır öğrencilerimizin bulunuyor oluşu.

Başka bir açıdan 2013 yılına özel bir vurgu yapmak isterim. Hatta belki 2012’ye…

Yıllardır verdiğim fotoğraf derslerinin temel düzeydeki uygulamalarını Taksim’deki Gezi Parkı’nda yapıyordum. Gezi Parkı’nın yıkılarak yerine AVM olarak kullanılacak Topçu Kışlası’nın inşa edilmesi yönündeki açıklamalar duyulmaya başlayınca kaçınılmaz olarak pek çok insandan daha fazla konuya eğildim, süreci yakından takip etmeye başladım. Öğrencilerimden, olası bir yıkım ihtimali karşısında parkı ve çevresini bol bol belgelemelerini istiyordum. Bir yandan ben de parkın fotoğraflarını çekmeye başladım. Taksim Yayalaştırma Projesi adıyla bilinen bir tür kent suçu diyebileceğim projenin ilk kazmaları vurulmaya başlandığı andan itibaren sürece daha yoğun olarak katıldım. Taksim Dayanışması’nın ilk eylemlerine ve Taksim Nöbetleri’ne bireysel olarak katılmaya ve çevremdekileri de davet etmeye başladım. Taksim Meydanı’nda ellerimize aldığımız Taksim ve Gezi Parkı fotoğraflarıyla gezici sergiler organize ederek farkındalığın genişlemesine katkıda bulunmaya çalıştım. Hazırladığımız binlerce fotoğraflı bildiriyi halka dağıtmaya çalıştık o dönemde.
Park ve çevresinde daha sık fotoğraf çekmek için vesileler yaratıyordum. Bir televizyon röportajı söz konusu olduğunda randevuyu parka veriyordum. Bu sayede Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nden son nikâh masanın çıkartılışını, içinin boşaltılmasını ve sonraki günlerde yıkımının başlamasını fotoğrafladım. Cumhuriyet Caddesi üzerindeki ağaçlar kesilmeye başlandığında ve aktivistler bu duruma müdahale ettiğinde de çok yakındaydım, caddedeki kazılar başlayınca toprağın altından tarihi su kemeri çıktığında da... Bunları fotoğraflayıp hızla sosyal medyada paylaştım. Her iki seferinde de geçici olarak da olsa inşaat ve kesim çalışmalarının durdurulmasına sebep oldu bu fotoğraflar.
Fakat tüm çabalara rağmen iktidar sahipleri bildikleri yolda devam ediyordu. Ve bir gece yarısı dozerler parkın kenarındaki ağaçları devirmeye başlayıp da bildiğimiz büyük direniş hareketi başlayınca her şey değişti. İlk birkaç gün, aralıklarla fotoğraf makinem olmadan parktaydım. Sonrasında park içerisinde direniş gösteren insanlara polis müdahalesi şiddetini arttırınca, uzun süredir yapmadığım aktif basın fotoğrafçılığına geri döndüm. Günlerce çatışmaların içinde devletin uyguladığı şiddeti görüntüledim. Sosyal medya üzerinden bu görüntüleri yaymaya gayret ettim. Barışçıl, insani bir eylemi devlet memurlarının aldıkları emirler üzerinden nasıl kana buladıklarını herkesin görmesi gerekiyordu. Benim gibi çok sayıda insan da buna benzer bir refleksle fotoğraf makineleriyle, video kameralarıyla bir yandan devlet şiddetini, bir yandan da bu şiddete göğüs germeye çalışan on binlerce insanın direnişini kaydediyordu.

Birkaç gün sonra kolluk Taksim’i, parkı bırakıp geri çekilmek zorunda kaldığında başlayan yeni ve eşsiz hayatı fotoğraflamaya devam ettim. 10 gün süren Taksim Komünü’nün her noktasını fotoğraflamaya, çektiklerimi yaymaya ve arşivlemeye çabaladım. 11 Haziran’da koluk güçlerinin Taksim Meydanı’na girişini fotoğraflayamadıysam da aynı günün akşamına doğru meydana toplanan 100 bin kişiye ölümüne yapılan saldırıyı ve sonrasındaki çatışmaları çekmeyi sürdürdüm. Her geçen gün bir gazeteci arkadaşım daha yaralanıyordu. Önce Jivan Güner ne olduğu belirsiz bir cisimle başından; ardından Gençer Yurttaş ayağından, Özcan Yaman çenesinden, gaz fişeği ile; birkaç gün sonra da Mehmet Kaçmaz gözünün hemen üzerinden plastik mermiyle yaralanınca korunmasız biçimde daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Bir aydan kısa bir sürede 100 kadar gazeteci ve fotoğrafçı polis saldırılarında yaralanmıştı. Polis göz göre göre fotoğrafçıları, gazetecileri hedef alıyordu. İçimdeki korkunun büyümesiyle çaresizce geri çekildim. Özellikle gece çatışmalarında fotoğraf çekmeyi bıraktım. Bugün hâlâ içimde devam eden bir kavgadır bu. Korkuya yenilip geri çekilmenin verdiği hisle kolay kolay hesaplaşamayacağım sanırım.

Daha önce de belirttiğim gibi tüm dönem boyunca hem kendi çektiğim fotoğrafları, hem de yakın çevremdeki öğrencilerimin, fotoğrafçı dostlarımın çektiği fotoğrafları her türlü araçla kitlelerle buluşturma yönünde çaba gösterdim. Bunun insani, vicdani ve politik bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafçıların yaşadıkları ve hepimize dayatılan bu hayattan üreyen sorunlara kayıtsız kalmamaları gerektiğine inanıyorum. Elimizdeki enstrümanı bu sorunları anlamak ve aktarmak amacıyla, müdahale etmek için kullanmamız gerekiyor. Durduğumuz tarafın yaklaşımını yansıtmak için fotoğraf son derece etkili bir araç üstelik. Kullanmaktan geri durmamak lazım kesinlikle…

Fotoğrafçılık hayatımda hayıflandığım noktalardan biri, dünya fotoğrafçılığı ile çok geç tanışmamdır. 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de yayınlanmakta olan veya daha önceki dönemlerde yayınlanmış fotoğraf dergilerini toparlamaya başlamış olmama rağmen açıkçası bunların içerikleri ufkumun açılmasına pek de katkıda bulunmamıştı. Birçok konuya giriş yapmamı sağlıyor ancak daha ötesine geçmem için yetersiz kalıyorlardı. Kısır tartışmalar içinde bir döngü oluşmuştu. Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nda satılan ikinci el fotoğraf albümlerine pahalı olmaları nedeniyle yutkunarak bakmanın, gidip gelip tekrar tekrar sayfalarını çevirmenin dışında yapacak fazla bir şeyim yoktu. 90’lı yılların neredeyse ortasına kadar el yordamı ile yol aldığımı söyleyebilirim.

80’li yılların ikinci yarısı ile 90’lı yılların ilk yarısında çalıştığım gazete ve dergilerde, mesleki anlamda çok şey öğrenmeme karşın, özellikle basın fotoğrafçılığı alanında tutunabileceğim, gelişimime katkıda bulunabilecek tek bir dal yoktu. Hiç kimseyle usta-çırak ilişkisi de kuramamış, belki de kurmak istememiştim.

