Işıkla Resmedenler: Yücel Tunca
Metin Yazımı: Yücel Tunca
Balkan göçmeni bir ailenin üçüncü ve son çocuğuyum. Balkan Savaşı
döneminde Batı Trakya’daki çete savaşları nedeniyle korku içinde kaçıp gelen
Bektaşi dergâhının bir ferdi olan büyük dedem, kızlarıyla Edirne’ye yerleşmiş,
onları orada büyütmüş, evlendirmiş. Böylelikle babam (Orhan Tunca-1933)
Edirne’de doğmuş ve ortaokul çağındayken askeri eğitim alıp memur olmak için
astsubaylığı seçmiş. Eğitimini tamamlayıp ilk tayin yeri olan Eskişehir’e
yerleştiğinde, Bulgaristan’dan daha yeni gelen annem (Nadiye Tunca-1938) ve
ailesiyle tanışmış.
Alevi/Bektaşi bir baba ile Sünni bir annenin hikâyesi, memleketin sosyo-kültürel
durumunun baskıcı yanını özetler biçimde gelişmiş: Babam ve ailesi, annem ve
ailesinden çok uzun yıllar boyunca Alevi olduklarını gizlemiş. Bu gerçeği
annemin ve benim ancak 1998 yılında öğrenebildiğimizi de söylemek isterim.
Annemin tepkisi de gayet manidardır: “Aşk olsun! Bu konularda benim ne
düşündüğümü bilmiyor musunuz? Ne gerek vardı saklamaya? Hepimiz insanız
nihayetinde!” Babamın buna tepkisi de, Yeşilçam filmlerinin repliklerini
hatırlatacak biçimde gayet manidardır: “Rica ederim kapatalım bu konuyu!” Bu
durum bugün bile zor konuşulan bir konu olmaya devam ediyor aile içinde.
Babamın Hava Sağlık Astsubayı olarak başladığı iş hayatı kaçınılmaz
olarak tayinlerle devam edince aile sık sık şehir değiştirmiş: Eskişehir’den
sonra Manisa, İzmir ve Diyarbakır. 1966 Eylül’ünde ailenin üçüncü çocuğu olarak
ve diğerleriyle açık yaş aralığı olacak biçimde doğmuşum. Ağabeyim Yıldırım Tunca’dan
11, ablam Filiz Tunca’dan 9 yaş küçüğüm.
Diyarbakır’ın Ofis semtinde sadece bir yıl nefes alabilmiş, yeni bir
tayinle Ankara’ya gelmişiz. Diyarbakır uzun yıllar boyunca hayallerimde
yaşattığım bir şehir oldu bu yüzden. On beş yıl önce kaybettiğimiz babaannem
Emine Tunca, özellikle üniversiteye gittiğim yıllardaki sohbetlerimizde “merak
etme, Diyarbakır’ın bir kez suyunu içen mutlaka tekrar gidermiş” derdi.
Gerçekten de daha yirmili yaşlarımın başlarından itibaren pek çok vesileyle
gidip gelmeye başladım. Tarif etmekte güçlük çektiğim bağlarım var. Kendimi
yarı Trakyalı, yarı Mezopotamyalı görüyorum bu yüzden.
Kişisel tarihimin hatıraları Ankara’dan başlıyor. Küçükesat’ta,
Bülbüldere Caddesi’nde oturuyorduk. Annemin, evin hemen karşısında bir kuaför
dükkânı vardı. Çocukluk yıllarımı mümkün olduğunca sokaklarda geçirdim,
diyebilirim. Evde olmam gerektiğinde de pencere kenarındaydım hep. Sokağa
bakmak her zaman ilgimi çekiyordu. Uzak mahalleler de aynı biçimde... Kimsenin
haberi olmadan, daha beş-altı yaşlarımda ya bir başıma ya da birkaç çocuğu da
toplayıp kaçar giderdik uzaklara. Bazen yakalanmadan dönmeyi başarır, bazen
zamanlamayı tutturamadığımızda annemin korku ve kızgınlık dolu bakışlarıyla bir
yerlerde yakalanırdık. Rekorum, Küçükesat’tan Kızılay’a kadar gidip dönmekti.
Altı yaşımın sonlarına doğru babam, emekli olma zamanının geldiğini
söyleyip bizi İstanbul’a getirdi. Böylelikle ilkokula İstanbul’da başladım.
Okuldaki resim derslerinde kendimi pilot olarak resmediyordum. Babamın işyerine
gidip gelişlerimin izleriydi muhtemelen. Etrafta gayet cazip üniformalarıyla
pilotlar dolaşıyor, içlerinden birini bana vermelerini çok istediğim uçaklara
ve helikopterlere biniyorlardı. Bir helikoptere de ilk kez 6 yaşımda binmiş,
heyecandan günlerce uyuyamamıştım. İlerleyen yıllarda bir fotoğrafçı olarak yaptığım
çok sayıda helikopter yolculuğu da bu yüzden oldukça anlamlıydı benim için.
Ortaokul eşiğinde askeri hava ve deniz liselerinin sınavlarına bile
girdim. Neyse ki iki sınavı da kazanamayıp sivil hayatta kaldım. “Neyse ki”
kısmını birazdan netleştirmek istiyorum…
1972 yılında İstanbul’a gelip Merter’e yerleştik. İçinden derelerin
aktığı, koyunların, ineklerin otladığı geniş bir çayırdı Merter. Bu çayırın
içinde çok sayıda apartmandan oluşan, etrafı şimdilerde olduğu gibi duvarlarla
çevrili olmayan bir sitede yaşıyorduk. Uzaklara merakım devam ediyordu.
Güngören civarındaki köye gitmek, Cevizlibağ’a doğru dereler boyunca yürümek,
İncirli’deki eski maden ocağının vagonlarıyla oynamak için Çırçır Çayırı’na gitmek
rutin eğlencelerimizdi. Evimizin çok yakınında bize devasa görünen ağaçlara
evler yapıp, altımızdan akan derede minik kurbağa yavrularına musallat
oluyorduk. O derenin günden güne bir bira fabrikası tarafından katledilmesine
tanıklık etmek, birer birer ağaçlarımızı kaybetmek ilk büyük travmalardı benim
için.
İlkokulun ilk iki sınıfını, sobasını nöbetleşe yaktığımız teneke bir barakada okudum. Öğretmenimiz Gülderen Yoldaş ile beş yılımı geçirmek hayattaki en büyük şanslarımdan biri olmalı. Oldukça donanımlı bir öğretmendi. Müfredat dışında da eğitimimizle yakından ilgileniyordu. Onun sayesinde yazılar ve şiirler yazmaya başladım, tiyatro oyunlarında roller aldım. Yazdıklarımı, Gülderen öğretmen dışında özellikle annem ve ablam da okuyor ve beni yürekten destekliyorlardı. Birkaç arkadaşımla beraber, Gırgır Mizah Dergisi’nin etkisiyle, el çizimi karikatür dergileri hazırlıyorduk. Bir yandan sokakların tadını çıkartıyor, bir yandan da içimizdekileri dışarıya dökmenin binbir yolunu deniyorduk.
Ciddiye alınabilecek ilk fotoğraf makinesini kısa zaman içinde ablamın evleneceği Vedat Karaman’ın elinde 11 yaşımda gördüm. Modeli FM2 olması muhtemel bir Nikon’du. Farkında değilsem de yolumu çizecekti o makine.
İlkokulun son sınıfında ağabey ve ablamın birer yıl arayla evlenip evden
ayrılmalarıyla evin tek çocuğu haline geldim. Artık bir odam vardı. Yıllardır
aynı odayı paylaştığımız babaannemden ayrı yatmaya başlamıştım. Büyüdüğümü
hissediyordum. Hem hoşuma gidiyordu bu, hem de bir miktar isteksizlik
yaşıyordum. Bu durum ortaokulda daha netleşti. Okul ile arama soğukluk girdi.
Üniversiteye kadar da barıştığım söylenemez.
Evin küçüğü olarak, karaborsaya düşmüş yağ ve şekeri almak için
kuyruklara ben giriyor, epey uzaktaki tüpçüden küçük tüp almaya ben gidiyor,
saatler süren elektrik kesintilerinde karanlıkta kalmamak için gazyağı
kamyonunu ben takip ediyordum. Bu sıkıntılı işlerin arasında Güneşli
“köyü”ndeki göçmen mahallesinden aldığımız kırmızı Bankah bisikletimle biraz
olsun neşelenmeye çalışıyordum.
1978-80 arasında Merter’in siyasal ortamı oldukça gergindi. Solcu
ağabeylerimizin katledilişlerine tanıklık etmeye başladık. Çok sevdiğimiz
Çağdaş ağabeyimiz bir fotoğrafçıydı. Kendi ismiyle işlettiği portre stüdyosunda
kurşunlanarak öldürüldü. Haberi okula kadar ulaşınca okuldan kaçıp dükkâna
gittik. Polislerin arasına karışıp içeri bile girdik. Kalın camın altına onlarca
vesikalık fotoğrafın sıkıştırıldığı masasının başında kanlar içindeydi. Neler
olup bittiğini konuşmaya başladık kendi aramızda. Birkaç yaş büyüklerimize sorular
soruyor, anlamaya çalışıyorduk. Nazım Hikmet’in şiirleriyle o günlerde
tanıştım; Maksim Gorki, Uğur Mumcu kitaplarını okumaya o günlerde başladım.
Sonra bir gün, sabahın altı buçuğunda babamın sesiyle uyandım. Balkona
çıkmış, sokaktan geçenleri evlerine dönmeye ikna etmeye çalışıyordu: “Darbe
oldu beyefendi, ordu yönetime el koydu, sokağa çıkma yasağı var, eve dönün!”
Sevindiğimi hatırlıyorum. Bayram gibiydi sanki. Siyasi kaosun devlet eliyle
yaratılıp, kışkırtılıp, yönetildiğini henüz idrak edemediğim günlerdi.
Elebaşları arasında babamın meslektaşlarının olduğunu düşünemiyordum bile. Bir
akşamüzeri evimizin bulunduğu yokuştan aşağıya can havliyle koşarak inen iki
gencin arkasından tüfeklerini ateşleyerek gelen askerleri balkondan seyrettik.
Gençlerden biri vurulmamak için kendini yere atınca yakalandı. Hayatımdaki ilk
insafsız, merhametsiz, insanlık dışı dayağı o gün gözlerimle gördüm.
Annem hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da önümü açmaya
çalışıyordu. Sıklıkla, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmememi, sorgulamamı,
aklıma ve vicdanıma nasıl uygun geliyorsa onu tercih etmemi öneriyordu. Sağcı,
milliyetçi ve sünni öğretiler hızla çatırdamaya başladı. Din ve devlet, temel
sorgulama alanım haline gelmişti liseye başladığımda.
12 Eylül Cuntası’ndan iki hafta sonra Şehremini Lisesi’nde okumaya
başladım. İlk kez tek başıma düzenli biçimde otobüse binerek uzak bir yere
gidip gelmeye başlamıştım. Sol görüşlülerin ağırlıkta olduğu bir liseydi. Üst
sınıflardan çok sayıda öğrencinin okuldan atıldığını öğrenmiştik. Kalanlarsa
sessizliğe gömülmüştü. Sağcı öğretmenler hepimizi tehdit ediyor, iktidarı ele
almanın pervasızlığıyla eziyet ediyorlardı. Milli Güvenlik dersine gelen
üniformalı bir albay, arkadaşlarımızdan birini üçüncü kattaki sınıfımızın
penceresine çıkartıyor, aşağıya atlamasını emrediyordu mesela. O çocuk dahil
hepimiz ağlıyor, korkudan titriyorduk. Uzun bağırıp çağırmaların, emretmelerin
ardından bize dönüp, son derece sakin bir sesle, “İşte gördünüz! Eğer gerçek
bir asker olsaydı vatanı için çoktan atlamıştı. Sene sonunda hepinizi gerçek
bir asker yapacağım.” demişti. Bir psikopatla tanıştığım ilk gün olarak yazdım
bir kenara. Sonraki yıllarda onun gibi üniformalı pek çoğunu tanıdım. Otoriteye
duyduğum nefret böyle filizlendi.
Lise yıllarında ideolojik yönelimim Cumhuriyet Gazetesi’nin muhalif çizgisiyle belirginleşmeye başladı. Uğur Mumcu bir gazetecilik idolü olarak hayatımda yer etti. Kemalist Sol üzerine okumalarım çoğaldı. Toktamış Ateş kitapları ve Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabı itirazlarımın temelini oluşturmaya başladı. Nazım Hikmet’i daha iyi anlamaya ve daha fazla okumaya başladım. Rus edebiyatına Gorki’den sonra Puşkin ile devam ettim. Jack London yeni ufuklar açtı. Yine de John Travolta’dan kaçış yoktu. Grease filmini Aksaray’daki sinemalarda hiç izlemedimse beş kez izledim. Onunkine benzer kıyafetler aldım, Merter’deki kasetçilerde film müziklerini kopyalattım.
Lisenin son yılına geldiğimde gazeteci olma fikri netleşmişti. Okul
gazetesinde küçük küçük çalışmalar yapmaya başladım. Zaten çok başarısız
performans sergilediğim okul voleybol takımından ve halk müziği korosundan
ayrılıp bu alana yoğunlaşmaya karar verdim. Üniversitede gazetecilik okumak
istediğimi söylediğimde babam bundan pek hoşlanmadı. Mühendis olmamı istiyordu.
Benimse en ufak ilgim yoktu bu alana. Sadece ilgim değil, bilgim de yetersizdi.
Dershanedeki puanlarım her şeyi açıkça ortaya koyuyordu aslında: Türkçe ve
matematik tamam, fizik ve kimya ise yerlerde sürünüyordu. Sonunda babamla
yaptığımız pazarlıkla ilk dört tercihime onun istediği çeşitli mühendislikleri
yazdım; beşinci tercihten sonrası ise bana aitti. Elbette kendimi riske
atmadım, diğer bölümlerin ilk on sorusundan sonrasıyla ilgilenmeyip
Türkçe-matematiğe (TM) ağırlığımı verdim. Beşinci sıradaki tercihim olan
İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu TM ağırlıkla öğrenci alıyordu
çünkü. 1983 yılında beşinci tercihimi kazandığıma dair yazı geldiğinde ben ne
kadar mutluysam, babamın yüzü de o kadar asıktı.
1983 yılında üniversitede gazetecilik eğitimi almaya başlayınca hayatım
başka bir boyuta geçti sanki. Türkel Minibaş, Toktamış Ateş, Sulhi Dönmezer, Erdoğan
Alkin, Niyazi Öktem, Kayıhan Güven gibi farklı ideolojilerden ancak son derece
donanımlı akademisyenlerin derslerine girmek oldukça zihin açıcıydı.
Toplumsal gündemin epey yoğun olduğu günlerdi. YÖK karşıtı öğrenci
örgütlenme arayışları başlamış, 12 Eylül sonrasının YÖK karşıtı ilk kitlesel
öğrenci yürüyüşü gerçekleşmiş, türbanın üniversitelerde serbest bırakılması
için büyük gösteriler yapılmaya başlanmıştı. Kemalist Sol’dan kopup, Sosyalist
Sol’a doğru evrilirken, bütün bu muhalif hareketin ucundan kıyısından tutmaya,
parçası olmaya çalışırken aynı zamanda edebiyatla ilgilenen bir grup
arkadaşımla okulda Amatör Yazın Kulübü’nü kurduk. Bir yandan arayı kapatmak
istercesine okumaya, yazmaya, tartışmaya başlamış, bir yandan da farklı
belediye otobüs hatlarının son duraklarına kadar gitme hobisi geliştirip şehri
tanıma, anlama çabasına girmiştik.
Vedat Karaman’ın fotoğrafçılık heyecanı ve albenili siyah gövde Nikon’u
sayesinde fotoğrafın hiç değilse f’si hayatıma girmişti. Geçen yıl, 2013’te,
onun arşivinden 1983-84 yıllarında çektiğim iki siyah-beyaz negatif fotoğraf
karesinin dijital kopyası çıktı mesela. Eski Galata Köprüsü, Haliç’te kayıklar…
Doğrusu, bunları görünce epey duygusal anlar yaşadım.
Fotoğrafın tam tekmil hayatıma girmesi yine üniversitedeki fotoğrafçılık
dersi sayesinde oldu. O dönemde Milliyet Gazetesi foto muhabiri olarak çalışan,
özellikle 1960’larda mesleğinin zirvesini görmüş Özdemir Gürsoy’dan alıyorduk
dersi. Son derece elegant (özellikle bu sözcükle tarif etmek isterim) bir tarza
sahip hocamızın 120 kişilik sınıfta yaptığı slayt gösterisi, kafamdaki her şeyi
olumlu anlamda altüst etmişti. Siyah-beyaz fotoğraflarından ürettiği slaytların
birinde 1965 yılında Kozlu Direnişi’nde askerler tarafından kurşunlanarak
öldürülen madencilerin (Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar) cenaze töreni
görülüyordu. Yılın en iyi basın fotoğrafı seçilmişti bu kare. (Ümit Kıvanç,
günümüzde pek çok kişinin bilmediği bu büyük katliamı Riya Tabirleri’nde
detaylı biçimde anlatıyor: http://riyatabirleri.com/bolumSayfa/08_radyo.html)
Fotoğraf: Özdemir Gürsoy |
Hep gülümserdi, yine gülümsedi: “Cağaloğlu Yokuşu’nda dükkânım var,
oraya gelin konuşalım.” dedi bize. Tam hatırlamıyorum ama ya o gün ya da en geç
ertesi gün dükkânı bulduk. Gazetedeki işinin yanı sıra bu küçük dükkânda da
fotoğraf filmi satıyor, çekilmiş filmleri banyo yapılması için laboratuvara
yolluyor, eşini dostunu ağırlıyordu. Bir süre oranın müdavimi olduk. Devamlı,
“o nedir, bu nasıl olur?” sorularıyla öğrenebileceğimiz ne varsa öğrenmeye
çalıştık. Gürsoy hocamız da, hiç sıkılmadan nezaketle cevapladı tüm
sorularımızı.