1995’ten sonra bu sorunun çözümü anlamında birçok gelişme arka arkaya geldi. İnternet 1996 sonunda hayatıma girdi. Bu büyük bir açılımdı gerçekten. 1997’de Geniş Açı Dergisi’nin yayın hayatına başlaması ufkumun daha da genişlemesine sebep oldu. Aynı yıllarda İFSAK tarafından düzenlenen Fotoğraf Günleri’nin uluslararası bir yapıya doğru evrilmesi sayesinde yepyeni tarzlar ve yaklaşımlarla tanıştım. Aynı biçimde düzenlediğimiz İstanbul Saydam Günleri’ne katılan yabancı fotoğrafçıların sayısının yıldan yıla artması da bende büyük etkiler yarattı. Geriye dönüp baktığımda, bilinenin yeniden keşfi diyebileceğim o süreçte fotoğrafa bakışımın köklü biçimde değiştiğini görüyorum. 2000’li yıllar başladığında ise Türkiye’ye gidip gelen fotoğrafçılarla tanışma olanakları artmıştı. Ken Light ile tanışmak, sohbet etmek; Mary Ellen Mark ile tartışmaya girmek; uluslararası atölyeler düzenleyip önemli basın fotoğrafçıları ile çalışmak, fotoğrafın Türkiye’deki durumu nedeniyle kırılganlaşan bağlarımın yeniden güçlenmesine sebep oluyordu.

Kurallarla kısırlaştırıldığını düşündüğüm fotoğraf anlayışından uzaklaştığımı hissediyordum. Ancak yılların alışkanlıklarını bir türlü tam olarak kırıp atamadığım için bugün bile kızarım kendime. Sadece kendime kızmıyorum elbette. Fotoğraf okullarının, derneklerinin ve bu alandaki özel eğitim kurumlarının on yıllara yayılan tek tip yaklaşımları dayatmaları, öncelemeleri de tartışmaya devam ettiğim sorunlu noktalar. Fotoğraf yarışmaları da aynı biçimde yine akademik yapılar, derneklerin pek çoğu ve özel kurumlar tarafından pompalanıyor insanlara. Hayatının her noktasında yarışmacı bir zihniyete doğru itilen insanlar kendilerini bir de fotoğraf alanında yarışmaların içinde buluyorlar. Yarışarak değil dayanışma içinde sürdürülmesi gereken hayatın içinde bir iletişim aracı olarak, hatta hayata bir müdahale aracı olarak kullanılması gereken fotoğraf üzerinden teneke madalyalar dağıtmak orta sınıfın kendine yaptığı en büyük kötülüklerden biri; başka bir bakışla da orta sınıfın kendini konumlandırdığı noktayla bu yarıştırmacı aklın örtüştüğünü söylemek de mümkün. Üzücü bir saptama bu elbette. Bireylerin, çekildikleri bu noktayı ayırt edip sıyrılmaları gerekiyor. Yarışmaları reddetmeleri, katılmamaları, düzenlememeleri, jürilik yüce makamından istifa etmeleri gerekiyor. Kolay değil, farkındayım. Fotoğraf çekmenin tek başına yetmediği dünyalarımız kariyer balonlarına ihtiyaç duyuyor neticede.

Öte yandan insan varlığının sadece sorunlarla hemhal olmasının mümkün olmadığının, güzel olanla kendimize nefes aldırdığımızın da farkındayım. Ancak burada dengesini bir türlü bulamamış bir terazi var korkarım. Yıllardır her yanı dolduran güzel görüntülerle yarattığımız illüzyon yaşam gerçeğimizle hiç uyuşmuyor. Kuşkusuz ben de yeni ve farklı coğrafyalarda, şehirlerde, dağlarda, tepelerde dolaşıp fotoğraflar çekmeyi seviyorum. Çiçekleri, daldaki damlayı, cin gibi bakan kedileri ben de hâlâ çekiyorum. Fakat bu çekme anında aldığım haz sadece benimle ilgili. Bir tür rahatlama, kendimi yatıştırma anlarının fotoğrafları bunlar. Başkalarıyla iletişime geçerken bu tür görselleri kullanmamaya özen gösteriyorum. Çünkü başka meselelerim var benim. Bunların bazıları içsel meseleler, bazıları toplumsal. İşte o noktalarda fotoğraflarımı görünür kılmak çok daha fazla heyecan veriyor. Tıpkı bir mevzu hakkında yazarken ya da konuşup tartışırken olduğu gibi…

Fotoğraflarımda insanlara ayırdığım yer yıldan yıla giderek azalıyor. Tanımadığım, tanımak için çabalayıp emek vermediğim insanların fotoğraflarını çekmek tarifsiz bir utanç veriyor. Bir kişi ile nitelikli bir zaman dilimini paylaştıysam, sadece o durumda fotoğrafımda ona yer verme hakkı tanıyorum kendime. Özellikle son zamanlarda çektiğim fotoğraflarda insana ayırdığım yer hissedilir biçimde azaldı, hatta çoğu zaman yok, ancak izleri var.

Kişisel web siteme fotoğraf yüklemek konusunda da eskisi kadar atak ve heyecanlı değilim. Instagram ve Facebook, bir süredir fotoğraflarımı paylaşmak için seçtiğim gayet şahane mecralar. Fotoğraf çekmek için cep telefonumu kullanmıyorum, onu sevemedim. Fotoğraf makinesi ile çekmeyi ve bu mecralarda paylaşmayı tercih ediyorum.

Bir konu üzerine yoğunlaşıp, bir fotoğraf serisi ürettiğimde bu kez basılı olarak yayınlamanın yollarını arıyorum. Bir kitap ya da dergide yayınlanmış fotoğrafın anlamı oldukça farklı benim için. Tekrar tekrar, yıllar içinde defalarca bakılabilecek olması önemli. Öte yandan birini diğerine tercih ettiğim anlamına da gelmiyor elbette. Her ikisinin de kendi mecralarına has avantajları var. Biraz önce dediğim gibi, söz konusu olan iletişim ise, paylaşım ise tüm olanakları değerlendirmenin doğru olduğuna inanıyorum.

Konu belgesel fotoğrafa geldiğinde bu paylaşım konusunun daha da büyük bir önem kazandığını düşünüyorum. İster kişisel bir hikâye anlatılıyor olsun, ister toplumsal, yapılan çalışmanın mümkün olan en geniş kitleye ulaşması için çaba sarfetmek fotoğrafçının başlıca işi bana kalırsa. Sergi salonlarındaki dört beyaz duvar, belgesel fotoğrafın içini boşaltıyor. Duvarların dışına taşmak lazım. Fotoğrafların sokaklara çıkması, evlerin içine bir biçimde girmesi gerekiyor. İster kitap, ister dergi, ister internet olsun, yöntem önemli değil. Biricik fotoğraf baskıları yapıp koleksiyoner duvarlarını bezemekten hiç bahsetmiyorum bile. Belgesel alanda üretilen fotoğrafların sanat nesnesi haline getirilmesi çok büyük bir yozlaşma noktası. “Sanatçılar nasıl hayatta kalacak?” sorusunu soranların, aynı zamanda sokaklarda “simit sat, onurlu yaşa” sloganlarına eşlik ettiklerini bilmek tadımı çok kaçırıyor. Belgesel fotoğrafçının kendini kapitalist sanat piyasası içerisinde sanatçılaştırması, onun en büyük açmazı bence.


II. BÖLÜM
İnternet Üzerinden Söyleşi/Röportaj: Tekin Ertuğ

Malûm, fotograf teknolojisinin icadını izleyen yıllardan itibaren en fazla tartışılan konulardan biri fotografın sanat olup olmadığı meselesidir. En büyük infial de ressamlar arasında yaşandı. Bir yandan fotografik eylemin pratiğinde çok çeşitli çabalar içinde oldunuz; diğer yandan seminer, söyleşi, atölye, makale, kitap ve dergi etkinlikleriyle teorik olarak da çeşitli çabalar içinde oldunuz. Postmodern çıkışların başlangıcından itibaren ise, hayatın çeşitli alanlarına ilişkin yazılıp çizilenlerin hemen hepsi sanat başlığı altında sunuldu. Bu gün ise artık insanların dışkılarını bile sanat olarak sundukları bir evredeyiz. Bu itibarla, sanatı ve fotografın sanat olması ya da olmaması meselesini masaya yatırmanızı rica ediyorum.