Fotoğraf makinesi almanın zamanı gelmişti. Bu mevzu aile içinde
konuşuldu, belli bir miktar para ayarlandı. Babam, mühendis yapamadığı oğlunu
yanına alıp Sirkeci’ye götürmek zorunda kalmıştı. Büyük Postane’nin sokağındaki
dükkânlara girip çıkarak fotoğraf makinesi beğenmeye çalışıyordum. Gözüm Canon
AE-1’deydi. İkinci kattaki dükkânlardan Üçler Ticaret’te istediğim makineyi
buldum. Böylelikle, o günden tam 15 yıl önce annem ile babamın ev aldığı
miktardaki parayla (enflasyonu varın siz düşünün) ilk fotoğraf makineme
kavuştum. AE-1’in üzerinde 50 mm, f: 1:1.8 objektif vardı. Koruyucu skylight
filtre ile iki makara renkli negatif filmi de dükkânın sahipleri hediye etti.
Filmi makineye nasıl takacağımı gösterdiler (derste bunu görmüştük ancak 120
kişilik sınıfta, 15-20 metre uzakta gösterilen bir şeyi uygulamak neredeyse
olanaksızdı kuşkusuz), bir-iki pratik yöntemden bahsettiler, iki de çay
ısmarladılar. Benden mutlusu yoktu günün sonunda.
Ertesi gün makinemle önce okula, hemen ardından da Özdemir Gürsoy
hocamın yanına koştum. Makinemi takdir etti, iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Yanından
ayrılıp ilk makaramı bitirmek için arkadaşlarımla Sarayburnu sahiline gittik.
Elim titreye titreye 36 kareyi çekip bitirdim.
Film almak, bunların banyo işlemlerini yaptırmak, fotoğraf kâğıdına
bastırmak epey maliyetli oluyordu. Siyah-beyaz negatife ağırlık vermek bu
anlamda da iyi olacaktı. Okulda kapısı kilitli karanlık odanın açık tutulması
için girişimlerde bulunuyorsak da sonuç alamıyor, sadece hocamız yanımızdayken
ödev zamanı ya da sınav zamanı girebiliyorduk. Genç akademisyenlerden,
fotoğrafçılıkla da uğraştığını bildiğimiz araştırma görevlisi Kayıhan Güven’e
dert yandığımızda “Kırın kapıyı girin!” dedi. Şaka mı yapmıştı bilmiyorum ama
kırdık, girdik. Nasıl oldu da bir soruşturma açılmadı, hâlâ şaşarım. Böylelikle
renkli negatif çekmenin yanı sıra daha az maliyetli siyah-beyaz negatiflerle
çalışmaya başlayabildik.
Bu dönemde Kayıhan Güven’in katkısı büyük oldu. (Güven’in, yıllar sonra
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde kurduğu MİHA, bugün medyada çalışan
birçok gazeteci ve fotoğrafçının gelişimde neredeyse okuldan daha büyük bir rol
oynamıştır sanırım.) Bizi fotoğraf gezilerine çıkartıyor, fotoğraflarımızı
eleştiriyor, sergiler açmaya teşvik ediyordu. Alman disiplininden gelen, güçlü
bir entelektüel birikimi olan hocamıza hepimiz hayrandık. Onun telkinleriyle
daha çok okuyor, dinliyor ve izliyor olsak da o bizi az okuduğumuz, az film
izlediğimiz için eleştiriyordu. Sadece fotoğraf ile uğraşmanın tek başına bir
anlam taşımadığını, toplam kültürel birikimin yansıdığı görsel anlatılara doğru
yol alınması gerektiğini söylerken son derece haklı olduğunu ancak yıllar sonra
anladık.
Üniversitedeki ilk iki yıl edebiyat kulübü, karikatür kulübü, basketbol
takımı ve fotoğraf çalışmaları dörtgeninde geçti. Yavaş yavaş yeni objektif
ihtiyacı kendini hissettiriyordu. Aileye yük olmamak için para kazanmak
amacıyla okul kantininde ve bahçesinde arkadaşlarımın fotoğraflarını çekmeye
başladım. Biriktirebildiğim üç-beş kuruşun üzerine yine aile desteğini
ekleyerek, önce Canon 28 mm f: 1: 2.8 ve ardından Canon 70-210 mm f: 1:4 aldım.
Yavaş yavaş profesyonel hayata hazır hale geliyordu ekipman setim.
1985 yılı sonunda para kazanacağım ilk işime girdim: Veliefendi Hipodromu’nda yapılan at yarışlarının son 1000 m dönüşünü, gazeteci Hasan Saydam’ın yayınladığı Banko At Yarışı Dergisi için çeken bir fotoğrafçı olmuştum. Pazar günleri annemin yaptığı domatesli, peynirli sandviçimi yanıma alıp Merter’den yürüyerek hipodroma gidiyor, altı yarışlık günün birer kareden altı kare fotoğrafını çekip dönüyordum. Benden başka kimselerin olmadığı o son 1000 m’nin yaşattığı yalnızlık duygusunu anlatma becerisine maalesef sahip değilim. Hele kış aylarında… Fakat bahara çıkarken durum değişti. Yarış aralarında çimenlere yayılmanın keyfi de yabana atılır gibi değildi. O güzel günlerin birinde, henüz ışıltısı azalmamış 70-200 mm objektifimle yere yatmış atların gelişini beklerken bekçi düdüklerinin canhıraş sesiyle irkildiğimi hatırlıyorum. Bir yandan atlar çekmem gereken noktaya doğru hızla yaklaşıyor, bir yandan da düdük sesleri… Atların dönüşünü çektikten birkaç saniye sonra düdük sesleri dibime kadar gelmiş, iki tüfek namlusu üzerime çevrilmişti. Meğer jandarmalar uzaktan, elimde koca objektifle yere yatmış görünce silahlı biri olduğumu sanmışlar. Tatsız konuşmalar ve kimlik al-verinden sonra sorun çözüldü.
Birkaç ay içinde terfi ettim işimde. Artık son 400 m geçişini
çekiyordum. Kariyerimi fotofinişi çekebileceğim noktaya taşımayı hayal ederken
araya bir şiir kitabı girdi. Okuldan yakın arkadaşlarım Nevzat Çalışkan ve
Yılmaz Öztürk ile ortak bir şiir kitabı yayınlamaya karar verdik. “Irmak Şiir
Kitabı”, babamın emekli olduktan sonra çalışmaya başladığı matbaa tarafından
2006 Mart’ında basıldı. Kitaba şiirlerini almadığımız için bize içerlemiş
olmasına rağmen bir diğer çok yakın arkadaşımız Metin Karaşahin’in neredeyse
tüm okula uyguladığı mobbing sayesinde tüm kitaplarımızı satmayı başardık.
O kitaptan bazı bölümler:
TORUNLARIMIZDAN MEKTUP VAR
Biz yaşarken bile umut bitmemişti. Bizden sonra da bitmedi. Sonunda gün
geldi, umudu gerçek kıldı torunlarımız. Yalnızca bir yılın değil, geleceğin adı
da Barış oldu. O gelecekteki Barış Dünyası’ndan bugünün Umut Dünyası’na iki
mektup geldi.
birinci mektup
Bir yazma bağladım başıma
tren
yollarına dayadım dizlerimi
Turnalar saldım ördekler uçurdum
çağrı
kattım kanatlarına
Gece radyoyu açıp türküler içtim
kitapların ışığında çay koydum
bardağa
uyumadım dede düş kurmadım
beklemedim
sabaha karşı sokağa çıktım
Daha sefertasları yola vurmamıştı
Yani yolun boş
efendilerinin köpekler olduğu
bir zamandı
O yola bildik bileli Gündoğmaz denirdi
tabelayı
yazıp asmışlar duvara
duvar
ki çelikten gri
kan
ile çakılmış tabela
(Ah sevgili
torunum! O sokağı biz de biliriz
o tabelayı kimin
astığını da
ne kurşuna dizilmeler
gördük önünde
ne işkenceler
çektik griliğinde
o kanda benden de
damlalar var)
Vardı dizelerimin dokunuşu uzaklara
Ördeklerim turnalarım kanatlarında çağrıyı taşımış
yazgısı
gibi derili kardeşlerim
okuyup
gelmişler çağrıyı
kanı
gibi derili kardeşlerim
duyumsayıp
gelmişler dokunuşu
banço
gülüşlü kardeşlerim
bir
radyodan duyup çağrıyı gelmişler
bir
pirince de yazmıştım
çekik
gözleriyle okuyup gelmiş kardeşlerim
Gündoğmaz’da o gün neler oldu biliyor musun dede
(yoksa yoksa o
yola…?)
Gündoğdu
ikinci mektup
Kuşlar çiçeklendi göremedin
Dört mevsim bahar oldu eremedin
Dağlara sevda boylu
-sonsuz
yani-
ebemkuşakları dolandı
Ah! Kartalım kardeş oldu kuzuya
Tırtılım duta sevdalandı
Göğün denizinde alın alın bulutlar yelken açtı
Ter kokusu bürüdü turunçları
Uğraşın sepetler dolusu meyvesi geldi sofraya
Ak örtülü kır sofrasına kardeşlik geldi
Çevresinde ağızlar pınar oldu
Ne türküler çağıldadı bir görecektin
Çocuklarımızın doğuşuna
-hey gidi!-
koca denizler ilk kez sevindi
Umutları aşıp da sen göremedin bugünleri
Kucaklar dolusu sevgimizi kucağına alamadın
Yazık oldu
Ocak 1986
DEĞİŞİK
Bu gece yatağımı yapmadan yatacağım
Üzerime hemen bir battaniye
Başımın altına da bir sırt minderi
Uykuma da çok değişik bir rüya
Bu gece her şey alışılmışın dışında
Ocak 1985
Yaz ayları yaklaşırken İstanbul’da da yayınlanmaya başlanan Yeni Asır
Gazetesi’nin spor servisinde işe girdim. İlk işim üçüncü lig futbol
takımlarının Beylerbeyi Stadı’nda yapacakları maçı çekmek ve oyunculara yıldız
vermekti. Birinci devrenin sonunda o kadar bunalmıştım ki istifa ettim. Böylece
sadece 45 dakika çalışarak bu alanda kırılması zor bir rekor kırdım.
Irmak kitabı edebiyat alanında beklentilerimizin yükselmesine sebep
oldu. Az sayıda edebiyat dergisinin bulunduğu bir dönemdi. Varlık, Adam Sanat
gibi önemli dergiler dışında iki-üç dergi daha ya var ya da yoktu. Hipodromda
kariyerimize kariyer katarken 1986 yaz aylarında az önce andığım kadroyla bir
edebiyat ve politika dergisi hazırlamaya koyulduk. Okullar açıldığında kadro
genişledi. Sınıf arkadaşlarımızın katılımının dışında Banko At Yarışı Dergisi
ekibinin katılımı çok önemliydi. Hasan Saydam dergi mekânını kullanımımıza
açtı. Derginin grafikeri Cumhur Hatipoğlu aynı zamanda çok iyi bir çizerdi,
kapak ve iç tasarımlarımızı yapmaya başladı, karikatürler, resimlerle eli yüzü düzgün,
çok hoş bir derginin ortaya çıkmasını sağladı. Böylelikle 1987 yılının Ocak
ayında kapağında burnu uzamış Geppetto usta ve Pinokyo’nun bulunduğu, hemen
yanında da Yevtuşenko’nun “Gençlere Yalan Söylemek Yanlıştır” şiirinin yer
aldığı Üçnokta Kültür Sanat Dergisi’nin ilk sayısı piyasaya çıktı. İlk
sayımızın orta sayfalarında kuşe kâğıt kullanmış ve Cengiz Karlıova’nın
fotoğraflarına yer vermiştik.
Cengiz Karlıova o yıllarda bildiğimiz, tanıdığımız, yakınında olduğumuz
tek fotoğraf sanatçısıydı. Cağaloğlu’ndaki DiaTek adlı atölyesine (Sanırım ilk
ya da ilklerden biri olan bir stok fotoğraf ajansıydı DiaTek) gitmek, onun
verdiği küçük küçük işleri yapmak heyecan vericiydi.
87 yılı önemli olaylarla dolu. 12 Eylül’den sonraki ilk izinli 1 Mayıs
kutlaması bunlardan sadece biri... Geçtiğimiz yıl bütün itirazlara rağmen
yıkılan ve sözde üst katlara taşınarak tekrar yapılacağı söylenen Beyoğlu’ndaki
Emek Sineması kiralanmıştı 1 Mayıs kutlaması için. Belli bir koltuk kapasitesi
olduğundan herkes gidemiyordu. Müzisyen Bilgesu Erenus ve şair Müştak Erenus
ile olan yakınlığımız sayesinde o etkinliğe tanık olabildim, fotoğraflarını
çekebildim. Yalçın Küçük’ün yaptığı konuşmaya sinirlenen Can Yücel’in büyük bir
atiklikle fırlayıp sahnede Küçük’ün yakasına yapışması olayı unutulur gibi
değil benim için. Emek Sineması’nın anlamı bu nedenle daha da büyüktür bende.
Aynı yılın ekim ayında ani biçimde fotoğrafçı Mehtap Yücel ile evlenme
kararı vererek, evden ayrılıp yeni bir hayata başlamak da hayatımdaki bir diğer
önemli hadisedir.
Söz Gazetesi foto muhabirlerinin bir kısmı |
Yeni evliydik, ikimiz de işsizdik. Seçme şansım yoktu ve kısa sürelerle tavuk
sektöründen, inşaat sektörüne kadar çeşitli sektörel dergilerde grafiker yardımcısı
olarak çalıştım. Son derece sıkıcıydı bu masa başı işler. Sinema sektöründe set
fotoğrafçılığı işi bulunca hemen kabul ettim. Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği
“Kantodan Tangoya” filminin setinde ilk set fotoğrafçılığı deneyimimi yaşadım.
Ankara ve İstanbul’da geçen iki ay fotoğrafçılığıma çok şey kattı. En çok da
sabretmeyi öğrendim sanırım.
Çekimlerin bitiminden hemen sonra yeni bir sete geçtim. Bu kez de
sinemanın efsanelerinden Ömer Lütfi Akad’ın setindeydim: “Dört Mevsim
İstanbul”. Akad’ın son dönemine tanıklık etmek genç biri için büyük ayrıcalıktı
doğrusu.
Üniversiteyi askere gitmemek, en azından geciktirmek için uzatıyordum. Aklımda
fikrimde İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Yeni Gündem Dergisi’nde
çalışmak vardı. Yakın bir iki arkadaşım derginin yazı işleri kadrosundaydı
ancak bana uygun bir iş alanı bir türlü açılmıyordu. Yeni Gündem’de
çalışamamaktan kaynaklanan kıskançlık Sokak Dergisi ile son buldu.
1989 yılı geldiğinde Tuğrul Eryılmaz yönetiminde bir dergi hazırlığı
başladığını duydum ve hemen başvurdum. Sokak Dergisi’nin, Nadire Mater, İpek
Çalışlar, Yıldırım Türker, zaman zaman yazan Murathan Mungan ve daha birçok
değerli gazeteciden oluşan ekibiyle çalışmak, okulda aldığım eğitimin sağlamasını
yapmak anlamına geliyordu ve okulda duyduklarımın, öğrendiklerimin yarısını
çöpe atıp burada her şeyi yeniden öğrendim. Özellikle gazetecilik etiği ve hak
haberciliği konularında yepyeni bir ufuk açıldı önümde.
1989 baharında başlayan ve yurdun dört bir yanına yayılan büyük işçi
hareketinin Zonguldak’taki muhteşem madenci yürüyüşünü görüntülemek son derece
önemli bir başlangıçtı benim için. Her adımımda Özdemir Gürsoy hocamı saygıyla
hatırlıyordum fotoğraf çekerken.
Sokak Dergisi’nde çalıştığım dönemde yaşadığım en sarsıcı olay ise 1989 1 Mayıs’ında Akif Dalcı’nın polis tarafından gözümüzün önünde başından vurularak öldürülmesi oldu. Taksim’e çıkmak isteyen işçiler ve öğrenciler, polis saldırıları sonucunda Tarlabaşı sokaklarına kaçıyor, çok geçmeden toparlanıp yeniden bulvar üzerine geliyorlardı. Saatlerce süren bu kovalamaca sonunda Şişhane’ye kadar uzaklaştırılan küçük bir grubun üzerine polis dört bir yandan ateş açtı. Grup Kasımpaşa yönüne doğru kaçarken ateş devam etti. Gazeteciler olarak biz yere yatmış kurşunlardan korunmaya çalışıyor bir yandan da ateş eden polisleri görüntülemeye gayret ediyorduk. Silah sesleri susunca hızla kalkıp grubun gittiği yöne koştuk. Yokuşun ortalarında bir gencin kanlar içinde yattığını gördük. Başında bir arkadaşı vardı, panik içinde ağlıyordu. Polisler de koşarak gelmeye başlayınca çocuk kaçtı. Sonradan adının Akif Dalcı olduğunu öğreneceğimiz 16 yaşında bir çocuk işçiydi başından vurulup ölen.
4 Mayıs’ta Zeytinburnu’nda büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Polis
cenaze için gelenlere inanılmaz bir şiddetle saldırdı. O kadar çok yaralı vardı
ki bir süre sonra bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da yaralıları hastaneye
götürülmeleri için yoldan geçen arabalara taşımaya başladık. Bunun üzerine
polisler gazetecilere yönelik gelmiş geçmiş en ağır saldırılarından birini
gerçekleştirdiler. Hemen her gazeteci odunlarla, tahta joplarla dövüldü. Sedat
Aral’ın kolunu kırdılar, Erzade Ertem’i döverek bindirdikleri ekip otosundan
“öldü bu” deyip yola attılar. Musa Ağacık ve adını hatırlayamadığım daha pek çok
gazeteci bu saldırıda yaralandı. Ben ise jopunu kaldırmış peşimden koşan
polisten kaçarken Cumhuriyet Gazetesi fotoğrafçısı Ali Tevfik Berber tarafından
görüntülendim. Polisten kurtulup Ali Tevfik’in yanından geçerken “Fotoğraf
çekeceğine yardım etsene! Öldürüyorlar insanları!” diye bağırdım. Sakince
“İşine bak!” dedi. Az öncesinde beni çektiği fotoğraf ile aylar sonra Gazeteciler
Cemiyeti’nin 1989 yılı basın fotoğrafı ödülünü aldığını öğrendiğimde “iş ve
insani refleks” arasındaki çizginin belirsizliği hakkında uzun uzun düşündüm ve
hala da düşünmeye devam ediyorum.
4 Mayıs’ın ertesi günü çok sayıda basın çalışanı Cağaloğlu’ndan
yürüyerek İstanbul Valiliği’nin önüne geldi. Sonraki yıllarda pek rastlanmayan
cinsten büyük bir gösteriyle polis şiddeti protesto edildi.
Sokak Dergisi’nin bir yıl gibi kısa ömrü içinde çok önemli işlere,
haberlere imza atıldı. Büyük sermayeye sırtını yaslamayan yayınların hep başına
geldiği gibi Sokak Dergisi de hayatta kalmayı başaramadı, giderek kadro
daraltıldı, farklı projeler konuşulmaya başlandı ve nihayet ekip dağıldı.
Ben de vakit kaybetmeden o dönemin parlayan yıldızı Güneş Gazetesi’ne
geçtim. Garbis Özatay yönetiminde muhteşem bir fotoğraf servisi vardı
gazetenin. Neredeyse ilk kez ciddi olarak istihbarat servisinden bağımsız
gündem takip eden bir fotoğraf servisi oluşturulmuştu. Özatay’ın yardımcısı
Altan Tunk, bir kez daha Kadir Can ve Ender Erkek ile Ali Öz ve benim
kuşağımdan dönemin genç fotoğrafçıları Yusuf Uçak, Fethi İzan, Nurdan Sözgen,
Kubilay Tüntül…
İlk manşet olan fotoğrafımı Güneş Gazetesi’nde çektim. Sultanahmet Adliyesi önünde kalaşnikofların kullanıldığı silahlı saldırının sonrasında kıyameti andıran görüntüleri -yüksek lisans sınavı için evde çalışırken sesleri duyup- olay yerine ulaşan ilk fotoğrafçı olarak çekmek durumunda kaldım.
Güneş Gazetesi’nde çalıştığım sırada Körfez Savaşı başlamak üzereydi.
Irak, Kuveyt’i işgal etmişti. Irak’a karşı oluşturulan uluslararası koalisyon
karşı saldırıya hazırlanıyordu. Ülkedeki bütün yabancılar Irak’ı terk etmeye
başlamıştı. Bunların önemli bir kısmı Habur sınır kapısından geçerek Türkiye’ye
geliyordu. Gazete, fotoğrafçılarını nöbetleşe Habur’a, sınıra göndermeye
başladı. İkinci hafta nöbeti için Cizre’ye gidip, Kadıoğlu Oteli’ne yerleştim.
Kürt İntifadası’nda da yerli yabancı gazetecilerin konakladığı tek oteldi
Kadıoğlu. 15 kadar gazeteciydik. Oteldeki odamıza sınırlı zaman parçalarında
gidiyor, zamanımızın çoğunu sınır kapısı civarında geçiriyorduk. Çünkü
Amerika’nın Irak Büyükelçisi ülkeyi terk etmek üzere yola çıkmış sınıra doğru
geliyordu. İki gece otomobillerin içinde hatta bazen karayoluna yatarak uyuduk
ki Amerikalılar’ın araçları biz uyurken geçip gidemesin… Nihayet bir sabah çıkageldiler.
CIA korumasında, tank benzeri jiplerle basıp geçtiler yanımızdan. Neyse ki
yolda yatmıyorduk o sıra! Hemen araçlara binildi, peşlerine düşüldü. Yol
boyunca Amerikan polisiye filmlerdeki sahnelerin benzerleri yaşandı. Konvoya
yaklaşan basın araçlarına CIA jipleri yandan hafifçe çarparak yoldan çıkardı ya
da aniden yan dönüp yolu kesti… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Diyarbakır’a
varıldığında bir bölük asker dipçiklerle hepimizi perişan etti. Onca uğraşa
rağmen elde, elçilik mensubu birkaç kişinin otobüsten inerlerken çekebildiğimiz
iki kare fotoğrafı kalmıştı. Habur’a boynumuz bükük döndük.
Ertesi gün Pakistanlı ve Afgan işçilerin sınırdan geçişlerini
fotoğrafladık. Dia pozitif film kullanıyordum. Sabah çektiğim filmleri
aracılarla öğle saatinde havaalanına, uçağa yetiştirmek zorundaydım. Akşama
kadar çekimlere devam ettim. Ertesi sabah da erkenden otelden ayrılıp öğle
uçağı için Diyarbakır’a döndüm. Sabah uçağı ile benim yerime Kadir Can
gelmişti. Karşılaşmadan birkaç saat arayla nöbet değişimi yapmıştık. Ankara
aktarmalı uçağa bindim. Ankara havaalanında adımın anons edildiğini duyunca
doğrusu çok şaşırdım. Telefon vardı İstanbul’dan. Hattın diğer ucundaki editörümüz
Altan Tunk, bir fotoğraf teyidi istiyordu. “Sınırdan geçen koltuk değnekli bir
adamın fotoğrafını çektin mi?” diye sordu. “Evet” dedim, “tek bacağı yok.
Arkasında uzakta kalabalık bir kitle var”. “İlginç” dedi, “Kadir ile de
konuştum o da kendisinin çektiğini söylüyor.” “Hayır abi” dedim ve daha detaylı
tarif etmeye başladım fotoğrafı. “Tamam, anladım” dedi Altan ve fotoğrafın
imzamla manşetten girdiğini gazeteye gittiğimde akşam baskısında gördüm. Benim
çektiğim fotoğraf değildi fakat! Şimdi net hatırlamıyorum ama benim çektiğim
fotoğrafta koltuk değnekli adamın sol bacağı yoktu. Basılan fotoğraftakinin ise
sağ bacağı! Kıyafetleri bile neredeyse aynıydı. Kadir abinin fotoğrafına imzamı
attırmıştım ve bu nedenle muhtemelen işten kovulacaktım. Sabahın nasıl olduğunu
bir ben bilirim. Gazeteye gittiğimde hemen telefonu dayadılar kulağıma. Oysa
gerek yoktu çünkü Kadir Can’ın bağırışlarını alt kattan bile duymak mümkündü.
Neler işittiğimi söylemeyeceğim. Ne kadar özür dileyip anlatmaya çalışsam da
nafile gibi görünüyordu ve zaten bir süre sonra yüzeme kapattı telefonu. Beş
dakika sonra haber müdürü Esen Ünür’ün odasına çağırıldım. Aylardır neredeyse
ilk diyaloğumuzdu: “Bu durum hakkında beni ikna etmelisin önce, sonra da Kadir
ile ne yaparsınız bilmiyorum.” dedi. “Beni ikna edemezsen istifa edebilirsin en
azından” diye de ekledi. Dizlerimin bağı çözüldü. Hemen fotoğraf laboratuvarına
koştum. Arşiv için hazırlanan fotoğraflarımı aldım, başıma iş açan kareyi
buldum ve tek kanıtımı iki avucumun arasında özenle taşıyarak Altan Tunk’a
teslim ettim. Esen Ünür ile yeniden konuşma cesareti bulamamıştım. Fotoğraflar
karşılaştırıldı, benzerlik şaşkınlıkla karşılandı ve sorun çözüldü. Kadir abi
ise, fotoğrafı günler sonra görebildi. O geçen zaman içinde her telefonda beni
perişan etmeye devam etti. Ancak döndüğünde çözebildik aramızdaki sorunu.
Güneş Gazetesi’nin akıbeti de Asil Nadir’in iflasıyla belirlendi. Yoğun
işten çıkarmalar, sendikanın akıl, siyaset ve etik dışı tutumları, iç
sürtüşmeler giderek büyüdü. Son noktaya çok yaklaşılmıştı ki daha fazla
beklemeyip istifa etmenin doğru olacağını düşünenler olarak ayrıldık. 1992
yılında gazetenin kapısına kilit vuruldu. Bir grup çalışan kurdukları çadırda
günlerce süren eylemler yaptı. İçlerinden biri çadırda kalbine yenik düştü.
Fethi İzan ve Nurdan Sözgen ile 1991-92 yıllarında (Güneş Gazetesi
döneminde başlayıp daha sonra da devam edecek biçimde) emek ve emekçi eksenli
çeşitli dia gösterileri hazırlayıp işçi sendikalarında sunumlar yapmaya
başlamıştık.
1989’da yükselişe geçen muhalif halk hareketleri karşısında devlet,
özellikle 1992’de tüm kontrgerilla taktiklerini de devreye sokarak saldırıya
geçmişti. Ülkenin en karanlık yıllarından biri olarak hatırlıyorum 92’yi. Şubat
ayında Mardin’de yaşları 10 ile 20 arasında değişen 6 köylünün öldürülmesiyle
başlayan süreçte olaylar, 21 Mart’ta Cizre ve Şırnak’ta 57 sivilin
katledilmesiyle tırmandı. Aynı olaylarda Sabah Gazetesi’nin foto muhabiri İzzet
Kezer de polis panzerinden açılan ateşle başından vurularak öldürüldü. Yıl
içinde Musa Anter dahil olmak üzere birçok Kürt aydını ve gazetecisi faili
meçhul cinayetlere kurban edildi. 1992’deki iki ayrı iş cinayetinde (Kozlu
Madeni’ninde grizu patlaması ve Çorlu’da bir fabrikada gerçekleşen patlama) 156
işçi hayatını kaybetti.
Bu büyük kâbus devam ederken Emin Tanrıyar yönetimindeki Tempo
Dergisi’nde çalışmaya başladım. Mutsuz bir çalışma dönemiydi. Hürriyet Gazetesi
ve dergileri, yıllar önce bisikletimi aldığımız köyün yakınlarına, Güneşli’deki
bir “plaza”ya (Hürriyet Medya Tower) taşınmıştı. İşe başladığım gün tuvalete
gidip ağladığımı hatırlıyorum. Cağaloğlu gazeteciliğinin bittiği yerdi orası. O
günlere ilişkin aklımda en çok kalan şey Savaş Ay ile birlikte yaptığımız
işler. Zaman zaman eğlenceli olmakla beraber basın etiği bakımından
onaylamadığım bir gazetecilik tarzının içine çekildim fakat kendi açımdan doğru
zamanda durmayı becerdim. Tempo’nun o günlerdeki içeriğine bakarsanız
memlekette yaşananların izlerini zor görebilirsiniz. Adeta bugünün penguenci
medyasının habercisi gibiydi dergi.
Biraz da arınmak için, 1989-92 yılları arasında çektiğim fotoğraflardan oluşan
uzun bir dia gösterisi hazırladım: Bir Jurnalcinin Anıları. Karikatürist
Bahadır Baruter’in çizimleriyle zenginleşen gösteride basın dünyasında oradan
oraya savrulan bir fotoğrafçının gündemi takip edişi trajikomik bir dille
anlatılıyordu. Çeşitli organizasyonlarda, pek çok kurumda defalarca sunma
olanağı buldum bu gösteriyi.
Diğer yandan hayatımdaki en inanılmaz sürprizlerden birinin kaynağı da
Tempo oldu, diyebilirim. Ekip olarak cümbür cemaat işten atılmadan hemen önce
Beyoğlu’ndaki Hayal Kahvesi’ndeki bir konserde çektiğim fotoğraflar sayesinde
başka türlü asla yaşanamayacak bir maceranın kapıları açıldı. Dergiden
atılmıştım, bir kez daha işsiz ve beş parasızdım. Bir gün ev telefonu çaldı.
Hayal Kahvesi’nden Fehmi Yaşar ve Umay Umay arıyordu. Tempo’da yayınlanan
fotoğraflarımı çok beğenmişler ve bir sohbet sırasında bir film ekibinin
fotoğrafçı aradığını duyunca hemen benim adımı vermişler. Şimdi de ekiple beni
buluşturmak istiyorlardı. Buluştuk, birbirimizi çok sevdik ve 100 gün süren
anlatılması olanaksız bir Orta Asya yolculuğuna çıktık.
Dört kişilik bir ekiple başladığımız “Yeniden Yeşeren Otlaklar” adlı belgesel filmin çekimi için ilk olarak Kazakistan’a gittik. Türkiye’nin ilk özel kanallarından Kanal 6’nın, ilk özel Kazak televizyonu Tan TV ile yaptığı anlaşma sayesinde kadroyu genişlettik. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını ilan eden yeni Kazak Devleti’nin tüm resmi ulaşım araçları kullanımımıza açılmıştı. Tek adam pozisyonundaki Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayef’in elinden aldığımız Kazak kimliklerimiz vardı cebimizde. Program dahilinde önce Kazakistan’ın en ücra noktalarına kadar gittik. İki Canon fotoğraf makinesi vardı yanımda. 200 makaraya yakın da renkli negatif ve dia pozitif. Tarihin en önemli arkeolojik keşiflerinden Altın Adam’ı görmek, Altay Dağları’nın uzantılarında helikopterle uzun yolculuklar yapmak, yüzlerce vahşi atın bulunduğu sürelerin arasından geçmek, Baykonur Uzay Üssü’nü gezip, kozmonot Yuri Gagarin’in odasında votka içmek, Karagandı’daki devasa çelik tesislerinde dolaşmak ve elbette çağımızın en büyük çevre felaketlerinden sayılan Aral Gölü’nün tükenişine tanıklık etmek… Semey kenti yakınlarında yeraltında yapılan nükleer denemelerin sonucu olarak kent sakinlerinin korkunç genetik bozulmaya uğramalarının trajedisine tanıklık etmek…
Birinci ayın bitimine yakın birer gün arayla iki fotoğraf makinemin de bozulmasıyla
büyük şok yaşadık. İmdadıma Zenith yetişti! Bozulan makineleri Moskova Film
Merkezi’ne yollayıp, hemen iki Zenith satın aldım. Sonraki 20 günü bu
makineleri kullanarak geçirdim. Sanırım Kırgızistan’ın tamamını Zenith’ler ile
çektim. Issık Göl kıyılarında, Cengiz Aytmatov’un hikâyelerini hatırlarken,
Bişkek sokaklarında şarkılar söyleyen gençleri dinlerken omuzumda ve boynumda
bu iki Zenith vardı. Tienşan Dağları’nın eteklerindeki balbalları da yine
onlarla fotoğrafladım.
Kazakistan’ın o günlerdeki başkenti Almaata’ya döndüğümüzde Canon’lar
geri gelmişti, tıkır tıkır çalışıyorlardı. Objektif setimin konforuna
kavuştuğum için mutluydum. Bir süre daha Çin sınırı yakınlarında dolaşıp,
otantik köy düğünlerine katıldık. Stepler boyunca amortisörsüz Rus yapımı
otobüslerle gün boyu süren yolculuklar yaptık. Güneye doğru inip Özbekistan’a
geçtik. Hâlâ, “neden her fırsatta Özbekistan’a gitmiyoruz ki?” diye sorarım
kendime. Tarihin bu kadar eski sayfalarında kalmış Semerkant, Buhara, Hiva gibi
şehirlerin, kasabaların olduğu başka bir ülke var mı bilmiyorum. Asya
İslamiyeti’nin o vakte kadar bilmediğim görkemli yüzüyle tanışmak sarsıcıydı.