Sanat mevzuunda yetkin olduğumu söyleyemem ama elbette okuyup, düşünüp, tartıştığım konuların başında geliyor. Özellikle sanat ve fotoğrafın kesişen eksenleri, tartışmayı kaçınılmaz hale getiriyor. Fotoğrafın teknolojik bir alet ile üretiliyor oluşu nedeniyle bir sanat disiplini olamayacağını ifade etmeye çalışan bir makaleyi, daha bugün okudum. (http://haber.sol.org.tr/blog/fotograf-notlari/ceviri-levent-karaoglu/fotograf-sanat-degildir-107164) İçeriğine katılmadığım bir yazı olmasına karşın, fotoğrafın sanat olup olmadığının günümüzde hâlâ bu şekilde tartışılıyor olması nedeniyle son derece ilginç. Bu konudaki tartışmalar bugün üst üste geldi… Önce öğlen saatlerinde Özcan Yaman ile uzun uzun Sosyalist Gerçekçi Sanat ve Kapitalist Sanat ayrımları üzerine sohbet ettik, akşam ise Orhan Cem Çetin ile birlikte Galata Fotoğrafhanesi’nde yürüttüğümüz İleri Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nde belgesel fotoğrafın sanat kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini katılımcıların yaklaşımları ışığında tartıştık.

Genel hatlarıyla söyleyecek olursam kendimi, etkileşime açık, dönüştürücü, sınıfsal bilince dayanan sanat pratiklerine yakın hissediyorum. Kapitalist üretim ilişkileri içinde metalaşmaya yatkın sanat anlayışlarına ise oldukça mesafeliyim. Burada şunu ifade edebilmiş olmayı umuyorum: Her sınıfın kendine ait bir sanatı var. Çok çok uzun yıllar boyunca elitler için sanatsal üretimlerde bulunanların bugünlere kadar etkisini sürdüren eserlerini bugün nasıl yok sayamazsak, toplum içindeki dinamikleri değerlendirerek düşüncelerini muhtelif biçimlerde yaptıkları soyutlamalarla ortaya koyan insanların hayata müdahale eden eserlerini de yok sayamayız. Kendine sanatçı diyen insanların, sanatsal üretim disiplini içinde hayatlarını kurgulayanların kültür endüstrisindeki konumlanışları beni daha çok ilgilendiriyor. Yoksa “bu yaptığım sanattır” diyen kimseye itiraz etme hakkım yok. İster kalınbağırsaktan çıkmış olsun, ister diyaframdan… Orhan Cem Çetin’in dediği gibi: Sanatsal ürün, üretenin niyet ve beyanına göre oluşur. İzleyici olarak değerlendirirsiniz, yorumlarsınız, süzgeçlerinizden geçirirsiniz ve etkilenir ya da dudak bükersiniz. “Bu sanat değil” demenin pek de mânâlı olmadığını düşünüyorum.

Sanatsal ürünleri, kişilerin kendilerini ifade etme biçimleri olarak kabul ettiğimiz noktada gerçekten de, gündelik olandan ayrıştırılarak farklı bağlamlarda ortaya konan her şeyin bu kapsamda sanatsal ürün olarak kabul edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bence her şey bundan sonra başlıyor. İzleyici kimliğimle karşı karşıya kaldığım sanatsal ürünün bendeki etkilerini değerlendiriyorum. Bana, bize, ne söylemeye çalıştığına bakıyorum. Biraz önce dediğim gibi; ürün ile etkileşime geçebiliyor muyum, katmanlarının arasında kendime yollar bulabiliyor muyum, bu karşılaşma öncesiyle karşılaşma sonrası arasında kendimde bir farklılık görebiliyor muyum ve hayata dair özgürleştirici, yenilikçi, dönüştürücü, uyarıcı, bilinci pırıldatan bir etki hissedebiliyor muyum? Beni ilgilendiren kısım bu.

Fotoğraf ve sanat meselesine gelirsek… Evet, fotoğraflarını birer sanat ürünü olarak ortaya koyan insanların çalışmalarına bu kabul ile bakıyorum. Gördüğüm her fotoğrafı sanat eseri olarak kabul etmiyorum elbette. Yoksa, fotoğraf denilen aracın her versiyonunu sanat başlığı altına toplamak gerekir ki bu oldukça saçma olur. Vesikalık fotoğrafları, düğün fotoğraflarını, reklam fotoğraflarını, basın toplantısı fotoğraflarını, saksıdaki sardunyanın fotoğrafını, tabaktaki köftenin fotoğrafını, milyarlarcası çekilen selfie’leri neden durduk yere sanat eseri olarak benimseyip, kafa yorayım ki? Ancak aramızdan biri çıkıyor ve bu saydıklarımdan herhangi birini farklı kaygılarla, farklı bir bağlamda önüme koyuyorsa o zaman yeni bir “söz” ile karşılaşmanın heyecanıyla ben de algılarımı açıp, iletişimin tarafı olarak çaba harcıyorum. Ve nihayetinde kişisel ve toplumsal hayatımızdaki karşılığı ile bende bir değer yargısı oluşuyor. Özetle, kimileri fotoğrafı sanatsal kaygılarla üretiyor ve paylaşıyor, kimileri de bu kaygılardan bağımsız olarak bin bir başka niyetle üretiyor ve paylaşıyor.

“Gerçeklik” ve/ya  “gerçekçilik” olgusu da fotoğrafın en çok tartışılan meselelerinden biri oldu her zaman. Görünen ve/ya gösterilen ile görünmeyen ve/ya gösterilmeyen arasındaki bağ; gerçek ya da hakikat meselesi. Diğer yandan düzenleme, kurgu (müdahale) ile müdahalesiz fotograf meselesi. Bu günün belki en önemli kavramlarından olan “hiper gerçeklik” meselesi. Bu itibarla “Toplumcu Gerçekçi Fotoğraf”/“Sosyal Gerçekçi Fotoğraf” meselesi. Bütün bu meselelere ilişkin görüşlerinizi paylaşır mısınız lütfen.

“Gerçek ve gerçeklik felsefenin tartışma konusudur” sözünü dikkate değer buluyorum. Kavramların ele alınış biçimlerinde bir disiplinin önerilerini esas almadığımızda, birbirimizin ne dediğini anlamakta büyük zorluklar yaşıyoruz. Gerçek’i, insan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan, mevcut olan her şey, diye anlıyorum. Hakikat’i ise somut ve nesnel olanın bilinçteki tezahürü olarak… Bu kabullenişle yola çıktığımda, gerçek ve var olan her şeyi tarif etmek için kullandığımız gerçeklik, sahip olduğumuz bilgi ve ölçümleme becerilerimizin ulaşabildikleriyle sınırlı olması nedeniyle her vakit başka ihtimallere de kapı aralığı bırakan kavramlar. Bu nedenle çok takılmıyorum bu kısmına. Hele ki fotoğraf gibi bir alan üzerinde konuşuyorsak, bu alanda yapılan üretimlerin eldeki “cihaz”ın sınırlarıyla elde edilen, somut olarak var olanın soyutlamaları olduğunu düşünüyorum. Daha ziyade öne çıkarmaya çalıştığım kısım ise somut olanın bilinçte şekillenmesi, yani hakikat kısmı. Aydınlanmacı anlayışların ve modernist yaklaşımların, bilimsel olarak ölçülebilenlerin dışındaki her şeyi yok sayması ile çelişen bir kavrayış biçimi bu. İnsan bilincinin gelişen ve çok farklı nedenlerle farklılaşan yapısını gözardı etmeden düşünmeye çalışıyorum. Böyle olunca elimdeki cihazı kullanırken elde ettiğim görüntülere, camera obscura’ya beş yüz senedir yüklenen “gerçeğe ayna tutma işlevini”ni yükleme çabası göstermiyorum. Görünenlerin ve görünenin arkasında-içinde olanların bilincimdeki yansımasını ortaya koyuyorum. Sözcüklere, kavramlara yüklenen farklı anlamlar gibi görüntülere atfettiğim anlamlar da farklılaşabiliyor. Haliyle izleyiciyi bende şekillenen hakikat ile başbaşa bırakıyorum. İzleyici de karşılaştığı iki boyutlu görüntüyü kendi bilincinde harmanlıyor ve belki de bir başka hakikate ulaşıyor. Barthes’in tarif ettiği “studium”da buluşabilsek, uzlaşabilsek bile, ötesine geçmeye kalkıştığımızda ayrışmalar kaçınılmaz hale geliyor. Bütün bu nedenlerle, izleyiciden fotoğraflarıma “bendeki hakikat”i görmek ve kendi hakikatlerini bulmak için bakmalarını istiyorum.

Kurgu ve sayısal/analog yöntemlerle müdahale konularına da bu açıdan yaklaştığım için herhangi bir sorun görmüyorum açıkçası. İş ki, fotoğraf üreticisi kurgu olanı, müdahaleli fotoğrafı orijinal durumun görüntüsü olarak karşımıza çıkarmasın. Buna zaten hep birlikte “yalan” ve “yalancılık” diyoruz. Son yıllarda zaman zaman gündeme gelen “çoğaltılmış insan görüntüleriyle oluşturulmuş” miting fotoğrafları örneklerine tepki verirken söylediğimiz gibi…

Basın fotoğrafçılığı, gerçek hakkındaki tartışmaların odağında olmaya devam ediyor. Aslına bakarsanız en çok bu alanda tartışmaya ihtiyaç var. Zira insanlar halen fotoğraf ve video yoluyla, bizzat tanıklık edemedikleri durumların bilgisini almaya çalışıyorlar. Ancak haber metninden pek de bir farkı yok bunların. Yazıya, metne atfetmediğimiz “orijinal duruma uygunluk, doğruluk” özelliği, görsel mecrada hâlâ oldukça önemli. Metnin yazarı tarafından gerçeğin tahrif edilebilirliğinin karşısına fotoğrafçının makinesi ile elde edilmiş görüntünün güvenilirliğini çıkarmayı pek anlayamıyorum. Roger Fenton’un Kırım, Matthew Brady’nin Amerika İç Savaşı fotoğraflarına bakarak mı? Her ikisi de manupülasyonun doruklarında dolaşan işler. Spencer Platt’ın, 2006’da Beyrut’taki kırmızı otomobildeki gençler fotoğrafıyla aldığı World Press Photo ödülü örneğini
(http://www.archive.worldpressphoto.org/search/layout/result/indeling/detailwpp/form/wpp/q/ishoofdafbeelding/true/trefwoord/year/2006) bile bile halen fotoğrafın her daim gerçeği yansıttığını, hakikati gösterdiğini söylemek mümkün olabilir mi?

Fotoğrafları külliyen birer kanıt olarak ele almak büyük bir yanılgı. Tüm kanıtlarda olduğu gibi fotoğrafların da kanıt olma özelliği taşıyıp taşımadığı başka bilgilerle desteklenmedikçe değersizleşecektir. Tüm UFO fotoğrafları buna en iyi örneği oluşturuyor.

Son olarak “toplumcu gerçekçi” veya “sosyal gerçekçi” fotoğraf konusuna gelirsek… Belli bir felsefi arka planı olan, kendi içinde gelişen ve farklılaşan bir sanatsal anlayış olması sebebiyle dikkate değer bulduğumu söyleyebilirim. Hayatı belirgin bir felsefi disiplin çerçevesinde algılayan insanların günümüzde de geçerliliğini koruyan önermesi, dayatmacı üslupların sevimsizliği nedeniyle epey gözden düşmüşse de, halen ve giderek de artan biçimde gereksinim duyduğumuz vurgulara sahip olduğu için gözardı edilmemeli. Bir kavrayış ve ifade yöntemi olarak kendimi yakın hissettiğim ancak tümüyle dahil olduğumu düşünmediğim bir akım diyebilirim.

Fotoğraf dernekleri özellikler amatör fotoğrafçıların eğitim alabildikleri, deneyimlerini aktardıkları, fotografik bağlamda bir şeyleri bireysel olarak ya da birlikte üretip paylaştıkları önemli sosyal alanlar oldular. Fotoğrafta sayısal sistemin (dijital teknolojinin) yaygınlaşmasıyla birlikte bir yandan amatör fotoğrafçı sayısı çok hızlı artma eğilimi gösterdi, diğer yandan dernekler dışında eğitim veren, fotoğraf paylaşım olanağı ve sosyal ortam sağlayan çeşitli özel mekânlar, atölyeler ortaya çıktı. Fotoğraf serüveniniz içinde çeşitli yeni mekânlara ve neredeyse fotoğrafın her alanına ilişkin çok sayıda deneyim ve hatırı sayılır bir birikiminiz olduğu aşikâr. Dijital sistemdeki yeniliklerin hızı da malûmunuz olduğu üzere abartılı şekilde meraklı olan kimseler dışında neredeyse insanın takip edemeyeceği, yetişemeyeceği bir ivmeyle yol alıyor. Dernek ortamlarında yüzyüze sağlanan iletişim ve paylaşım da, yerini büyük ölçüde internet üzerinden iletişime ve paylaşım olanaklarına bırakmış gibi görünüyor. Hal böyle iken, gelecek on yıllarda derneklerin durumu ne olur? Yani, derneklere hâlâ gereksinim duyulur mu? Dernek olgusu yerini başka bir olguya, yeni bir mecraya bırakır mı? Böyle bir ihtimal ufukta belirmekte iken, mevcut dernekler ne yapmalıdır?

Açıkçası geniş üyelik sistemi olan derneklerle ilgili pek birikimim yok. Geçmişimde üye kaydı yapılmayan bir dernek ve bir vakıf kuruculuğum var. Her ikisi de kitlesel bir organizasyondan ziyade belirli işleri yapmak üzere oluşturulmuş dar kadrolu örgütlenmeler... Öte yandan hiç kuşkusuz ki fotoğraf dernekleri ile temaslarım da oldu. Geçmiş yılları hatırlayarak söyleyecek olursam, örgütlenme yapıları,  yarışmacı zihniyetleri, tektipçi yaklaşımları gibi nedenlerden dolayı üye olmayı hiç düşünmedim, bu yönde bir heyecan duymadım. Fotoğraf bilgisine ulaşılabilirliğin sınırlı olduğu yıllarda önemli bir işlevi yerine getirdiklerini; bilginin paylaşımını, yaygınlaşmasını belli ölçülerde sağladıklarını kabul ediyorum. En iyi ihtimalle talihsizlik diyeceğim. Talihsizlik şudur ki Türkiye’de fotoğrafın neredeyse tek bir güçlü kanaldan yol almasına da sebep oldular. Küçük küçük kollara ayrılıp verimli bir delta oluşmasının önünde engel teşkil ettiler. Güçlenen akıntının önünü tıkama noktasına geliniyordu ki, internet sayesinde ufuklar genişledi. Son yıllarda derneklerin faaliyetlerine baktığımda, onların da egemen fotoğraf anlayışının dışında başka başka arayışlar içine girdiklerini görebiliyorum. Bu hepimiz için iyi haber. Sorgulamayan, tüketici, tekrara dayalı fotoğraf anlayışı gerileme eğilimi gösteriyor. Ancak zaman alacak. Çünkü internet bir yandan da geniş paylaşım olanakları vasıtasıyla, bu geçmiş zaman anlayışlarıyla üretilen fotoğrafların popüler kültürdeki yerini pekiştiriyor. İkisi arasındaki sessiz çatışmadan büyük ve güçlü bir çeşitliliğin serpilip çıkacağını düşünüyorum, umuyorum.