Son duraktan bir öncesi Türkmenistan oldu. Alımlı, zarif Ahal Teke’leri görünce
(Türkmen atı) hipodromdaki günlerimi hatırlamadan edemedim. Gökbörü (Kökbörü,
Buzkaşi), Kız börü (Kız Koğu), Beyge gibi at üstünde oynanan çok sayıda otantik
Türkmen ve Orta Asya sporunu izleme olanağı buldum.
Son Rus Çarı II. Nikolay’ın da kullandığı söylenen fayton ile Ahal
Teke’lerin yetiştirildiği harayı dolaşırken geçirdiğimiz büyük kaza hepimizi
çok korkuttu, çok üzdü. Dört atlı fayton ile yokuştan aşağıya hızla inerken,
atları birbirine ve arabaya bağlayan, “ok” ya da “çek çek” denilen ahşap direk
kırıldı, kırılan parça atlardan birinin böğrüne saplandı. Can havliyle koşmaya
başlayan hayvanları durdurmak mümkün olmadı. Devrileceğimizi düşünerek büyük
panik yaşadıysak da dakikalar sonra faytoncunun deneyimli olması sayesinde
küçük hasarlarla atlattık kazayı fakat atlardan ikisi bizim kadar şanslı
olamadı.
Moral bozukluğuyla Alma Ata’ya geri döndük. Yanımda getirdiğim tüm
filmler bitmiş, hatta Aşkabat’ta bulabildiğim beş Agfa’yı dahi tüketmiştim. Sağdan
solda siyah-beyaz film bulup son iki günü onlarla geçirdim.
Dönüş günü çok hüzünlüydü. Kazak arkadaşlarımızla oldukça derin bağlar
oluşmuştu bu 100 günde. Havaalanında ayrılmakta zorlandık. Ancak uçuş vakti
gelince mecburen gümrük kontrolüne geçtik. Tam “artık gidiyoruz” diye
düşünürken, havaalanı polisi uçuşun iptal edildiğini söyledi. Tüm itirazlarımız
sonuçsuz kaldı çünkü Nazarbayef, yapacağı yurt dışı gezisine daha fazla Kazak
iş insanı götürmek isteyince bineceğimiz uçak ona tahsis edilmişti. Dönememenin
hayal kırıklığıyla, burada dört gün daha geçirecek olmanın sevinci birbirine
karıştı. Tan TV’ye döndüğümüzde büyük bir şaşkınlık ve coşkuyla karşılandık.
Onca yorgunluğun üzerine dört gün Alma Ata tatili, ekipteki herkese değilse de
bana çok çok iyi geldi.
Nihayet İstanbul’a dönünce fotoğraflar banyo edildi, arşivlendi. Bir
yandan da çekilen videoların kurgusuna başlamıştık ki birkaç hafta sonra yapım
şirketi iflas etti. İşe geldiğimizde kapı kilitliydi, her şeyimiz içeride
kalmıştı. Yüzlerce saatlik video kayıtları, röportajlar ve tabii ki
fotoğraflar! Arşivleme sırasında kendime ayırdığım yaklaşık yüz kare fotoğraf
dışında elde kalan hiçbir şey yoktu. İcra davaları yüzünden bir daha hiçbirine
ulaşamadık. Nasıl bir yıkım yaşadığımızı anlatamam? Olağanüstü bir yolculuğun
ürünleri, olağan bir ticari başarısızlık nedeniyle kaybolup gitti.
İçine düştüğüm umutsuzluktan çıkmamı sağlayan yeni bir işe girdim. İnterpress Yayınları, Avni Özgürel yönetiminde Panorama Haber Dergisi ve hemen ardından da Turkuaz Kültür ve Coğrafya Dergisi’ni çıkarma kararı almıştı. İki derginin fotoğraf editörü olarak çalışmaya başladım. Fotoğraf kadrosunu kurma şansım da vardı. Yakınımdaki başarılı fotoğrafçılar Kadir Aktay, Kubilay Tüntül, Mehtap Yücel ve Nurdan Sözgen böylelikle ekibe katıldı. Hemen ardından Deniz Doğan dahil oldu. Sokak Dergisi’nden sonra meslekteki en keyifli dönemim böylelikle başlamıştı diyebilirim. Çok iyi bir muhabir kadrosuyla çalışıyorduk. Ezber bozan işlere imza atılıyordu.
1993 yılı, bir önceki yıl başlayan büyük kâbusun doruğa çıktığı yıl
oldu. Uğur Mumcu’ya düzenlenen ve büyük infial yaratan suikast ile başladı her
şey. Ardından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, ANAP İstanbul Milletvekili
Adnan Kahveci ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın peş peşe şüpheli ölümleri
gerçekleşti. Jandarma Tugay Komutanı Bahtiyar Aydın’ın bir çatışmada öldüğü
açıklandı. 18 Mart’ta ateşkes ilan etmiş olan PKK, Bingöl-Elazığ arasında 33
askeri kurşuna dizdi ve bu saldırıdan 15 gün sonra ateşkes sona erdirildi. Aynı
aylarda birçok köyde çok sayıda Kürt köylüsü katledildi. PKK bu cinayetleri
devletin işlediğini, devlet ise cinayetlerin arkasında PKK’nin olduğunu iddia etti.
Sivas’ta Pir Sultan Etkinlikleri’ne katılanların kaldığı Madımak Oteli binlerce
kişinin katıldığı saldırıda yakıldı, 33 kişi hayatını kaybetti. Başbakan Tansu
Çiller, “Terör ya bitecek, ya bitecek!” açıklamasını yaptıktan ve “Terörün
dıştaki ve içteki kaynaklarını kurutacağız.” dedikten üç gün sonra 4 Kasım 1993
günü “Güneydoğu’daki gerçekler Türk milletinden gizleniyor” diyen JİTEM’in
kilit ismi, istihbaratçı Cem Ersever öldürüldü.
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın fotoğraflarını işte böyle bir dönemde
çektim. Lübnan’daki Bekaa Vadisi’nde Öcalan’ın evinde çektiğim fotoğraflar
günlük gazetelerin birinci sayfalarına yansıdı. Bizim yayın içeriğimizden
farklı fotoğraf altlarıyla elbette… Panorama Dergisi’nde iki sayılık bir dizi
halinde yayınlanması planlanan ilk röportaj dergiye basılınca yayın
yönetmenimiz Özgürel, dönemin Genelkurmay’ında epey bir ter dökmek durumunda
kaldı. Kendi ifadesine göre Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, masaya vurarak
dergiyi parçalarken “biz bu adamın insan olmadığını göstermeye çalışırken siz
ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” diye bağırmıştı. Çektiğim fotoğraflarda Öcalan
yemek yiyor, TV izliyor, mutfakta elma yıkıyor ve yatak odasında yatağına
uzanmış dergi okuyordu.
Lübnan dönüşünde Ankara’ya inip üzerimdeki toz toprak ile Necmettin
Erbakan ve ailesinin evinde fotoğraflarını çekmem de bir başka hikâye… Kapıda
beni karşılayan Erbakan’ın ilk sözleri şu olmuştu: “Sizi de Lübnan’dan buralara
getirip yorduk. Zahmet ettiniz.” Erbakan ailesini tam tekmil çeken ilk
fotoğrafçıydım.
Aralık 2014’te Galata Fotoğrafhanesi Yayınları’ndan piyasaya çıkan
Fotoğraf Notları Fotoröportaj Kitabı’nda da yayınladığımız “Oturak Alemi”
serisi de yine o yıllarda çekilmiş, ilk olarak Panorama Dergisi’nde
yayınlanmıştı. Yıl boyunca uzun yolculuklar yapıp irili ufaklı birçok
foto-röportaj gerçekleştirdim Panorama ve Turkuaz dergileri için.
Hakkâri’ye yaptığım ilk yolculuk da bu dönemdeydi. TSK ile PKK arasındaki ateşkesin devam ettiği günlerde dergi için Okşan Özferendeci ile önce Van’a, oradan da Hakkari’ye gitmeye karar verdik. Yolculuğa çıkmadan önce taraflardan birine gayri resmi, diğerine de resmi bilgilendirmede bulunduk. Hakkâri Valiliği ve Tugay Komutanlığı bölgeye geleceğimizi biliyordu. Yolculuktan birkaç gün önce sınır ötesi büyük bir operasyon başladı bölgede. Bizimle görüşme sözü veren tugay komutanına artık ulaşılamıyordu. Yine de, neler yaşayabileceğimizi tam bilememenin huzursuzluğuyla yola çıktık.
Bizi Van’dan Hakkâri’ye götüren midibüs Zap Suyu kıyısından yukarıya,
şehre doğru döne döne yükselirken tam şehir girişinde telgraf tellerine
kanatlarından gerilerek asılmış akbabayı görünce tam anlamıyla dehşete
kapıldık. Bunun, Özel Tim’in korku salma yöntemlerinden en masumu olduğunu
sonradan öğrendik. “Olağanüstü
hal” uygulaması nedeniyle olağanüstü yetkilerle donatılan ve denetimden tamamen
uzak tutulan grupların kendi özel kanunlarını uyguladıkları bir alan haline
getirilmişti oralar.
Şehre varınca ilk iş olarak, o yıllarda Hakkâri’de bulunan tek otele
yerleştik. Vakit kaybetmeden bağlantımızın olduğu kişileri ziyarete başladık.
Öncelikle şehri tanımak için yürüyüşler yaptık. Akşama doğru başlayan sokağa
çıkma yasağına kadar dolaşıp, görüşmeler, röportajlar yapıyor, yanlış
hatırlamıyorsam saat 17:00 gibi başlayan sokağa çıkma saatinden önce otele
dönüyorduk. O saate yakın bomboş, ölü bir şehre dönüşüyordu Hakkâri.
Sabah erkenden yola çıkıp, defalarca askeri kontrol noktalarından
geçerek, ilçelere gittik. Korucu Pinyaniş Aşireti ile röportajlar yaptık. Kar
altındaki köylerde gelin alaylarını fotoğrafladık. İngiltere’de Oxford’dan
mezun olup, köyüne geri dönmüş genç kızlarla tanıştık. Yüksekova’dan sonra
Şemdinli’de bir askeri birliğe uğradık. Dağ köylerine çıkmak istiyorduk ve
askerlerin o çevrede bulunduğumuzu bilmesi gerekiyordu. Nizamiyede bir yetkili
ile görüşmek için beklerken tezkereye birkaç hafta kalmışken askerliğin üç ay
uzatıldığı haberini alıp derin bir depresyona giren askerlerin felçli gibi
kaskatı kalmış hallerini görmek ikimizi de derinden sarstı.
Görüştüğümüz subaylar, gitmeyi düşündüğümüz dağların kendi
kontrollerinde olmadığını, dolayısı ile güvenliğimiz konusunda bir şey
yapamayacaklarını söylediler. Biz de güvenlik istemediğimizi, sadece
bilgilerinin olmasının yeterli olacağını söyleyip yola koyulduk. Oldukça uzun
bir yolculuktan sonra kartal yuvası gibi bir tepeye kurulu köye vardık. Nasıl
misafir edildiğimizi anlatamam. Hayatımda yediğim en ilginç yemekleri yedim:
Örneğin kuru kayısı üzerine kırılmış yumurtanın tadı unutulmazdı.
Sorunsuz biçimde röportajı tamamlayıp, fotoğraflar çektikten sonra
ertesi gün de epey zamandır yoğun çatışmalar nedeniyle gazetecilerin gidemediği
Çukurca’ya gitmek üzere Hakkâri’ye döndük.
Her akşamüzeri aynı telaşı yaşıyorduk: Sokağa çıkma yasağından önce
otele varmalıydık. Zap Suyu’nun kıyısındaki virajlı yollardan adeta uçarak
gitmek zorundaydık.
Çukurca’ya gidecek olmak bizi çok heyecanlandırıyordu. Bizi götürecek
şoförü ikna etmek hiç kolay olmadı. “Allah’a emanet gideceğiz, biliyorsunuz
değil mi?” demişti. Her ne şekildeyse işte, gittik, Çukurca’ya vardık. Şoför
Çukurca girişinde bizi bıraktı, “Beni buralarda bulun dönüşte” dedi. Tek ana
caddesi üzerinde yürümeye başladık. Neredeyse ilçedeki tüm binalar çatışmalar
sırasında delik deşik olmuştu. Özellikle eski Ermeni Mahallesi’ne gitmeyi çok
istiyorduk. Birkaç yüz metre sonra mahalleye vardık. Büyük kısmı terkedilmiş ve
yıkık durumdaki evlerin arasında dolaşıp fotoğraf çektik. Herkes bize büyük bir
şaşkınlıkla bakıyordu. Hiç bozuntuya vermeden bir süre daha çekime devam edip başka
sokaklara saptık. Tekrar ana caddeye çıktığımızda kapkara ve iri yarı iki adam
yanımıza geldi. Emniyet müdürünün bizi görmek istediğini söylediler. İşimiz
olduğunu, bir ara uğrayabileceğimizi, söylediğimizde yüzlerinde oluşan şaşkın
ifade görülmeye değerdi doğrusu. Kısa bir suskunluktan sonra, “Şimdi!” dediler,
“bu taraftan!” Usturuplu bir alıkoyma durumu ile karşı karşıya olduğumuzu o
zaman anladık.
Müdür odasında, ayakta karşıladı bizi. “Herkes kaçıp kurtulmak isterken,
sizin ne işiniz var buralarda?” diye sordu hal hatır öncesi. Oturduk, anlattık.
Bir coğrafya dergisinde çalıştığımızı, Hakkâri ve çevresinin doğa ve kültürünü
anlatan bir röportaj hazırladığımızı söyledik. “A bakın ben de doğayı çok
severim” dedi keyifle. “Fırsat buldukça, hanımla çocukları alıp dağlara,
ormanlara gideriz” dedi, “Türkiye’nin hemen her yerinde ormanlarda, mağaralarda
adım yazılıdır benim.” Meğer çakısıyla ağaçları, taşları oyup adını yazıyormuş
gerçekten. Müdürün doğa sevgisine hayran olduk elbette(!) Çaylarımız bitince
müsaade istedik. “Aaa, olur mu hiç öyle hemen gitmek.” dedi. “Taa İstanbul’dan
gelmişsiniz, iki çift muhabbet edelim”. Fakat işimiz gücümüz var, demeye çalıştıysak
da hiç açıkça söylemeden orada oturmaya mecbur olduğumuzu anlamamızı sağladı.
Saatlerce alıkonduk. Çay içmekten helak olduk diyebilirim. Ve işte yine sokağa
çıkma yasağı saati yaklaşıyordu. “Eh…” dedi bu kez de, “Ben sizi daha fazla
tutmayayım, yolunuz uzun, ancak varırsınız Hakkâri’ye.” Gerçekten de ancak
otomobile binip geri dönecek kadar az bir zaman kalmıştı. Canımız sıkkın, biraz
öfkeli çıktık yanından, aracımıza binip aç bil aç şehre vardık. Beş on dakika
vardı yasağın başlamasına. Otelde yiyecek bir şey olmadığını da biliyorduk.
Açık tek bir dükkân kalmamıştı. Çaresizce alacakaranlıkta otele doğru yürümeye
başladık. Nereden çıktıklarını anlayamadığımız bir düzine silahlı adam bir anda
üstümüze çullandı. İte kaka yere yatırıldık, bağıra çağıra kim olduğumuz
soruluyor, kimliklerimiz alınmaya çalışılıyordu. İtirazlarımız da elbette işe
yaramıyordu. “Valilik …”, diyorduk, “tugay komutanı…” diyorduk yattığımız
yerden. Elebaşları olan karanlık adam “burada devlet biziz, bizim haberimiz yok
sizden” diyordu itirazlarımıza karşılık. O vakitlerin paralel devleti de
onlardı, Özel Tim-Jitem yani. Yaka paça sürüklenerek götürülmüş olsak da otele
girince biraz olsun rahatladık. Çünkü sokakta kimse bizim alındığımızı
görmemişti. Bizim üzerimizden bir dünya kirli iş çevirebilirlerdi. Okka altına
gitme ihtimali vardı açıkçası. Dediğim gibi otele girince biraz rahatladık.
Ancak bu kez de sonu belirsiz bir bekleyiş başladı. Bir vakit sonra bize
sorular soran karanlık adam yanında küçük bir çocukla geri geldi. Otelin
asansörüne bindirdi çocuğu. Meğer bizim otelin şöhreti, sadece Hakkâri’nin tek
oteli olmasından kaynaklanmıyormuş, aynı zamanda da asansörlü tek binaymış. Tim
komutanı karanlık adam, hazır otele gelmişken, asansöre binsin diye gidip evden
çocuğunu alıp getirmiş. Bunu öğrendiğimizde ne düşüneceğimizi bilemedik
doğrusu. Gecenin sonunda kimliklerimiz geri verildi ve bir an önce şehirden
ayrılmamız “emredildi”. Gitmedik, iki gün daha kaldık. Meğer bu sırada da yan
odamıza yerleşmiş ve bizi dinlemişler. Otel çalışanlarından giderayak aldığımız
son bilgi de bu olmuştu.
Tüm korkulara, tedirginliklere rağmen Hakkâri’ye aşık olmuştum bu
yolculukta. Yıllar sonra hazırladığım “Hakkâri… Sevgilim…” gösterisinin
temelleri bu yolculukta atıldı. Sonrasındaki gidişlerimde de belirginleşti,
tamamlandı.