Derneklerin, insanların bir arada olma gereksinimlerine de büyük ölçüde cevap vermeye çalışan yerler olduğunu kabul edersek, sosyal ortam olarak daha uzun yıllar varlıklarını koruyacaklar gibi görünüyor. Ancak öteden beri gençler için bir cazibe alanı olamamaları gibi bir handikapları var derneklerin. Gençler arasındaki iletişim biçimleri değiştikçe bu buluşamama hali daha da derinleşecek. Yaşlılar kulübüne dönüşmemek için dernek bileşenlerinin epey bir kafa yormaları gerekiyor bundan sonra. Yönetim yapılarını esnekleştirmek, katılımcı bir yönetsel yapıya evrilmek, yarışmacı zihniyetten uzaklaşıp kolektif üretimlerde yoğunlaşmak, dünyanın en ciddi işinin yapıldığı yerler olma halinden vazgeçip daha eğlenceli ve davetkâr olmaya çalışmak gerekecek. Bunca deneyimin üzerine kolay olmayacak bu da…

Foto muhabirliği de profesyonel bir meslek olarak sıkıntılı, problemli bir süreçten geçiyor. Sizin de ciddi anlamda bir foto muhabirliği geçmişiniz ve deneyiminiz var. Dolayısıyla, vaziyeti yakından bilen birisiniz. Foto muhabirliği mesleği bu gün nasıl bir atmosfer yaşamaktadır, gelecek on yıllarda durum ne olur sizce?  

Dün ile bugün arasında çok köklü bir ayrım görmüyorum. Aynı örgütsüzlük, aynı mesleki sorunlar, benzer nitelik seviyesi problemleri… En büyük fark, dünya ile entegre olmaya başlayan bir görünüm çizmesi. Bu da yine internetin yararları hanesine yazılabilir. Genç kuşağın, dünya basın fotoğrafını çok yakından takip ediyor ve trendlere ayak uyduruyor olması, hepimizin bildiği sonuçları beraberinde getiriyor. Türkiye’de fotoğraf üreten foto muhabirlerinin fotoğrafları uluslararası medyada manşetlere çıkıyor, mesleki yarışmalarda ödüller kazandırıyor. Meslek dışından fotoğrafçıların özellikle toplumsal olaylardaki performansı, -çok gerekli mi bilmiyorum ama- diğerlerinin rekabet duygusunu kamçılıyor. Yurttaş gazeteci kavramıyla beraber ele alınacak olursa yurttaş fotoğrafçıların çığ gibi büyümesi, nitelikli çalışmalara imza atması, meslek içindekilerin kendilerini daha diri tutmasına sebep oluyor. Bir diğer olumlu nokta da akademik ortamda fotoğraf eğitimi almış kişilerin mesleğe ilgi duymaya başlamaları. Bu da gelişim ivmesini yükseltiyor elbette. Ancak basın fotoğrafçılığını bir meslek olarak ele alıyorsak, “daha iyi fotoğraflar”ın üretiliyor olması çok da bir şey ifade etmiyor bana. Mesleğin köklü sorunlarını çözme yolunda neredeyse en küçük bir adım atılmıyor. Bu da yetişen kuşaktaki insanların çok geçmeden bu alandan uzaklaşmalarına sebep olacağı için gelişim çizgisinin korunması pek mümkün olamayacak korkarım.

Diğer yandan basılı yayın organlarının giderek sahneden çekilmeye başlaması, internet yayıncılığının gelecekte egemen hale geleceği öngörüsüyle, mesleki anlamda bir daralma yaşanacağını düşünerek endişelenmek ve bunun üzerine kafa yormak gerekiyor.

Son bir nokta olarak da basın fotoğrafçılığının sayısal dünyada verdiği etik sınava değinmek lazım. 2014 yılında çekilen basın fotoğraflarının değerlendirildiği World Press Photo yarışmasında finale kalan fotoğrafların yüzde yirmisi fotoğraflardaki manupülasyonlar nedeniyle diskalifiye edilmişti. Bu da çektikleri görüntülere “kabul edilebilir” sınırları aşarak müdahale eden fotoğrafçıların sayısının hızla arttığını gösteriyor. Temel gerekçe nedir peki? Daha kusursuz görüntüler! Yani olayın içeriğinden ziyade, piyasada öne çıkma ihtirası. Yarışmacı anlayışlarla yetişen nesillerin erozyonu hakkında biraz da olsa bilgi veriyor bu durum. Şekilci, yeni bir estetiğe dayanan tehlikeli bir dalga hüküm sürüyor basın fotoğrafında. Piyasa koşulları zorlaştıkça kendini bu anlayış içinde rekabet etmek zorunda hisseden fotoğrafçılar etik sınırları gizlice yıkmaktan kaçınmıyorlar. Bu gizlice yapılan uygulamalar gelecek yıllarda belki de alenileşecek ve kurumsal kabuller oluşacak. “Gerçek” ve “hakikat” üzerine kurduğumuz cümleleri o günlerde nasıl değerlendireceğiz, doğrusu merak ediyorum. Basın fotoğrafçılığında mesleki bir koruma alanı olarak görülen “görüntünün orijinal durumla olan tartışmasız bağı” mesleki rekabet ve piyasa koşulları nedeniyle sarsılmak yerine, düşünsel bir açılımla yıkılsa açıkçası hiç itirazım olmayacak.

Başka alanlarda olduğu gibi denebilir ki fotoğrafta da en problemli olduğumuz, en zayıf olduğumuz, eksiğimizin en fazla olduğu alan, teorik alandır. Başucu eserlerimiz Sontag, Barthes, Bauerillard, Benjamin, …vb oldu her zaman. Bunu neyle açıklarız ve nasıl aşarız sizce?

Sorunun içinde cevap da var, görebildiğim kadarıyla. Evet, “başka alanlarda olduğu gibi fotoğrafta da”… Fotoğrafın, hayatın diğer tüm alanlarıyla birlikte varolduğunu kabul ediyorsak, oradaki her eksikliğin kaçınılmaz olarak fotoğraf alanına da yansıyacağını kabul edebiliriz. Okullardaki en sıkıcı derslerden biridir felsefe. Müfredata adeta silah zoruyla konmuş gibidir. Ezberlenmesi gereken bilgiler yumağına dönüştürülmüş; kendimizi, varlığımızı anlama çabası olarak algılamamızın önüne geçilmiştir. Buralardan başlar süreç… Derneklerde, kulüplerde, atölyelerde ve hatta akademik eğitimde dahi pratiğin yanında esamesi okunmaz. Ne çektiğimizi, ne için çektiğimizi, neye hizmet ettiğimizi bilmeyiz. Çoğunlukla bütün bunlar aklımıza bile gelmez. Fotoğraf okur-yazarı değilizdir. Kompozisyon dendiğinde aklımıza sadece altın oran, çizgiler, perspektif kaçışları, sadelik gibi beylik başlıklar gelir. Fotoğrafta anlamı aramak bizi fotoğraftan soğutur. Biçimsel fotoğraf bu nedenlerle had safhada yaygın memlekette… “İyi ışık”, “güçlü lekeler”, “başarılı oranlar” yeter de artar bizim için.

İki yol var önümüzde, kanaatimce. Biri ütopik görünüyor. “Eğitim şart” gevezeliğinde eriyip giden umut ışığı, kültür politikalarının köklü biçimde değişmesinde. Bu sadece Türkiye’nin sorunu da değil üstelik. “Cahil ve yoksul bırak, rahat yönet” mottosunun gereği olarak tüm insanlığın başındaki sistemsel bir dert. Sistemsel bir değişiklik gerçekleşmeden cehalet ile olan mücadelenin okuma-yazma oranlarındaki artıştan ibaret kalması kaçınılmaz. Sonuna kadar sorgulayan, bilgiyi sentezlemeyi bilen, güçlü insani değerlere sahip kuşakların yetişmesi gerekiyor. Nasıl olacak bu? Ütopik olduğunu düşünsek bile olabilirlik payına inanarak yol almak gerekiyor. Bununla eşzamanlı olarak tutulması gerektiğini düşündüğüm ikinci yol, küçük ama etkili adımların sıklaşmasıyla oluşturulacak birikim. Bireysel ve örgütlü etkileşimlerle şimdiden yapılabilecek her şey yapılmalı. Çıkar ve korkulardan arındırılmış akıl ve vicdan tek yol göstericimiz. Bu küçük adımlar nihai olarak hiçbir işe yaramayacak olsa bile etkileri cehennemimize giden yolun uzamasını sağlayacak.

Fotoğraf, sinemanın atası olduğu halde, sinemanın bir dil oluşturduğu; fakat fotoğrafın, kendisini geleneksel resim sanatının üzerine inşa ettiği ve onun dilini devraldığı, henüz kendi dilini oluşturamadığı yönünde bir sav ile fotoğrafın, daha teknolojisinin icadından itibaren kendi dilini oluşturduğu yönünde karşı bir sav mevcut. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Fotoğrafın, hiçbir koşulda dil olamayacağını iddia edenler de var kuşkusuz. Bir dilin oluşumu ve gelişimi gözönünde tutulduğunda bu görüşte haklılık payının olduğunu düşünüyorum. Belki şuradan da itiraz edebilirim dil mevzuuna: Diller, kendilerine has kurallar dizisine tabidir. Fotoğraf ise (ki bunun içine resim ve sinema gibi diğer sanatları da ekleyelim ve fakat fotoğrafı büyük genelleme içinde sanat sınırlarına sıkıştırmayalım…) belli bir tarihsel süreç içerisinde, coğrafi ve kültürel olarak birarada bulunan insanların ürettiği bir kurallar bütününe sahip değildir. Özgün, dönemsel trendlere göre farklılaşan, etnik-kültürler üstü görsel bir iletişim aracı olarak kabul edilmesi benim için yeterli bir nokta aslına bakarsanız.

Resim ile aralarındaki bağa gelirsek… En temel bağın kökeni, Rönesans dönemindeki optik gerçekçiliğe dayanıyor sanırım. Daha önce tartışmaya çalıştığım fotoğrafa atfedilen “gerçeğe tutulan ayna” klişesi de o vakitlerden yerleşiyor batı kültürüne. Camera Obscura, gözün gördüğüne en sadık biçimde kopya üretmek için kullanılıyor ve Niepce ilk fotoğrafı aslında, resimleri kopyalamada yeni bir yöntem üzerine çalışırken çekiyor. Daguerretype’a ilk tepki ressamlardan geliyor ve sonrasında birçok ressam fotoğraf makinesi kullanmaya başlıyor. Işık bilgilerini, kompozisyon becerilerini bu yeni alanda da değerlendiriyorlar. High Art’çılar, doğrudan fotoğrafın tahtını kurmaca fotoğraflarla sarsarken resimlere çokça öykünüyorlar. Rembrandt ışığı halen revaçta; Salgado fotoğraflarında Hıristiyan sanatına göndermeler yapmaya devam ediyor. Bütün bunlar fotoğraf ile resim arasındaki kök bağların oldukça güçlü olduğunun göstergeleri. Diğer yandan fotoğraf da, resmin kendi iç çeşitliliği yaratması ve diğer disiplinler ile etkileşime girmesi gibi bir etki genişletme arayışına neredeyse yüzyıldan uzun bir süredir girmiş durumda. Bu da bağımsız bir anlatı disiplini olma yolunda ilerlediğini gösteriyor.

Yapısı itibariyle sinema kadar kitlesel bir tüketim alanına sahip olamayan, bireysel üretim ve tüketime daha yatkın olan fotoğrafın, geleceğinde de sinema ile organik bağlarını sürdürmesinin dışında olası bir atağı olamayacak, diye düşünüyorum. Bunda ısrar etmeye de gerek de yok sanırım. Fotoğraf kendi sınırlarını kişisel ve dönemsel algı değişiklikleri üzerinden zorlaya zorlaya daha epey yol alabilecek. Fotoğrafın en çok hoşuma giden yanı, ütopik dünyada herkesin içindeki üretken yanı açığa çıkarıp sanatçılaşması beklentisine en yakın alanlardan biri olması. Sayısal dönemde bunun önündeki teknik zorlukların yarattığı engellerin de azaldığı düşünülürse, fotoğraf hepimize, kendini bu yolla iyi-kötü ifade eden bireyler olma şansı sağlıyor.

Fotoğrafçının okur-yazarlığı meselesine dair ne söylemek istersiniz? Fotoğrafın ve elbette ki fotoğrafçının diğer sanat dallarıyla (resimle, heykelle, edebiyatla, sinemayla, şiirle vs) ilgisi/bağı; bununla birlikte hayatın ve kısmen bilimin çeşitli alanlarıyla (sosyolojiyle, psikolojiyle, arkeolojiyle, antropolojiyle, felsefeyle, tarihle, sanat tarihiyle, siyaset bilimiyle, hukukla, teolojiyle vs) ilgisi/bağı meselesini irdeleyebilir misiniz lütfen.

Beslenme çeşitliliğinin yanı sıra duyarlılık gelişimi, dünya görüşü ve vicdan konularına işaret eden bir soru olarak algılıyorum bunu. Bu yüzden de fotoğraf ve fotoğrafçıya dair bir gereksinimden çok insani bir gereksinime işaret ediyor olmalıyız. Fotoğrafın, sadece bir anlatma yöntemi değil, hatta daha ziyade bir anlama çabası olarak görülmesi beni oldukça etkiliyor. Genel geçer bilgi ve yargılarla üretilen, derinliksiz anlatılar oluşturmak yerine öncelikle fotoğrafçısının düşünmesini sağlayan bir süreç olarak fotoğrafa bakmak hepimiz adına umut verici. Fotoğrafçının düşünme süreci sadece görüntülerle karşılaşma anıyla sınırlı olduğunda klişeler devreye giriyor. Gelişime sınırlı miktarda açık olan bu biçimin yerine çeşitli alanlardan beslenen düşünme biçimi, nihayetinde fotoğrafa da yansıyacaktır; en azında ihtimal düzeyinde böyledir diyebilirim. Bilgiyi fetişleştirenlerden değilim. Bilgiye şüphe ile bakılması, dünya görüşü ile harmanlanması, sentezin vicdan testinden geçirilmesi gerekiyor. Çok zor bir süreç… artık ne kadar becerebiliyorsak…

Çalışmaların, üretilenlerin basılı eser haline getirilmesi/getirilememesi, kitaplaştırılması ya da kitaplaştırılamaması konusu, önemli konulardan biridir. Çünkü basılı eser, kalıcılaşma beklentisinin karşılığı olarak görülür. Çok sayıda seminer veriliyor, panel yapılıyor, sohbet ediliyor, yorum yapılıyor ve yazı yazılıyor; sayısını söylemekte bile zorlanacağımız kadar fazla miktarda fotograf üretiliyor. Neredeyse hepsi buharlaşıp havaya uçuyor; rüzgâra veriliyor ya da suya yazılıyor. Mevcut potansiyele bakıldığında, her yıl onlarca basılı albüm ve onlarca başka kitap çıkması beklenir. Ama yok. Ne yapmalı? Nedir iyi olan, doğru olan, isabetli olan?

İskenderiye Kütüphanesi’nin yok edilişinin hesabını hala verememiş ve veremeyecek bir canlı türünün üyesi olarak oyumu kitaplardan yana kullanmaya devam ediyorum. Öte yandan, güncel araçlardan da uzak durmayıp internet ortamının katkılarını yabana atmamaya da özen gösterenlerdenim. Düşüncenin ve sözün çeşitli yöntemlerle kayıt altına alınıp paylaşılması ve biriktirilmesi her daim önemsenmeli.