Turkuaz Dergisi için birbirinden farklı coğrafyalarda çalışmalar
yapmanın yanı sıra zaman zaman eski röportajlarımı da dergiye öneriyordum. Daha
önce Tempo Dergisi için sinemacı Ahmet Haluk Ünal ile birlikte yaptığımız Muğla’nın
Milas ilçesine bağlı İkiztaş olarak anılan Yörük köylerindeki yaşamı anlatan
foto-röportajı bu kez kapaktan Turkuaz Dergisi’nde yayınlama kararı verişimiz
son derece üzücü bir olaya sebep oldu. Bu olaydan sonra fotoğrafın gerçekten
tehlikeli bir araç olduğuna inadım ve birçok fotoğrafçının tersine bu tehlikeye
sık sık işaret etme ihtiyacı duydum.
Tempo’da yayınlanan fotoğrafları yeniden elden geçirip bahar sayısına
uygun bir seçki oluşturmuş, bunlardan birini Turkuaz’ın kapağına taşımıştık.
13-14 yaşlarında bir kız çocuğunun portresiydi kapağa seçilen. En küçüğünden,
en yaşlısına kadar köydeki tüm kadınlar bereketli bir güne vesile olması için
sabah uyanır uyanmaz yazmalarının kıyısına çiçek takıyordu. Seçilen kız
çocuğunun da başörtüsünün kıyısında sarı çiçekler vardı. Dergi basıldı,
dağıtıldı. Birkaç hafta sonra köyden üzücü bir haber aldık. Küçük kız, babası
tarafından bu fotoğraf nedeniyle dövülmüş. Kahroldum! Fotoğrafların tamamı, üç
gün kaldığımız köyde herkesin gözü önünde, bilgisi dahilinde çekilmiş, üstelik
daha önce haftalık Tempo Dergisi’nde yayınlanmıştı. Her şey fotoğrafçılık,
gazetecilik etiğine uygundu güya. Ancak öngöremediğimiz nokta “kapak”
fotoğrafının farklı algılanabileceğiydi. Derginin iç sayfalarında yayınlanan
fotoğraflar sorun yaratmazken evlenme yaşına yaklaşan bir kız çocuğunun kapakta
yer alması köydeki insanların kültürlerinde hoş karşılanmıyordu. Düşünmemiz
gereken ince bir noktayı ihmal edip düşüncesizce davranmıştık. Fotoğrafı
çektiğim ve kullanıma ben soktuğum için, küçük kızın maruz kaldığı şiddetin tüm
sorumluluğu benim üstümdeydi. O günden sonra fotoğraflarını çektiğim insanlara
karşı çok daha fazla özenli davrandım ama neye yarar?
Madımak Otel-Sivas (Fotoğraf: Mehtap Yücel) |
1994’te, basın fotoğrafçıları Çağrı Kılıççı, Deniz Doğan, Kadir Aktay,
Kubilay Tüntül, Kutup Dalgakıran, Mehtap Yücel, Muammer Yanmaz, Mustafa
Çetinkaya, Nurdan Sözgen ile bir araya gelerek bir fotoğraf kolektifi kurduk.
ONYX adını verdiğimiz kolektifin ilk aşamasında bir dizi slayt gösterisi
hazırladık, çeşitli organizasyonlarda bunların sunumunu yaptık. (İlk
hazırladığımız karma gösteri “Umut Bey! Umut Bey! Durun Bir Dakika!” adını
taşıyordu.)
Bu gösterinin tamamlanmasının hemen ardından Orta Asya yolculuğu
sırasında çektiğim ve bir kenara ayırdığım için kurtarabildiğim birkaç yüz
fotoğrafın arasından seçilmiş fotoğraftan oluşan “Orta Boy Bir Orta Asya Yolculuğu”
gösterisini hazırladım. Bu çalışmam da birçok organizasyon aracılığı ile
izleyicilere sunuldu.
ONYX’e dönecek olursak… Arşivlerimizdeki fotoğrafları derleyip
toparlayıp portfolyolar ve gösteriler hazırlarken bir yandan da dönemin etkili
gazetecileri ve yabancı basın mensupları ile görüşüp fotoğraflarımızı
uluslararası basın piyasasına tanıtmanın yollarını aramaya başladık. O yıllarda
Türkiye’de çekilen fotoğraflarla yurtdışına açılmak neredeyse imkânsız gibi
görünüyordu. Tersini yapabilenlerin (Coşkun Aral, Savaş Ay ve sonraları Sedat
Aral gibi…) sayısı bir elin parmaklarını aşmayacak sayıdaydı.
Etkinliklerde sunumlar ve kendi aramızda toplantılar yapmaya devam
ediyorduk etmesine fakat moralimiz hızla bozuluyordu. Panorama ve Turkuaz
dergileri kapanmış, hepimiz işsiz kalmıştık. Artık dağılma noktasına yaklaşırken
güzel bir iş teklifi aldım. Akşam adında yeni bir gazete yayınlanmaya
başlanacaktı ve sağlam bir kadro kurmam için bana fotoğraf editörlüğü teklif
ediliyordu. Gazetenin yöneticileriyle görüştüm, şartları karşılıklı kabul
edince hemen, filmlerdeki gibi arkadaşlarımı arayıp “Ekibi yeniden kuruyoruz.”
dedim. Keyfimiz yerine gelmişti. Fakat bu keyifli halimiz sadece bir hafta
sürdü! Yedi-sekiz gün sonra, yüksek lisans eğitimini bitirmediğim için artık
daha fazla askerden kaçamayacağımı, bir an önce “teslim” olmam gerektiğini
bildiren bir haber aldım. Bu kez otorite kazandı, gidip uzun saçlarımı
kestirdim.
Akşam Gazetesi’ndeki editörlük ve ekip kurma işini ortada bırakma şansım
yoktu. Arkadaşlarıma “Benim yerime hanginiz editörlük yapmak ister?” diye
sordum. Biri bile istemedi! Masa başına bağlanmak istemiyorlardı. Bu duruma
epey güldüğümüzü hatırlıyorum. Ankara’da yaşayan fotoğrafçı arkadaşımız Alper
Fidaner’e önerdik editörlüğü. Neyse ki bizi kırmayıp işi kabul etti. Ben de
biraz olsun rahatladım. Askere giderken ne kadar rahatlanırsa…
Uzun dönem yani yedek subay olarak ve üstelik de komando olarak beni
kaydetmeye çalışan subay ile her riski göze alıp epey tersleştim. Babamın da
asker oluşunu dillendirmesi, sesine de emir tonu verip konuşması elbette bir
şey değiştirmedi. 8-9 ayda ölmez de sağ çıkarsam, geçer gider diye
düşünüyordum. Kısa dönemde ısrar ettim, üniversite sınavında yaptığım gibi
soruların çoğunu cevapsız bırakıp çıktım sınavdan. Biraz cesaretim olsa vicdani
reddimi açıklamayı çok isterdim ancak bunu göze alamadım açıkçası. Kolay yolu
seçtim: Yap, bitir ve unut! Ama unutulmuyormuş meğer. Unutmadığım kısım
“Ardahanlı bir çavuş vardı.” naifliğindeki kısım değil elbette.
Askerliğimin önemli bir bölümünü, Kırklareli-Vize’de, askeri lojmanlar arasındaki büyükçe fotoğraf stüdyosunda vesikalık fotoğraf çektirmeye gelen dört-beş asker çocuğunu bekleyerek geçirdim. Askeriye içindeki rüşvet döngüsünü, çok ama çok üst düzey subayların çocuklarının nasıl askerlik yapmadığını ve kışla içerisinde nasıl bir uyuşturucu trafiğinin yaşandığını o stüdyo etrafındaki farklı kademelerden tanışıklıklar sayesinde gözlemledim, öğrendim, bir kenara yazdım.
Bir çeşit esaret duygusuyla geçen ayların sonunda nizamiyeden çıkıp sivil
hayata doğru yürürken arkamdan bir otomobilin usul usul geldiğini hissettim. Sonra
bir deklanşör sesi duyunca hızla arkama döndüm: Turuncu vosvosun içinde sevgili
dostlarım Alaaddin Savaş ve Nurdan Sözgen vardı. Nurdan vosvosun üst
penceresinden beline kadar dışarı çıkmış benim fotoğraflarımı çekiyordu.
Deliler gibi sevindim! Askerliğe dair neredeyse tüm sıkıntımı bir anda
unutturdular bu eşsiz jestleriyle.
İstanbul bir başka görünüyordu gözüme. Biraz yabancılıyor, çokça
özlediğimi fark ediyordum. İstiklal Caddesi’nde bildiğim, tanıdığım yüzler
sekiz ay içerisinde değişmişti. Bazı mekânlar kapanmış, yerlerine bana soğuk
görünen yenileri açılmıştı. Alışmak zaman aldı. İş bulmak da öyle…
Nihayet 1995 yılı sonbaharına doğru Evrensel Gazetesi’nin yeniden
yapılandığını duyunca hemen başvurdum. Yıldırım Türker, Murat Çelikkan,
Yurdagül Erkoca’nın yanı sıra polis tarafından dört-beş ay kadar sonra
katledilecek olan sevgili Metin Göktepe’nin bulunduğu bir ekip gazeteyi yeniden
inşa edecekti. Günlük haber
fotoğraflarının dışında spot fotoğraflar çalışmaya ve hemen peşinden de pazar
günleri arka sayfadaki toplum haberleri sayfasına röportajlar yapmaya başladım.
Piya Kolektifi Foça Buluşması - 1997 |
Birkaç hafta içerisinde röportaj yaptığımız odanın bitişiğindeki
kullanılmayan tuvaleti karanlık odaya dönüştürdük elbirliğiyle. Toplantı odası
küçük bir derslik haline getirildi. Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi’ni
böylelikle kurmuş olduk.
1995 yılı bitmeden Evrensel Gazetesi’nden ayrıldım ve Piya Kültürevi’ne
yoğunlaştım. Piya, hepimiz için büyük bir yaşam deneyimi oldu. Kısa bir komünal
denemenin sonrasında kolektif bir üretim ve yaşam alanımız haline geldi.
Sinema, tiyatro, şiir kitapları, edebiyat dergileri yayınlayan bir yayınevimiz,
küçük bir kafemiz, aramızdaki müzisyenlerin kurduğu iki grubun (Bumerang ve Grup
Serora Nat. Bir süre sonra da Kazım Koyuncu’nun da içinde olduğu Zuğaşi Berepe
topluluğu Piya’ya katılacaktı) provalarını yaptığı müzik stüdyomuz ve bir
fotoğraf atölyemiz vardı. Günler geceler boyu süren ideolojik tartışmalar, her
geçen gün derinleşen dostluklar, hayata sanatsal yollardan müdahale etme
arayışları hepimizi hızla geliştiriyordu, biçimlendiriyordu.
Karanlık oda tekniğimi ilerletmek için Piya Kültürevi’ndeki karanlık
odada epey kimyasal madde soludum. Ancak istediğim noktaya bir türlü
gelemediğim için bunalırken imdadıma 2000 yılında dijital fotoğraf yetişti.
Piya’da hem kendimi geliştiriyor, hem de bilgi ve deneyimlerimi genç
fotoğrafçılarla paylaşmaya çalışıyordum. Fotoğraf eğitimi alanına ilk
adımlarımı Piya Kültürevi Fotoğraf Atölyesi’ni kurarak attım. İfsak, Fotoğrafevi
ve Göçerler Fotoğraf Kulübü’nden sonra İstanbul’daki dördüncü fotoğraf eğitim
alanı haline geldik kısa bir zaman içinde. Çevremizde oluşan fotoğrafçı
birlikteliği yeni çalışmalar yapmaya itiyordu bizi. Sergiler açıyor, söyleşiler
düzenliyor, dia gösterileri organize ediyorduk.
6. İstanbul Saydam Günleri-İtalyan Kültür Merkezi |
İstanbul Saydam Günleri’nin organizasyonunda dönemin ve bugünün aktif
fotoğrafçılarının önemli bir kısmı görev aldı. Bu buluşma hali itibariyle de
son derece önemli bir festivaldi Saydam Günleri. 2003 yılından itibaren
Fotoğraf Vakfı ve 2004 yılından itibaren de Galata Fotoğrafhanesi’nin kurumsal
katılımıyla 10. yılına ulaşıp, işlevini tamamladı.
Piya Kültürevi’ne dönecek olursam… 1997 yılı 1 Mayıs’ından hemen sonra
uzun bir Avrupa turnesine çıktık. Almanya ve Hollanda’nın birçok kentinde
konserler, şiir dinletileri ve fotoğraf gösterileri yaptık. İstanbul’a
döndükten bir süre sonra Zuğaşi Perepe topluluğuyla Kazım Koyuncu ve Ali Elver
de aramıza katıldı. İstanbul’da ve şehir dışında da dinletilere, fotoğraf
gösterilerine devam ediyorduk.
Piya Kültürevi’nin beni her anlamda biçimlendirdiği yıllar içerisinde
1997’nin yeri ayrıdır. O yıl İstanbul Life Dergisi’nde çalışmaya başladım.
İstanbul Life, tam zamanlı gazetecilik mesleğini icra ettiğim son yer oldu.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı’nda Kayıhan Güven
hocamızın önerisi üzerine fotoğraf dersleri vermeye başlamıştım. Nurdan Sözgen
ve Muhittin Tüylüce ile birlikte Galatasaray’daki Olivya Han’da “Koridor”
adıyla ilk fotoğraf stüdyomuzu da o günlerde açmıştık. 8-10 odalı mekânımıdaki
upuzun koridordan almıştı adını.
İstanbul Life’ın yayın yönetmeni olan arkadaşım birkaç ay sonra dergi
ile stüdyo arasında bir seçim yapmam gerektiğini söyleyince ertelediğim bir
kararı hızla almak durumunda kaldım ve tam zamanlı çalışma hayatına kalıcı
olarak noktayı koydum. Dergilere ve reklam ajanslarına freelance fotoğraf
çekimleri yaptığımız stüdyomuza ağırlık verdim. Bir yandan da bazı dergilerin
fotoğraf editörlüğünü dışarıdan sürdürüyordum.
1997 yılında yurtdışındaki ilk sergilerimi açtığım yıldı aynı zamanda:
“Renkler, Yüzler, Sesler Fotoğraf Sergisi” Rotterdam-Hollanda (Mehtap Yücel ile
birlikte) sonrasında da “Hayatlar… İstanbul’da… Köln’de… Karma Fotoğraf
Sergisi” Köln-Almanya, (Piya Kültürevi ile Arbeiter Fotografie işbirliği ile)…
Galatasaray'daki Olivia Han'daki ilk stüdyo-1998 (Sağdan: Eren Aytuğ, Alaaddin Savaş ve Yücel Tunca) |
1999 sonlarına kadar yoğun biçimde çalışmalarımız devam etti. İkinci bir
mekân hazırlıklarına bile başlamıştık. İstiklal Caddesi üzerinde, Galatasaray’a
çok yakın bir noktadaki Olivya Han’ın –ki ilk stüdyom da o binadaydı o
günlerde- en üst katında, içinde sahnesi de olan bir mekân oluşturmaya
başladık. Şair Fadıl Öztürk’ün sözcüklerin yanı sıra demiri de oya gibi işleme
becerisi ve sabrı sayesinde mekân yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Büyükparmakkapı’daki çalışmalarımızı Olivya Han’a kaydırdık. Fakat büyük bir yorgunluk
başlamıştı. Ekonomiyi ayakta tutamıyorduk. Yeni mekânın giderleri, yayınların
maliyetleri altından kalkılması imkânsız bir noktaya gelmişti. Ve pes edip geri
çekilmeye karar verdik. Mekân tam olarak bitirilemeden devredildi, hepimizde
eşsiz sosyal, siyasal ve sanatsal birikimler bırakan Piya Kültürevi kapandı.
Fotoğrafçılık anlamında en az hatırlamak istediğim günler reklam ve
tanıtım fotoğrafları çekmek durumunda olduğum günlerdi, diyebilirim. Müşteri
ilişkileri ve ticari döngünün ne kadar usandırıcı, ne kadar utandırıcı ve hatta
mide bulandırıcı olabileceğini deneyimleyerek yaşadım. “Düşmanıma bile tavsiye
etmem” denir ya hani, tam olarak o kadar mutsuz olmuştum. Dergi piyasası,
reklam sektörüne oranla daha rahat nefes aldığım, nispeten daha insani bir
ortam sunuyordu. Reklam ve tanıtım işlerinin bana uygun olmadığını kendime
nihayet itiraf edip 2009’da tümüyle bırakmayı başarana kadar neredeyse 12
yılımı kaptırmıştım bu sektöre. Dergilere fotoğraf çekmeyi de 2010 yılında
tümüyle kestim.