Düşünsel-görsel üretimlerin kitap ya da basılı bir ürüne dönüştürülmesi ekonomik bir döngünün içinde gerçekleştiği için özellikle bu coğrafyada epeyce zorlayıcı bir çabaysa da üretimlerin kolektif çabalarla kapital engelini aşmaya çalışılarak basılı yayına dönüştürülmesi, bir olanak olarak elimizin altında duruyor hâlâ. Özverili bir yaklaşımla yapılabiliyor bu. Ancak yaygın, kitlesel bir yayıncılık –dağıtımı da içine katarak söylüyorum- büyük ölçüde sermayenin tekelinde tutulduğu için kolektif çabaların etkisi sınırlı bir alanda kalıyor. Hem çok dar bir kitle ile buluşulabiliyor hem de çoğu zaman uzun ömürlü örnekler ortaya çıkamıyor. Olsun! İşgal altındaki hayatlarımızda küçük temiz hava delikleri açmanın dışında şimdilik başka şansımız yok. Kitapların, bize zorla belletilenlerde açtığı delikler de betonla doldurulamıyor üstelik. Nefes almak için alternatif yayınlar üretme konusunda ısrarcı olmak zorundayız.

Dergiler. Basılı dergiler… Küçümsenemeyecek sayıda sanal dergi epeyce bir zaman yayın yaptıysa da, amatörce, yani gönüllü çabalarla yapılan işler yorgunlukla, bıkmakla sonlanır genellikle. Bazısı öyle oldu, bazısı yol almaya devam ediyor. Birkaç tane basılı dergi yayın hayatına girdiyse de, bazıları uzun soluklu olamadı. Dergilerin sanat, edebiyat, bilim dünyasında yeri son derece önemlidir. Eksik olan ya da yanlış olan nedir, neden yürümüyor? Nasıl bir yol izlemeli ki nitelikli ve uzun soluklu bir dergi yayın hayatında olsun?

İçinde yaşadığımız toplumun sosyo-kültürel ve ekonomik durumuyla izah edilecek bir durum bu sanırım. Kitapları yakan ve yayınları yasaklayan bir otoritenin baskısı altında olup da bunu önemsemeyen insanlar, komşusunun evindeki kitaplığa bakıp, “bunların hepsini okudun mu?” diye sorar, okumanın siyaseten tehlikeli olduğunu düşünür, fırsatını bulduğunda kitapçı dükkânını yakar elbette. “Oku!” diye bir emir verildiği için, dini kitapları okur en fazla. Üstelik biraz da yoksulsa, kültürel köklerinde de olmadığı için sınırlı ekonomik kaynağını dergilere, kitaplara aktaramaz. Arttırabildiği kadarıyla, kendini sınıfsal olarak kandırabileceği naif lükslere yöneltir. Az sayıdaki farklı tercihlere sahip okur-insanlara ulaşabilmek büyük, güçlü bir birikim oluşturmayı, insanüstü çaba göstermeyi, ekonomik kaynak yaratmayı ve doğru konjonktürü yakalamayı gerektirir. Gazetecilik ve fotoğrafçılık hayatımın önemli bir kısmını dergilerde çalışarak ya da dergiler yayımlayarak geçirmiş biri olarak bunların bir araya gelmesinin son derece güç olduğunu biliyorum. Sponsorluklar, reklâm sayfaları filan hepsi nafile… Okuyucunun sahiplenmediği yayınların yaşama şansı yoktur. Popüler kültür alıcısına seslenmiyorsanız hemen hiç şansınız yoktur. Beş-on sayı yayınlayacak ekonomik altyapıya sahipseniz okuyucuyla yayın arasındaki etkileşimi test edebilirsiniz. Bazen iyi içerik sizi Geniş Açı Dergisi’nde olduğu gibi 50. sayılara kadar taşır. Bazen konjonktür yıllarca sizi hayatta tutar, Express Dergisi örneğindeki gibi; muhalif düşüncenin sesi olmuşsunuzdur bir süreliğine. Ancak günü geldiğinde satış rakamları ile maliyetler arasındaki makas açılmaya başlar, sürdüremezsiniz. Çünkü aslen hedeflenen okuyucu sayısına ulaşamamışsınızdır. Yayınınızın içeriğini yeterince sahiplendirememişsinizdir okuyucuya. Bugüne kadar üç dergi yayımlamış ve üçünü de onuncu sayıya bile ulaştıramamış biri olarak eleştiri payının yarısını kendime ayırıyorsam, diğer yarısını memleketin özgün gerçekliğine ayırıyorum.

Ülkemizdeki fotograf entelejansiyasının hayli dağınık olduğu, fazlaca biraraya gelemedikleri, dolayısıyla ciddi sohbet ve tartışmaların gerçekleşmediği, o yüzden fikir üretmek ve paylaşmak, yol yordam önermek konusunda sıkıntılı olduğumuz söylense, bu serzenişi veya tespiti doğru bulur muydunuz? Tespit doğru ise, sorunu gidermek için ne yapmalı, nasıl bir yol izlemeli?

AFSAD tarafından geçmişte düzenlenen fotoğraf sempozyumları bu buluşmaların –çoğu zaman- iyi ve nitelikli örneklerini oluşturuyor. Bu gibi tartışmalı ortamların kurumlar tarafından önemsenerek hayata geçirilmesi ve hayatta tutulması gerekiyor. Popüler alana kilitlenmiş ilginin entelektüel tartışmaların yürütüldüğü, düşüncelerin birbirinden beslendiği organizasyonlar yönlendirilmesine, bunları artırma misyonunu üstlenecek yapılara ihtiyaç var. Fotoğraf alanındaki kurumsal yapılar, küçükten büyüğe, yarışmalarla vakit kaybediyor maalesef. Sadece vakit kaybedilse yine iyi, demek durumundayım. Zihinsel kirlenmeye sebep olmaları da ayrıca çok kötü. Hayatı rekabet üzerine kurgulayan egemen zihnin kuyruğuna takılıp, insanları boş, kariyerist, üstelik naif maratonlarda terletip duruyorlar. Oysa birbirimizi dinlemeye, birbirimizden öğrenmeye, çatışmalarımızdan beslenmeye hepsinden daha fazla ihtiyacımız var. Fotoğraf çekmekten çok, fotoğraf üzerine düşünüp, konuşmak için yol haritaları çizilmeli. Atölyeler, seminerler, konferanslar, forumlar, paneller ve sempozyumlar yapılmalı. Yoksa fotoğrafın akıl ve bilinç işi olduğunu tümden unutacağız. Akıl ve bilinç fotoğrafı terk ettiğinde vicdan ve duygular da silinip gidecek.

Foto muhabirliği, dijital sisteme geçişle ve ona bağlı olarak kayıt cihazlarının yaygınlaşmasıyla birlikte hızla tarihe karışacak mesleklerden biri olma eğilimine girdi. Bunda mutabıkız. Ancak hayatı fotograf olan, geçmiş zamanda yıllarını foto muhabiri olarak geçiren insanlar bundan böyle ne yapmalılar, nasıl bir yol izlemeliler? Yaşamlarını nasıl kazanabilirler?

Hayır, maalesef ben ilk cümle üzerinde mutabık değilim. Basın fotoğrafçısının işlevini hiçbir mobese kamerası, hiçbir uydu kayıdı, hiçbir teknolojik icad yerine getiremeyecek.

Benzer bir tartışmayı geçtiğimiz yıllarda “yurttaş fotoğrafçı/gazeteci” mevzuunda da yaşamıştık. Herkesin elindeki fotoğraf çekebilen aletlerle olayları fotoğraflayabilir hale gelmesinin basın fotoğrafçılığını bitireceği ileri sürülmüştü. Teknolojik kayıt cihazları, bilinçli, duygusal ve vicdani kararlar üretemeyecekleri için hiçbir zaman mesleki standartlara ve deneyimlere sahip insanların üretecekleri görüntüleri elde edemeyecek ya da muadil olamayacak. Farklı bir işlevleri olabilir, hatta önemli kayıtlar üretebilirler ancak okuyucu-izleyicisini tanıyan, yayının ihtiyaçlarını bilen, kişisel birikimi olan bir insanın çekeceği bir fotoğrafın muadilini üretemezler.

Diğer yandan gerek yurttaş fotoğrafçı/gazetecilik olgusu, gerekse de teknolojik yeni olanaklar basın fotoğrafçılığı mesleğinde istihdam daralmalarına sebep olabilir, mesleki şartların fotoğrafçılar aleyhinde kötüleşmesine yol açabilir. Bu yöndeki gidişat şimdiden görünüyor aslında. Pek çok önemli basın fotoğrafçısı hayatlarını sürdürmek için yan işler yapmaya, düşük hayat standartlarında yaşamaya adapte olmaya çalışıyor.

Sıklıkla dile getirdiğim gibi oldukça özgün bir meslek basın fotoğrafçılığı. İdealist bir yaklaşım gerektiriyor. Genel geçer bir hayat yaşanamıyor çoğu zaman. Çok hareketli olmak, çok yönlü olmak, çok üretken olmak gerekiyor. Basın fotoğrafçıları, hem yaşadıkları topraklar üzerinde olup bitene, hem de uzaklarındaki süreçlere yoğunlaşmaları gerekiyor.

Türkiye’de de, dünyanın farklı yerlerinde de kolektifler oluşturarak güç birliği yapanların sayısı da her geçen gün artıyor. Görünürlük, dayanışma, çeşitlilik bu sayede sağlanıyor ve böylelikle medya pazarında bir seçenek oluşturulabiliyor.

Bazı fotografların kamuoyu bilinci ve/ya duyarlılığı oluşmasında çok etkili olduğu savı dikkate değer bir savdır. Bu bağlamda belleklere kazınmış örnekler var. Bu konudaki özgün yaklaşımınız nedir, neler söylemek istersiniz? Uygun bulduğunuz örnekler üzerinden görüşünüzü ve yorumunuzu paylaşır mısınız lütfen.

Nilüfer Demir’in çektiği Suriyeli Aylan Kurdi’nin fotoğrafı bu anlamdaki son örneklerden biri olsa gerek. Aylan’ın sahildeki cansız bedeninin görüntüsü tüm dünyada büyük yankı uyandırmış, mültecilik konusunun daha güçlü biçimde tartışılmasına neden olmuştu. Üstelik tartışma sadece mültecilik üzerine yaşanmamış, medya etiği, savaşın sebep ve sonuçları gibi farklı boyutlara yayılmıştı.

Fotoğrafların kitlesel etki yarattığı çok sayıda örnek göstermek mümkün elbette. Bu etkinin niteliği ve yarattığı sonuçlar da ayrıca tartışma konusu. Hemen herkesin bildiği Kevin Carter’ın Sudan’da çektiği açlıktan ölmek üzere olan çocuk ve akbaba fotoğrafı sayesinde Afrika’ya yapılan yardımlarda ciddi artışlar yaşandığını hatırda tutmakta yarar var. Dorothea Lange’ın 1929’da ABD’de yaşanan büyük ekonomik kriz döneminde görüntülediği göçmen anne ve çocuklarının fotoğrafı da o günlerden bu yana insanlar üzerinde derin etkiler yaratmaya devam ediyor. Yine ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Abu Garip Cezaevi’nde askerler tarafından çekilmiş işkence fotoğraflarının medyada yer almasıyla Amerikan Hükümeti epey sarsılmış, büyük bir eleştiri atağına göğüs germek, sorumlular hakkında yaptırım uygulamak zorunda kalmıştı. Halepçe katliamı sonrasında çocuklarına sarılarak ölmüş babanın fotoğrafı ya da ABD’nin Vietnam’da napalm bombası kullandığını kanıtlayarak savaşın sürecini bir anlamda değiştiren, Nick Ut’un, yanmış çıplak bedeniyle korkudan ağlayarak yürüyen Kim Puch adlı küçük kızı ve diğer çocukların halini gösteren fotoğrafı… Hepsi insanlığın hafızasında yerini almış durumda. Türkiye’de de, Gezi Direnişi döneminde çekilen başta “kırmızılı kadın” fotoğrafı olmak üzere yerel örneklerle liste oldukça uzatılabilir.

Pekiyi, dünyanın yakın tarihinden bu kadar etkili, güçlü fotoğrafların yer aldığı bir listeye sahip olmamıza karşın değişen ne? Görünen o ki köklü bir değişim yok. Üstelik geçmiş zamanlara göre fotoğrafların nispi değiştirici, dönüştürücü etkisi hızla azalıyor. Yine de sarsıcı nesnel gerçekliği barındıran fotoğrafların görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz durumları yansıtan içerikleri sayesinde derin uykularımızdan kısa süreliğine de olsa uyanmamıza yardımcı olmalarını önemsemek lazım, tabii –klişe de olsa- şu sözü unutmadan: “Dünyayı fotoğraflar değil, bu fotoğrafların ardındaki hakikati görebilen insanlar değiştirebilir.”

“Önce söz vardı” derler, ardından “sonra yazı icat oldu” diye eklenir. Küçük bir deneme yapıp, bunu biraz daha geliştirmek mümkün. “Önce işaret vardı, sonra söz oldu, sonra yazı icat edildi” dedikten sonra, “şimdi görsel var” diye ekleyebiliriz. Gerçekte durum nedir ve bu hâl bizi nereye taşır sizce?

Zor soru! Ben yukarıdaki sıralamaya işaret ile yan yana olacak biçimde “ses”i de yerleştirmek isterim. “Önce ses ve işaret vardı” Söz, sesin organize hale geldiği; yazı da ses ve işaretin buluştuğu noktaydı sanırım. Diğer yandan “görsel” de en az bunlar kadar eski bir zamanın icadı. Mağara duvarlarından, tapınak duvarlarına, deri tabakalardan, kâğıda ve tuallere ulaşan görseller yakında iki yüz yıllık olacak bir başka ortamda daha hayat buldu. O doğum tarihi, yani fotoğrafın doğum tarihi, makinelerin, sanayinin çarklarının doğum tarihinden çok kısa bir zaman sonrasına denk düşüyor. Fotoğraf, insanın sanayileşme, kapitalistleşme, modernleşme çılgınlığıyla, kendi dâhil her şeyi yok etme süreciyle akran.

İnsanlığın ölümsüzlük arayışında sembolik bir yere sahip olan fotoğraf, aslında tersine onun –bizim- yok oluşunu kaydediyor. Uzunca zamandır hareketsiz/hareketli görsellerin arasında son nefesimizi alıyoruz. Bu görsellerin bir kısmı bizden ölmek üzere olduğumuzu gizlemeye çalışırken, bir kısmı da akıbetimizi gözümüze sokuyor. Öyle ya da böyle boğuluyoruz. Bizi boğan ve yok etmek üzere olan görseller değil elbette. Suretimizi, nesnemizi sonsuzluğa taşıyacakmış gibi yaparak bizi avutan görüntülerin bir suçu yok. O görüntüleri sinsi bir savaş aracı gibi üzerimize salan, bizi esir alan, bizi teslim alan şeyin adı ihtiras; gücü her anlamda ve ne pahasına olursa olsun elde tutma ihtirası.
Bu ihtiras yüzünden, hep birlikte son nefesimizi verirken fotoğrafımızı çekecek kimse kalmayacak etrafta. Topyekûn yok oluşu kaydetme işi işte o vakit teknolojik aletlerin işi olacak korkarım.
   
(Bu oto-biyografik metin ve röportaj, sevgili Tekin Ertuğ'un hazırladığı Işıkla Resmedenler kitap serisinin Alter Yayınları tarafından basılan 6. kitabı hazırlanmış ve 2016 yılında yayınlanmıştır.)




Yorumlar

Çok Okunanlar