2000 yılında bir kez daha sinema setine geri döndüm. Bu tarihten yıllar
önce Sokak Dergisi’nde çalışırken, derginin üçüncü sayfasındaki “Öne Çıkanlar”
bölümü için, Levent Kırca’ya metin yazarlığı yapan Yılmaz Erdoğan’ın portresini
çekmeye gittim. Bu tanışıklık zamanla çok eğlenceli bir arkadaşlığa dönüştü,
görüşmeye devam ettik. 1991’de, ilk Kürt filmlerinden biri olan Siyabend û
Xece’nin (Yönetmen: Şahin Gök) Van ve çevresindeki çekimlerini Tempo Dergisi
için izlemeye, fotoğraflamaya gittiğimde birkaç haftamızı Erdoğan ile beraber
geçirdik. Yoğun askeri bir baskı altında çekiliyordu film. Gittiğimiz köyler
basılıyor, çekimler durduruluyor, jiplerin tepesindeki askerler havaya
dakikalarca mermi sıkıyordu. Bölgenin siyasi atmosferini Cizre’den sonra ilk
kez bu kadar yakından hissediyordum. İşte bu dönemde Yılmaz Erdoğan ile devam
eden arkadaşlık, 1999’da onun setinde fotoğraf çekmeme sebep oldu. Vizontele
filmi için bir kez daha Van’daydık.
Çekimlerden önce Hakkâri civarında mekân araştırmaları ve oyuncu seçmeleri için çalıştık. Ardından çekimlerin Van’ın Gevaş ilçesinde inşa edilecek küçük bir köy fasatında yapılmasına karar verildi.
Daha önce Tomris Giritlioğlu ve Ömer Lütfi Akad setlerinde görmediğim
ölçülerde rahat bir set hayatı planlanmıştı. Gevaş’ta, Van Gölü kıyısındaki DSİ
tesislerinde konaklıyorduk. Çekeceğim fotoğraflar için sanırım hayatımda ilk
kez film sayısı sınırlandırması yoktu. Renkli negatif ve dia pozitif filmler
kullanarak çekiyordum fotoğrafları. Bunlar sık sık İstanbul’a gönderiliyor,
stüdyodaki arkadaşlarım tarafından düzenleniyor, arşivleniyor, dia pozitiflerin
bir kısmı çerçevelenip bana geri yollanıyordu. 7-8 günde bir verilen tatil
gününün akşamında o haftanın çekimlerinden hazırladığım dia gösterileri bir
parti havasında geçiyor, ekip moral depoluyordu.
Vizontele’nin hikâyesi güzel, oyuncuları son derece başarılı, ekibin
tamamı son derece uyumlu, içinde bulunduğumuz coğrafya büyüleyiciydi. Yıllarca
süren dostluklar kuruldu çalışanlar arasında. İki ay nasıl geçti hiç anlamadık.
Fotoğraflarım afişlerde, basın dosyalarında, filmin internet sayfasında
kullanıldı, 2001 yılında Lütfi Kırdar Kongre Sarayı’nda yapılan galada büyük
bir sergiyle izleyicilere sunuldu. Ayrıca, ‘90’lı yıllarda Hakkâri’ye gidiş
gelişlerimde çektiğim fotoğraflarla, filmin ön çalışmaları sırasında çektiğim
Hakkâri fotoğraflarını bir metin etrafında bir araya getirerek “Hakkari…
Sevgilim…” adlı dia gösterisini hazırlayıp birçok defa izleyicilere sundum. Fotoğrafların
arasında yazdığım metinlerin de yer aldığı gösteriyi 2002 yılında Diyarbakır
Festivali sırasında da yapınca, Amerikalı belgesel fotoğrafçı Ken Light’ın
şaşkın bakışları arasında gözaltına alındım, fotoğraflarıma elkonuldu ve Diyarbakır
1 nolu DGM’de TCK’nın 312. maddesine muhalefetten yargılandım. Halkı kin ve
nefret yolu ile bölme suçunu tanımlayan bu yasa maddesi uyarınca yapılan
yargılama sonunda, Avrupa Birliği uyum çalışmaları sayesinde yasanın
yorumlanmasına farklılık getirildi ve böylece DGM'nin, "Okunan şiirler kamu düzeni için tehlike
oluşturmamıştır. İhtimal üzerine ve yorumla suç oluşturulamaz" gerekçesine
dayandırdığı kararı ile 312’den memlekette beraat alan ilk kişi oldum. Bir
yıldan uzun bir zaman sonra fotoğraflarımı da şaşırtıcı biçimde eksiksiz olarak
geri alabildim.
Vizontele çekimleri için Van’a gitmeden hemen önce Özcan Yurdalan ile
buluşmuştuk. Heyecan verici bir girişimden bahsetmiş, dahîl olmak isteyip
istemeyeceğimi sormuştu: Fotoğraf Vakfı’nın kurulması yönünde bir fikir vardı
ve bu konuda geniş bir fotoğraf çevresinin düşünceleri alınıyordu. Piya
Kültürevi Fotoğraf Atölyesi etrafındaki örgütlenmemizi ve İstanbul Saydam
Günleri organizasyonunu temsilen ilk toplantılara katılmaya başladım.
Toplantılar, Vizotele çekimleri tamamlandıktan sonra da devam etti, 2001
yılında hız kazandı. İstanbul, Ankara ve İzmit başta olmak üzere çok sayıda
fotoğraf derneği ve topluluğun temsilcileri ile bireysel fotoğrafçılar haftada
bir yapılan toplantılara davet ediliyor, görüş alışverişinde bulunuluyordu. Dora
Günel, Fatih Karagülle, Gökhan Gezik Kemal Cengizkan, Mehmet kaçmaz ve Özcan
Yurdalan’ın 1999 Marmara Depremi sonrasında yaptıkları Fotoğrafçı Çocuklar
Atölyeleri’nde oluşan kolektif enerji kurumsal bir yapının oluşması için
altyapıyı neredeyse hazırlamıştı. Ancak kurulacak vakfın geniş bir çevre
tarafından tanınması, benimsenmesi ve katılımcı bir yapıyla kurulması
isteniyordu.
Uzun toplantılar sonunda olası diğer örgütlenme biçimlerinden vazgeçildi
ve bir vakıf çatısı altında toplanma fikri ağır bastı. 2001 yılı sonbaharında
Fotoğraf Vakfı’nın resmi kuruluş işlemlerine başlandı. Kemal Cengizkan ve Özcan
Yurdalan manevi kurucular olarak kalırken, Dora Günel, Mehmet Kaçmaz ve ben
resmi kurucular olarak başvurumuzu yaptık. Bu noktadan itibaren de Fotoğraf
Vakfı Girişimi adıyla çalışmalara hızla başladık. Önce İstiklal Caddesi’nin bir
arka paralelinde, Süslü Sokak’taki ilk mekânımızı ve hemen ardından da
Meşrutiyet Caddesi’ndeki mekânımızı kiraladık. Burada dersliklerimiz, karanlık
odalarımız, sergi salonumuz ve arşiv odamız bulunuyordu. İstanbul Saydam
Günleri’nde benimle beraber çalışan Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
öğrencilerinin de dahîl olduğu oldukça genç bir ekiple keyifli bir dönem
başladı. Bu sırada World Press Photo ile yapılan işbirliği neticesinde genç
basın fotoğrafçılarının epey yararlandıkları ve belgesel fotoğraf alanında
önemli bir bilgi ve deneyim kazandıran, birikim yaratan atölyeler düzenlendi.
Uluslararası alanda çok değerli fotoğrafçılar, editörler, gazetecilerin
katıldığı atölyelerin sonuçları bugün çeşitli noktalarda aktif olarak basın
fotoğrafı ve belgesel fotoğraf üreten kadrolarda kendini gösteriyor.
NarPhotos’un doğuşunu sağlayan da esasen bu atölye çalışmaları olmuştur,
diyebilirim.
2003 yılında Levent’teki HSBC binası ile Galatasaray’daki İngiliz Konsolosluğu’na yapılan eşzamanlı bombalı saldırıdan, henüz kuruluşu resmileşmemiş olan Fotoğraf Vakfı da büyük ölçüde etkilendi. Konsolosluğun tam karşısındaki mekânımız patlama sonucunda darmadağın olmuş, neredeyse her şey parçalanmıştı. Patlama o kadar şiddetliydi ki ön pencerelerin kırılan camları iç odalardaki duvarlara saplanıp kalmış, konsolosluk kantinindeki yiyecekler sergi salonumuzun ortasına kadar savrulmuştu. Patlamanın olduğu sabah saatlerinde henüz hiçbir arkadaşımızın vakfa gelmemiş olması en büyük şansımızdı. Zira üst katlarımızdaki atölyelerde çalışırken hayatını kaybeden işçiler olmuş, iki saldırıda toplam 30 kişi ölmüştü.
Bombalı eylemin çok sayıda insanın canına mâl olması büyük bir moral
çöküntüsü yaratmıştı hepimizde. Aynı zamanda vakfın kuruluşu için bankada bloke
edilen para dışındaki neredeyse tüm mal varlığımızı da kaybetmiştik. Nasıl
toparlanabileceğimizi düşünürken fotoğraflarımızı satma ihtimali aklımıza
geldi. Bu düşünceyi çevremizdeki fotoğrafçılara açtığımızda büyük bir dayanışma
duygusunun olduğunu gördük. Birçok fotoğrafçı orijinal baskılarını kampanyaya
bağışlarken, çok sayıda kişi de fotoğrafları satın alarak dayanışma gösterdi.
Elde edilen gelirle Beyoğlu’nda, Abdullah Sokak’ta dört katlı bir bina
kiraladık ve binayı ciddi biçimde elden geçirdik.
Fotoğraf Vakfı Girişimi olarak taşındığımız binaya 2004 yılı sonunda
gelen mahkeme kararı sayesinde Fotoğraf Vakfı tabelasını asmak mümkün oldu;
vakıf nihayet resmileşmişti. Fotoğraf eğitimlerine, sergilere, söyleşilere ve
yayınlar çıkarmaya kaldığımız yerden devam ediyorduk. Dora Günel ile Kemal
Cengizkan’ın “İçkalpakçı Çıkmazı” çalışmalarının albümüyle başlayan yayın faaliyetlerine,
editörlüğünü Gökhan Gezik ile birlikte yaptığım 25 fotoğrafçının
fotoğraflarından oluşan “Beyoğlu” kartpostal albümüyle devam ettik. Bunların peşinden
Ken Light’ın “Çağımızın Tanıkları”, David Hurn’ün “Fotoğrafçı Olmak Üzerine” ve
Mehmet Kaçmaz ve Özcan Yurdalan’ın hazırladıkları “Çocuklarla Fotoğraf El
Kitabı” geldi.
Kemal Cengizkan’ın başkanlığındaki ilk yönetim kurulunda Dora Günel,
Mehmet Kaçmaz, Özcan Yurdalan ve ben yer alıyordum. Aradaki iki yıllık bir
dönem haricinde bugüne kadar tüm dönemlerde yönetim kurulu başkanlığı da dahîl
olmak üzere yönetim kurulunda görev almaya devam ettim. Halen Galata
Fotoğrafhanesi’nde yürüttüğümüz Belgesel Fotoğraf Programı katılımcısı
öğrencilerimin yer aldığı Fotoğraf Vakfı Yönetim Kurulu’nun üyelerinden biriyim.
Yine biraz geriye dönerek, Marmara Depremi’nde binası hasar gören
Galatasaray’daki fotoğraf stüdyomuzu 2000 yılında boşaltıp Şişli’ye taşınmamızı
anlatabilirim. Nurdan Sözgen, Gül Gülbahar ve Mehtap Yücel’in yanı sıra bu kez
Haluk Çobanoğlu da kısa süreliğine aramıza katılmıştı. 2001 yılındaki büyük
ekonomik krize kadar reklam ve tanıtım fotoğrafı çalışmalarımıza Şişli’de devam
ettik. O günlerde Beşiktaş Kültür Merkezi’nde sahnelenen oyunların fotoğraf
çekimlerini yapıyordum. Derken kriz her şeyi altüst etti. İşler kesildi,
alacaklarımızın ödemeleri yapılmadı, herkes bekleme pozisyonuna geçti. Daha
fazla dayanamayacaktık. Nurdan Sözgen ile birlikte stüdyomuzu kapatıp, benzer
sorunları yaşayan ve stüdyosu Cihangir’de olan Alp Esin ile mekân ortaklığı
yapmaya karar verdik. Ancak üç kişinin aynı stüdyoyu kullanması sorunlar
yaratıyordu. Çok geçmeden dağıldık. 2002 sonbaharında, bu kez tek başıma
“Pozitif Profesyonel Tanıtım Fotoğrafçılığı” adını verdiğim stüdyomu,
Galata’da, Serdar-ı Ekrem Sokak’ta açtım.
İstanbullu, Sea Life gibi dergilerin freelance fotoğraf editörlüğünü
yaptığım o günlerde “Foto-röportajlar” adlı saydam gösterisini tamamlamak
üzereyken aldığım bir teklif üzerine yoğun biçimde bir sergi ve kitap
çalışmasına başladım. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit
Gürtuna’nın talebiyle, Ara Güler’den, genç kuşağın temsilcilerine kadar önemli
bir fotoğrafçı profilinden oluşan ve ABD’de sergilenecek olan “Bu Şehir
İstanbul… 50 Fotoğrafçı 50 Fotoğraf” sergisi böylece oluştu.
Serginin hazırlıkları sırasında seçtiğim fotoğraflardan iki tanesine belediye başkanının danışmanları şerh koydu ve fotoğrafların çıkartılması, değiştirilmesi istendi. (Fotoğrafların biri Dora Günel’in, eski bir İstanbul sokağında yürüyen çarşaflı kadın fotoğrafı, diğeri ise dönemin genç fotoğrafçılarından Engin Gerçek’in bir lunaparkta çektiği ikili fotoğraftı. Yan yana konmuş fotoğrafların birinde “Balerin” adıyla bilinen lunapark oyuncağının tepesinde göğüsleri açıkta maket bir kadın görünüyordu. Ramazan ayında çekilen ikinci karede ise aynı oyuncaktaki kadının göğüsleri bu kez bir kumaşla örtülmüştü.) Fotoğrafları çıkartmayacağımı söyleyince çalışma kilitlendi. Ancak onlar açısından öyle bir noktaya gelinmişti ki işi benden alma ya da sergiden vazgeçme olasılığı neredeyse kalmamıştı. Mekân ayarlanmış, tarihler kesinleşmiş, yolculuk rezervasyonları yapılmıştı. Pes etmek zorunda kaldılar fakat sergi açılışında Gürtuna’nın fotoğrafları görüp tepki vermesinden de çok korkuyorlardı.
Galata’daki, bugün halen komşum olan bir marangoz ustasının yaptığı
sandıklara yerleştirilen fotoğraflar ve serginin iki dilli kitabıyla beraber 2003
yılında Washington-ABD’ye gittik. Beyaz Saray’ın bahçesindeki tarihi bir
galeride serginin açılışını yaptık. Ali Müfit Gürtuna açılış günü ilk kez
gördüğü fotoğraflara bakarken özellikle Engin Gerçek’in fotoğrafı önünde durup
uzun uzun baktı ve sonra gülmeye başladı. “Evet, tabii, işte bizim kültürümüz
böyle bir şey.” dedi. Danışmanlarının rahatlayan yüzlerini görmek oldukça
eğlenceliydi doğrusu.
Sergiyi açtığımız günlerde ABD’nin Irak’ı işgalini protesto eden
yüzbinlerce insan sokaklardaydı. Sergi formalitelerini yerine getirip kendimi
önce Washington’da, sonra da New York’ta sokaklara attım ve New York’ta bir
milyon kişinin katıldığı büyük protesto yürüyüşünü fotoğraflama şansı yakaladım.
İstanbul’daki 1977 1 Mayıs’ını yaşım itibariyle görememiş biri olarak bu denli
büyük muhalif bir kitleyle karşılaşmak ve fotoğraflarını çekmek son derece
heyecan vericiydi.
Amerika dönüşünde hiç vakit kaybetmeden, bu kez Haliç üzerine yeni sergi
çalışmasına giriştim. 19. Yüzyıl gravürleri, 1960-1970 yıllarının bataklığa
dönüşmüş Haliç ve 1990 sonrasında yeniden hayat bulan Haliç bu sergide yan yana
geliyordu. Gravürler ve fotoğraflar yine Haliç kıyılarında sergilenerek
binlerce insana ulaştırıldı.
Aynı yıl ayrıca Candan Seda Balaban’ın hazırladığı mitolojik
karakterlerin masklarını pop-kültür imgeleri ile birleştirdiğim “Pop-Mit” adlı
fotoğraf serisini oluşturdum. Bu çalışma Bozcaada’da yapılan “Homeros
Okumaları” etkinliği sırasında adada oluşan olağanüstü bir atmosferde
sergilendi.
2004 yılının ortalarında Fotoğraf Vakfı içinde yaşanan bir tartışma
üzerine pasif konuma geçmeye karar verdim. Aynı yılın sonbaharında, Gençer
Yurttaş ve Cevahir Buğu’nun önerisi üzerine, Beyoğlu’ndaki Balık Pazarı’nda
Orhan Cem Çetin ile buluştuk ve Galata Fotoğrafhanesi’ni kurmaya karar verdik.
Stüdyo olarak kullandığım Galata’daki mekânı hızlı bir biçimde düzenleyip,
tabelasını değiştirdik, ekim ayı gibi fotoğraf eğitimi çalışmalarına başladık.
Orhan Cem Çetin ile aynı mekân içinde olmak, onun derslerini izlemek benim için
de yeni bir okul tecrübesi yaşamak oldu. Engin bilgisi, sıra dışı bakış açısı
ve kendine has üslubuyla beni derin biçimde etkiledi. Fotoğraf alanında
bilmediğim pek çok şeyi öğrenmemi, daha iyi algılamamı ve doğru bildiğim birçok
şeyi sorgulamamı sağladı, ufkumu genişletti.
Atölye çalışmaları dışında küçük küçük sergiler de düzenlemeye başladık Galata Fotoğrafhanesi’nde. “Vitrin Sergileri” başlığı altında sayıları 20’yi geçen sergilerin ilkleri Cem Çetin’in “Yakın”, benimse “Kedi” serilerimizdi.
Aynı yıl İstanbul Saydam Günleri’nin ömrünü doldurduğu konusunda
festivale emek veren arkadaşlarımla hemfikir olduğumuzu gördük ve 2005 yılında,
yani festivalin 10. yılında sonlandırmaya karar verdik. 1996’da başlayan
süreçte izleyici sayısı ve katılım niteliği yıldan yıla artmış, 90’ların sonu,
2000’lerin başlarında 10 bin kişiyi bulan izleyici sayısı birçok nedene bağlı
olarak giderek düşme eğilimine girmişti. Yıllar içerisinde saydam
gösterilerinin farklı bir niteliğe kavuşması için çaba harcamıştık ekip olarak.
Gezi fotoğraflarının müzik eşliğinde sunumuna çeşitlilik getirmek için baştan
itibaren yazarak, çizerek, paneller düzenleyerek müdahale etmeye çalışmıştık.
Kurmaca ya da belgesel içerikli multimedya tarzı sunumları çoğaltmaya
uğraşıyor, bu alanda genç fotoğrafçılara üretimlerini destekleyecek burs
olanakları sağlıyorduk. Sekiz yıllık çabanın sonunda talebin bu yönde
gelişmediğini görmek biraz üzüntü vericiydi doğrusu. Fotoğrafların arkasında
Kitaro müzikleri dönmeye devam ediyordu. Üstelik dijital fotoğrafın
yaygınlaşması ile diapozitif sunumlar da azalmış, Saydam Günleri ismi nostaljik
bir isme dönüşmüştü. Daha fazla uzatmadan bitirmenin zamanıydı.
Bu son, yeni bir başlangıç olabilir gibi göründü gözümüze. İstanbul’da
uluslararası bir festival yapabilecek noktada ve birikimde olduğumuzu
düşünüyorduk. 2010 Avrupa Kültür Başkenti adayı olan İstanbul’a büyük bir
fotoğraf festivali kazandırma heyecanıyla ön çalışmalara başladık. 2005 yılında
İstanbul Saydam Günleri’ni son kez düzenleyip, yeni festivalin proje dosyasını
Kültür Başkenti adaylığı hazırlıkları yapan ajansa teslim ettik. Oldukça
ilgiyle karşılandı. Brüksel’de yapılacak değerlendirme için oluşturulan
İstanbul’un kültür ve sanat etkinlikleri planlamasına dahîl edilen 40 proje
arasına seçildik. O dönemde henüz bürokrasi sürece tam olarak müdahil değildi.
Birlikte yol alınabilecek bir ekip çalışıyordu Kültür Başkenti adaylığı
konusunda.
Özellikle Emin Altan, Murat Yaykın ve Neşet Kutluğ’un İFSAK’ta
kazandıkları deneyimi bu yeni festival çalışmasında paylaşmaya açık olmaları
hepimize güven verdi. ULİSFOTOFEST adını verdiğimiz festival çalışmalarına
böylelikle başladık. İstanbul Saydam Gösterileri ve Fotoğraf Derneği’ni kurmak
ile başladık işe. 2000’lerin başından itibaren hep yanımda olan, enerjisi ile
beni de hep ayakta tutan fotoğrafçı Gençer Yurttaş’ın da yürekten katıldığı
sürece oldukça kalabalık bir ekip halinde varımızı yoğumuz koyduk diyebilirim.
Aynı günlerde film setlerine son kez geri döndüm. Yine Beşiktaş Kültür
Merkezi’nin projesi olan Organize İşler filminin set fotoğraflarını çektim.
Tesadüfen, Tophane’deki evimin tam karşısındaydı yerleşik set. Sanırım en
konforlu çalışmalarımdan birini yaptım o günlerde. Bazı sahneleri evimin
penceresinden çekerek kendimi aştığımı bile söyleyebilirim. Vizontele’de
başlattığım saydam gösterili ekip partileri bu filminde de devam etti. Dijital
fotoğrafın avantajlarını yoğun biçimde kullandık. Daha setteyken fotoğraflar
seçiliyor, işleniyor, gün gün medyaya servis ediliyordu. O yıldan sonra
özellikle eğitim alanındaki çalışmalarım yoğunlaştığı için sinema sektöründe
üretimde bulunmadım. Zaman zaman özlediğimi fark ediyorum ancak en azından daha
bir süre olanaksız olduğunu biliyorum.
2005 yılında komik biçimde kültür sözcüğünün etrafında dolaşıyordum
galiba. Kültür başkenti, Beşiktaş Kültür Merkezi derken bir de Kültür
Üniversitesi’nde Reklam Fotoğrafçılığı’ndan, Fotoğraf Okuma’ya, Sayısal
Fotoğraf İşleme Teknikleri’nden Sanat Fotoğrafı’na, çeşitli başlıklarda
fotoğraf dersleri vermeye başladım. Dört yıl kadar burada yarı zamanlı öğretim
görevlisi olarak çalıştıktan istifa edip Bilgi Üniversite’ne geçtim. Geçtiğimiz
yıla kadar Bilgi Üniversitesi’nde devam ettim öğretim görevlisi olarak
çalışmaya. 2014-2015 dönemi için ders günü ve saatlerimizin bildirilmesini
beklerken, üniversitelerin de ciddiyetini kaybettiğini iyice görmemi sağlayacak
bir durum ortaya çıktı. Bir öğrencim aracılığıyla 15 kadar yarı zamanlı öğretim
görevlisi ile beraber benim de sözleşmemin feshedildiğini öğrendim. Resmi
olarak ne arayan oldu, ne de bir bildirimde bulunan. Öylece, sessiz sedasız
ayrıldık. Eskiden olsa sinirden küplere binerdim bu saygısızlık, izansızlık
karşısında. Şimdiyse gülüp geçiyorum.
2006 yılının en önemli gelişmesi, Fotoğraf Vakfı yönetimini devralarak,
vakfı Galata Fotoğrafhanesi’nin Galata’daki mekânına taşımamız oldu. İstanbul’daki
fotoğraf dünyasının önemli şahsiyetlerinden Şahabettin Pamuk vakfın başkanı
oldu. İstanbul Saydam Gösterileri ve Fotoğraf Derneği ile birlikte Fotoğraf
Vakfı, ULİSFOTOFEST organizasyonuna katılmış oldu böylece. Yunanistan’dan
Selanik Fotoğraf Müzesi ve Hollanda’dan Noorderlicht Fotoğraf Vakfı’na
yaptığımız ziyaretler sonucunda bu iki yapı da festival ortakları arasına
katıldı. 2007 yılının yaz aylarında iki ay sürecek festivalin programı da hızla
ortaya çıkmaya başladı. İstanbul’un beş ayrı ilçesinde 60’a yakın sergi, 100
kadar fotoğraf gösterisi, panel ve söyleşilerle zenginleşen programın açılışı
için eski Şan Tiyatrosu ayarlandı. Aynî destek veren çok sayıda kuruluş ile
sponsorluk anlaşmaları yapıldı.
2007 yılının 12 Mayıs’ında son derece heyecanlı ve görkemli bir açılışla
başladı festival. Günlerin yorgunluğu, stresi bir anda kaybolup gitti. Onlarca
konuk fotoğrafçının İstanbul’a gelmesi, İstanbul Modern’den, Beykoz, Kartal ve
Avcılar’a kadar çok sayıda kültür merkezinin sergilere ev sahipliği yapması,
yaklaşık iki aylık süre içerisinde 30 serginin açılıp kapanması ve yerlerine
yeni 30 serginin açılması epey enerji ve kaynak gerektiriyordu. 1 Temmuz’da
festival bittiğinde hepimiz bitkisel hayata girmiş gibiydik. Perişan olmuştuk.
Son bir gayret ile bütün basın dosyalarımızı, festival kitabını, festival
gazetesini, sergilerin tek tek hazırlanan afişlerini toparlayıp Kültür Başkenti
ajansına gidip “işte ilkini yaptık. Devamı için söz verilen kaynağın tarafımıza
aktarılmasını istiyoruz.” Dediğimizde henüz kaynağın Kültür Bakanlığı’ndan
çıkmadığını, 2008’de de kendi olanaklarımızla festivali düzenlememizin iyi
olacağını, sonrasında muhtemelen kaynak sağlanacağını işitince oracıkta düşüp
kaldık. Bir kez daha aynı olanaksızlıklara rağmen kalkışılacak bir organizasyon
olmadığı açıktı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadık elbette. Ve devam etmekten
vazgeçip hatıralarımızın arasına kaydettik ULİSFOTOFEST’i.
O yıl, kişisel sergim, “Manzaralar”ı açtığım yıl olarak da kayıtlı
hafızamda.
2008 yılı ise bir tür dinlenme, düşünme, biriktirme yılı oldu kendi
adıma. Bağımsız haber ajansı BİANET için Türkiye’nin çeşitli şehirlerindeki
yerel medya çalışanlarına gazetecilik ve fotoğraf dersleri vermek üzere
yolculuklar yaparken yıllardır Fotoğraf Vakfı içinde de konuştuğumuz Fotoğraf
Akademisi fikri gelişmeye başladı. BİANET’ten Nadire Mater ve Ertuğrul Kürkçü fikrimi
hararetle desteklediler, ellerinden gelen katkıyı sunacaklarını söylediler.
Çevremdeki fotoğrafçı dostlarımla da uzun uzun konu hakkında sohbetler yaptık.
Özellikle İsmail Gökçe’nin değerli fikirlerinden çok yararlandım. Özcan
Yurdalan, Mehmet Kaçmaz ve Murat Yaykın da çerçevenin netleşmesini
kolaylaştırdı. İsmail Gökçe ve Galata Fotoğrafhanesi’ndeki öğrencilerimden
Pelin Durtaş’ın da sürece katılmasıyla 2009 yılının Mart ayında ilk deneme
programını hayata geçirmeye karar verdim. Üç aylık belgesel fotoğrafçılık
eğitim programı oluşturup duyurulara başladık. Beklediğimizin çok üstünde bir
başvuru oldu. Mülakatlar ve portfolyolar aracılığı ile 15 katılımcıyı belirleyip
eğitime başladık. Enerjisi epey yüksek bir üç ay geçirdik. Oldukça umut verici
bir süreçti. Hiç zaman kaybetmeden, ekim ayında başlatmaya karar verdiğimiz
yeni dönem Belgesel Fotoğraf Programı’nı 12 aya çıkardık ve aynı döneme 24 ay
sürecek bir de Basın Fotoğrafçılığı Programı’nı ekledik.
İlk aşamada Fotoğraf Vakfı, BiaNet ve IPS İletişim Vakfı’nın manevi
desteklerini alarak başladığımız Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’ne,
Hollanda’da faaliyet gösteren Press Now adlı bir vakıftan da mali kaynak
aktarımı sağladık. Ekipmanlarımızı yeniledik, geliştirdik, yayın planlarımıza
aldığımız dergiler için düğmeye bastık. Bütün bunlardan önemlisi bir yıl
boyunca NOORIMAGES kurucusu Kadir von Lohuizen’in öğretici olarak katılacağı
bir atölyeler zincirinin gerçekleştirilmesi için destek aldık.
Bu dönemde Vedat Ateş’in de aramıza katılmasıyla yayın alanında hareket
kabiliyetimizi genişlettik. Fotoğraf Notları Foto-röportaj Dergisi ve
Fotoğrafsız Fotoğraf Kültürü Dergisi’nin içerik çalışmalarına başladık.
2009-2011 yıllarında Kadir von Lohuizen ile başlayan uluslararası eğitim
trafiğinde Yuri Kozyrev’den, Ken Light’a, pek çok önemli fotoğrafçının
atölyelerinden yararlanma olanağı buldu öğrencilerimiz. 2009’dan bu yana
programlar kapsamında yapılan belgesel fotoğraf üretimleri dergilerimiz,
kitaplarımız, www.ajanstabloid.com adresinde
yayınladığımız haber sitesi ve sergiler aracılığı ile kamuoyu ile paylaşılmaya
devam ediyor.
Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin yarattığı sinerji sadece
programlarda üretilen fotoğraflarla sınırlı kalmıyor. En güzel yanı da bu
zaten… Birçok farklı projeye birlikte kalkışıyoruz katılımcı arkadaşlarımızla.
Örneğin Belgesel Fotoğraf Topluluğu bu birliktelik halinden doğdu. Fotoğraf
Notları kitapları bugün bu topluluk tarafından hazırlanıyor. Gezi Direnişi
günlerinde hızla hazırlayıp yayınına başladığımız bir fotoaktivizm örneği olan www.taksimdenelinicek.org web
sitesi de yine aynı enerjinin sonucu Taksim ve Gezi parkı üzerine içinde
binlerce fotoğrafın yer aldığı çok önemli bir bellek sitesi oldu. 2014’ün
başlarında aynı grup ile Gezi Direnişi fotoğraflarından oluşan ilk kitabımızı
da bu kolektif çalışma anlayışı ile ortaya çıkardık. Deprem sonrasında 2012
yılında Van’da ve 2014 yazına girerken Soma’da gerçekleşen katliama benzeyen
maden kazasından sonra Elmadere Köyü’nde yaptığımız “Fotoğrafçı Çocuklar
Atölyeleri” de yine aynı kolektif bilinçle gerçekleştirildi. Galata
Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nin paylaşımcı bir hayat deneyimi haline
gelişinin en güzel göstergelerinden biri de Fotoğraf Vakfı’nın yönetim ekibinde
son bir yıldır öğrencilerimizin bulunuyor oluşu.
Başka bir açıdan 2013 yılına özel bir vurgu yapmak isterim. Hatta belki
2012’ye…
Yıllardır verdiğim fotoğraf derslerinin temel düzeydeki uygulamalarını
Taksim’deki Gezi Parkı’nda yapıyordum. Gezi Parkı’nın yıkılarak yerine AVM
olarak kullanılacak Topçu Kışlası’nın inşa edilmesi yönündeki açıklamalar
duyulmaya başlayınca kaçınılmaz olarak pek çok insandan daha fazla konuya
eğildim, süreci yakından takip etmeye başladım. Öğrencilerimden, olası bir
yıkım ihtimali karşısında parkı ve çevresini bol bol belgelemelerini
istiyordum. Bir yandan ben de parkın fotoğraflarını çekmeye başladım. Taksim
Yayalaştırma Projesi adıyla bilinen bir tür kent suçu diyebileceğim projenin
ilk kazmaları vurulmaya başlandığı andan itibaren sürece daha yoğun olarak katıldım.
Taksim Dayanışması’nın ilk eylemlerine ve Taksim Nöbetleri’ne bireysel olarak
katılmaya ve çevremdekileri de davet etmeye başladım. Taksim Meydanı’nda
ellerimize aldığımız Taksim ve Gezi Parkı fotoğraflarıyla gezici sergiler
organize ederek farkındalığın genişlemesine katkıda bulunmaya çalıştım.
Hazırladığımız binlerce fotoğraflı bildiriyi halka dağıtmaya çalıştık o
dönemde.
Park ve çevresinde daha sık fotoğraf çekmek için vesileler yaratıyordum.
Bir televizyon röportajı söz konusu olduğunda randevuyu parka veriyordum. Bu
sayede Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nden son nikâh masanın çıkartılışını, içinin
boşaltılmasını ve sonraki günlerde yıkımının başlamasını fotoğrafladım. Cumhuriyet
Caddesi üzerindeki ağaçlar kesilmeye başlandığında ve aktivistler bu duruma
müdahale ettiğinde de çok yakındaydım, caddedeki kazılar başlayınca toprağın
altından tarihi su kemeri çıktığında da... Bunları fotoğraflayıp hızla sosyal
medyada paylaştım. Her iki seferinde de geçici olarak da olsa inşaat ve kesim
çalışmalarının durdurulmasına sebep oldu bu fotoğraflar.
Fakat tüm çabalara rağmen iktidar sahipleri bildikleri yolda devam
ediyordu. Ve bir gece yarısı dozerler parkın kenarındaki ağaçları devirmeye
başlayıp da bildiğimiz büyük direniş hareketi başlayınca her şey değişti. İlk
birkaç gün, aralıklarla fotoğraf makinem olmadan parktaydım. Sonrasında park
içerisinde direniş gösteren insanlara polis müdahalesi şiddetini arttırınca,
uzun süredir yapmadığım aktif basın fotoğrafçılığına geri döndüm. Günlerce
çatışmaların içinde devletin uyguladığı şiddeti görüntüledim. Sosyal medya
üzerinden bu görüntüleri yaymaya gayret ettim. Barışçıl, insani bir eylemi devlet
memurlarının aldıkları emirler üzerinden nasıl kana buladıklarını herkesin
görmesi gerekiyordu. Benim gibi çok sayıda insan da buna benzer bir refleksle
fotoğraf makineleriyle, video kameralarıyla bir yandan devlet şiddetini, bir
yandan da bu şiddete göğüs germeye çalışan on binlerce insanın direnişini
kaydediyordu.
Birkaç gün sonra kolluk Taksim’i, parkı bırakıp geri çekilmek zorunda
kaldığında başlayan yeni ve eşsiz hayatı fotoğraflamaya devam ettim. 10 gün
süren Taksim Komünü’nün her noktasını fotoğraflamaya, çektiklerimi yaymaya ve
arşivlemeye çabaladım. 11 Haziran’da koluk güçlerinin Taksim Meydanı’na
girişini fotoğraflayamadıysam da aynı günün akşamına doğru meydana toplanan 100
bin kişiye ölümüne yapılan saldırıyı ve sonrasındaki çatışmaları çekmeyi
sürdürdüm. Her geçen gün bir gazeteci arkadaşım daha yaralanıyordu. Önce Jivan
Güner ne olduğu belirsiz bir cisimle başından; ardından Gençer Yurttaş
ayağından, Özcan Yaman çenesinden, gaz fişeği ile; birkaç gün sonra da Mehmet
Kaçmaz gözünün hemen üzerinden plastik mermiyle yaralanınca korunmasız biçimde
daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Bir aydan kısa bir sürede 100 kadar
gazeteci ve fotoğrafçı polis saldırılarında yaralanmıştı. Polis göz göre göre
fotoğrafçıları, gazetecileri hedef alıyordu. İçimdeki korkunun büyümesiyle
çaresizce geri çekildim. Özellikle gece çatışmalarında fotoğraf çekmeyi
bıraktım. Bugün hâlâ içimde devam eden bir kavgadır bu. Korkuya yenilip geri
çekilmenin verdiği hisle kolay kolay hesaplaşamayacağım sanırım.
Daha önce de belirttiğim gibi tüm dönem boyunca hem kendi çektiğim
fotoğrafları, hem de yakın çevremdeki öğrencilerimin, fotoğrafçı dostlarımın
çektiği fotoğrafları her türlü araçla kitlelerle buluşturma yönünde çaba
gösterdim. Bunun insani, vicdani ve politik bir sorumluluk olduğunu
düşünüyorum. Fotoğrafçıların yaşadıkları ve hepimize dayatılan bu hayattan
üreyen sorunlara kayıtsız kalmamaları gerektiğine inanıyorum. Elimizdeki
enstrümanı bu sorunları anlamak ve aktarmak amacıyla, müdahale etmek için
kullanmamız gerekiyor. Durduğumuz tarafın yaklaşımını yansıtmak için fotoğraf
son derece etkili bir araç üstelik. Kullanmaktan geri durmamak lazım kesinlikle…
Fotoğrafçılık hayatımda
hayıflandığım noktalardan biri, dünya fotoğrafçılığı ile çok geç tanışmamdır.
1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’de yayınlanmakta olan veya daha önceki
dönemlerde yayınlanmış fotoğraf dergilerini toparlamaya başlamış olmama rağmen
açıkçası bunların içerikleri ufkumun açılmasına pek de katkıda bulunmamıştı.
Birçok konuya giriş yapmamı sağlıyor ancak daha ötesine geçmem için yetersiz
kalıyorlardı. Kısır tartışmalar içinde bir döngü oluşmuştu. Beyazıt’taki
Sahaflar Çarşısı’nda satılan ikinci el fotoğraf albümlerine pahalı olmaları
nedeniyle yutkunarak bakmanın, gidip gelip tekrar tekrar sayfalarını çevirmenin
dışında yapacak fazla bir şeyim yoktu. 90’lı yılların neredeyse ortasına kadar
el yordamı ile yol aldığımı söyleyebilirim.
80’li yılların ikinci yarısı ile
90’lı yılların ilk yarısında çalıştığım gazete ve dergilerde, mesleki anlamda
çok şey öğrenmeme karşın, özellikle basın fotoğrafçılığı alanında
tutunabileceğim, gelişimime katkıda bulunabilecek tek bir dal yoktu. Hiç
kimseyle usta-çırak ilişkisi de kuramamış, belki de kurmak istememiştim.
1995’ten sonra bu sorunun çözümü
anlamında birçok gelişme arka arkaya geldi. İnternet 1996 sonunda hayatıma
girdi. Bu büyük bir açılımdı gerçekten. 1997’de Geniş Açı Dergisi’nin yayın
hayatına başlaması ufkumun daha da genişlemesine sebep oldu. Aynı yıllarda
İFSAK tarafından düzenlenen Fotoğraf Günleri’nin uluslararası bir yapıya doğru
evrilmesi sayesinde yepyeni tarzlar ve yaklaşımlarla tanıştım. Aynı biçimde
düzenlediğimiz İstanbul Saydam Günleri’ne katılan yabancı fotoğrafçıların
sayısının yıldan yıla artması da bende büyük etkiler yarattı. Geriye dönüp
baktığımda, bilinenin yeniden keşfi diyebileceğim o süreçte fotoğrafa bakışımın
köklü biçimde değiştiğini görüyorum. 2000’li yıllar başladığında ise Türkiye’ye
gidip gelen fotoğrafçılarla tanışma olanakları artmıştı. Ken Light ile
tanışmak, sohbet etmek; Mary Ellen Mark ile tartışmaya girmek; uluslararası
atölyeler düzenleyip önemli basın fotoğrafçıları ile çalışmak, fotoğrafın
Türkiye’deki durumu nedeniyle kırılganlaşan bağlarımın yeniden güçlenmesine
sebep oluyordu.
Kurallarla kısırlaştırıldığını
düşündüğüm fotoğraf anlayışından uzaklaştığımı hissediyordum. Ancak yılların
alışkanlıklarını bir türlü tam olarak kırıp atamadığım için bugün bile kızarım
kendime. Sadece kendime kızmıyorum elbette. Fotoğraf okullarının, derneklerinin
ve bu alandaki özel eğitim kurumlarının on yıllara yayılan tek tip yaklaşımları
dayatmaları, öncelemeleri de tartışmaya devam ettiğim sorunlu noktalar.
Fotoğraf yarışmaları da aynı biçimde yine akademik yapılar, derneklerin pek
çoğu ve özel kurumlar tarafından pompalanıyor insanlara. Hayatının her
noktasında yarışmacı bir zihniyete doğru itilen insanlar kendilerini bir de
fotoğraf alanında yarışmaların içinde buluyorlar. Yarışarak değil dayanışma
içinde sürdürülmesi gereken hayatın içinde bir iletişim aracı olarak, hatta
hayata bir müdahale aracı olarak kullanılması gereken fotoğraf üzerinden teneke
madalyalar dağıtmak orta sınıfın kendine yaptığı en büyük kötülüklerden biri;
başka bir bakışla da orta sınıfın kendini konumlandırdığı noktayla bu
yarıştırmacı aklın örtüştüğünü söylemek de mümkün. Üzücü bir saptama bu
elbette. Bireylerin, çekildikleri bu noktayı ayırt edip sıyrılmaları gerekiyor.
Yarışmaları reddetmeleri, katılmamaları, düzenlememeleri, jürilik yüce
makamından istifa etmeleri gerekiyor. Kolay değil, farkındayım. Fotoğraf
çekmenin tek başına yetmediği dünyalarımız kariyer balonlarına ihtiyaç duyuyor
neticede.
Öte yandan insan varlığının
sadece sorunlarla hemhal olmasının mümkün olmadığının, güzel olanla kendimize
nefes aldırdığımızın da farkındayım. Ancak burada dengesini bir türlü bulamamış
bir terazi var korkarım. Yıllardır her yanı dolduran güzel görüntülerle
yarattığımız illüzyon yaşam gerçeğimizle hiç uyuşmuyor. Kuşkusuz ben de yeni ve
farklı coğrafyalarda, şehirlerde, dağlarda, tepelerde dolaşıp fotoğraflar
çekmeyi seviyorum. Çiçekleri, daldaki damlayı, cin gibi bakan kedileri ben de
hâlâ çekiyorum. Fakat bu çekme anında aldığım haz sadece benimle ilgili. Bir tür
rahatlama, kendimi yatıştırma anlarının fotoğrafları bunlar. Başkalarıyla
iletişime geçerken bu tür görselleri kullanmamaya özen gösteriyorum. Çünkü
başka meselelerim var benim. Bunların bazıları içsel meseleler, bazıları
toplumsal. İşte o noktalarda fotoğraflarımı görünür kılmak çok daha fazla
heyecan veriyor. Tıpkı bir mevzu hakkında yazarken ya da konuşup tartışırken
olduğu gibi…
Fotoğraflarımda insanlara
ayırdığım yer yıldan yıla giderek azalıyor. Tanımadığım, tanımak için çabalayıp
emek vermediğim insanların fotoğraflarını çekmek tarifsiz bir utanç veriyor.
Bir kişi ile nitelikli bir zaman dilimini paylaştıysam, sadece o durumda
fotoğrafımda ona yer verme hakkı tanıyorum kendime. Özellikle son zamanlarda
çektiğim fotoğraflarda insana ayırdığım yer hissedilir biçimde azaldı, hatta
çoğu zaman yok, ancak izleri var.
Kişisel web siteme fotoğraf
yüklemek konusunda da eskisi kadar atak ve heyecanlı değilim. Instagram ve
Facebook, bir süredir fotoğraflarımı paylaşmak için seçtiğim gayet şahane
mecralar. Fotoğraf çekmek için cep telefonumu kullanmıyorum, onu sevemedim.
Fotoğraf makinesi ile çekmeyi ve bu mecralarda paylaşmayı tercih ediyorum.
Bir konu üzerine yoğunlaşıp, bir
fotoğraf serisi ürettiğimde bu kez basılı olarak yayınlamanın yollarını
arıyorum. Bir kitap ya da dergide yayınlanmış fotoğrafın anlamı oldukça farklı
benim için. Tekrar tekrar, yıllar içinde defalarca bakılabilecek olması önemli.
Öte yandan birini diğerine tercih ettiğim anlamına da gelmiyor elbette. Her
ikisinin de kendi mecralarına has avantajları var. Biraz önce dediğim gibi, söz
konusu olan iletişim ise, paylaşım ise tüm olanakları değerlendirmenin doğru
olduğuna inanıyorum.
Konu belgesel fotoğrafa
geldiğinde bu paylaşım konusunun daha da büyük bir önem kazandığını
düşünüyorum. İster kişisel bir hikâye anlatılıyor olsun, ister toplumsal,
yapılan çalışmanın mümkün olan en geniş kitleye ulaşması için çaba sarfetmek
fotoğrafçının başlıca işi bana kalırsa. Sergi salonlarındaki dört beyaz duvar,
belgesel fotoğrafın içini boşaltıyor. Duvarların dışına taşmak lazım.
Fotoğrafların sokaklara çıkması, evlerin içine bir biçimde girmesi gerekiyor.
İster kitap, ister dergi, ister internet olsun, yöntem önemli değil. Biricik
fotoğraf baskıları yapıp koleksiyoner duvarlarını bezemekten hiç bahsetmiyorum
bile. Belgesel alanda üretilen fotoğrafların sanat nesnesi haline getirilmesi
çok büyük bir yozlaşma noktası. “Sanatçılar nasıl hayatta kalacak?” sorusunu
soranların, aynı zamanda sokaklarda “simit sat, onurlu yaşa” sloganlarına eşlik
ettiklerini bilmek tadımı çok kaçırıyor. Belgesel fotoğrafçının kendini
kapitalist sanat piyasası içerisinde sanatçılaştırması, onun en büyük açmazı
bence.
II. BÖLÜM
İnternet Üzerinden Söyleşi/Röportaj: Tekin Ertuğ
Malûm, fotograf teknolojisinin icadını izleyen yıllardan itibaren en
fazla tartışılan konulardan biri fotografın sanat olup olmadığı meselesidir. En
büyük infial de ressamlar arasında yaşandı. Bir yandan fotografik eylemin
pratiğinde çok çeşitli çabalar içinde oldunuz; diğer yandan seminer, söyleşi,
atölye, makale, kitap ve dergi etkinlikleriyle teorik olarak da çeşitli çabalar
içinde oldunuz. Postmodern çıkışların başlangıcından itibaren ise, hayatın
çeşitli alanlarına ilişkin yazılıp çizilenlerin hemen hepsi sanat başlığı
altında sunuldu. Bu gün ise artık insanların dışkılarını bile sanat olarak
sundukları bir evredeyiz. Bu itibarla, sanatı ve fotografın sanat olması ya da
olmaması meselesini masaya yatırmanızı rica ediyorum.
Sanat mevzuunda yetkin olduğumu
söyleyemem ama elbette okuyup, düşünüp, tartıştığım konuların başında geliyor.
Özellikle sanat ve fotoğrafın kesişen eksenleri, tartışmayı kaçınılmaz hale
getiriyor. Fotoğrafın teknolojik bir alet ile üretiliyor oluşu nedeniyle bir
sanat disiplini olamayacağını ifade etmeye çalışan bir makaleyi, daha bugün
okudum. (http://haber.sol.org.tr/blog/fotograf-notlari/ceviri-levent-karaoglu/fotograf-sanat-degildir-107164)
İçeriğine katılmadığım bir yazı olmasına karşın, fotoğrafın sanat olup
olmadığının günümüzde hâlâ bu şekilde tartışılıyor olması nedeniyle son derece
ilginç. Bu konudaki tartışmalar bugün üst üste geldi… Önce öğlen saatlerinde
Özcan Yaman ile uzun uzun Sosyalist Gerçekçi Sanat ve Kapitalist Sanat
ayrımları üzerine sohbet ettik, akşam ise Orhan Cem Çetin ile birlikte Galata
Fotoğrafhanesi’nde yürüttüğümüz İleri Belgesel Fotoğraf Atölyesi’nde belgesel
fotoğrafın sanat kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini
katılımcıların yaklaşımları ışığında tartıştık.
Genel hatlarıyla söyleyecek
olursam kendimi, etkileşime açık, dönüştürücü, sınıfsal bilince dayanan sanat
pratiklerine yakın hissediyorum. Kapitalist üretim ilişkileri içinde
metalaşmaya yatkın sanat anlayışlarına ise oldukça mesafeliyim. Burada şunu
ifade edebilmiş olmayı umuyorum: Her sınıfın kendine ait bir sanatı var. Çok
çok uzun yıllar boyunca elitler için sanatsal üretimlerde bulunanların
bugünlere kadar etkisini sürdüren eserlerini bugün nasıl yok sayamazsak, toplum
içindeki dinamikleri değerlendirerek düşüncelerini muhtelif biçimlerde
yaptıkları soyutlamalarla ortaya koyan insanların hayata müdahale eden
eserlerini de yok sayamayız. Kendine sanatçı diyen insanların, sanatsal üretim
disiplini içinde hayatlarını kurgulayanların kültür endüstrisindeki
konumlanışları beni daha çok ilgilendiriyor. Yoksa “bu yaptığım sanattır” diyen
kimseye itiraz etme hakkım yok. İster kalınbağırsaktan çıkmış olsun, ister
diyaframdan… Orhan Cem Çetin’in dediği gibi: Sanatsal ürün, üretenin niyet ve
beyanına göre oluşur. İzleyici olarak değerlendirirsiniz, yorumlarsınız,
süzgeçlerinizden geçirirsiniz ve etkilenir ya da dudak bükersiniz. “Bu sanat
değil” demenin pek de mânâlı olmadığını düşünüyorum.
Sanatsal ürünleri, kişilerin
kendilerini ifade etme biçimleri olarak kabul ettiğimiz noktada gerçekten de,
gündelik olandan ayrıştırılarak farklı bağlamlarda ortaya konan her şeyin bu
kapsamda sanatsal ürün olarak kabul edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bence her şey
bundan sonra başlıyor. İzleyici kimliğimle karşı karşıya kaldığım sanatsal
ürünün bendeki etkilerini değerlendiriyorum. Bana, bize, ne söylemeye
çalıştığına bakıyorum. Biraz önce dediğim gibi; ürün ile etkileşime geçebiliyor
muyum, katmanlarının arasında kendime yollar bulabiliyor muyum, bu karşılaşma
öncesiyle karşılaşma sonrası arasında kendimde bir farklılık görebiliyor muyum
ve hayata dair özgürleştirici, yenilikçi, dönüştürücü, uyarıcı, bilinci pırıldatan
bir etki hissedebiliyor muyum? Beni ilgilendiren kısım bu.
Fotoğraf ve sanat meselesine
gelirsek… Evet, fotoğraflarını birer sanat ürünü olarak ortaya koyan insanların
çalışmalarına bu kabul ile bakıyorum. Gördüğüm her fotoğrafı sanat eseri olarak
kabul etmiyorum elbette. Yoksa, fotoğraf denilen aracın her versiyonunu sanat
başlığı altına toplamak gerekir ki bu oldukça saçma olur. Vesikalık
fotoğrafları, düğün fotoğraflarını, reklam fotoğraflarını, basın toplantısı
fotoğraflarını, saksıdaki sardunyanın fotoğrafını, tabaktaki köftenin
fotoğrafını, milyarlarcası çekilen selfie’leri neden durduk yere sanat eseri
olarak benimseyip, kafa yorayım ki? Ancak aramızdan biri çıkıyor ve bu
saydıklarımdan herhangi birini farklı kaygılarla, farklı bir bağlamda önüme
koyuyorsa o zaman yeni bir “söz” ile karşılaşmanın heyecanıyla ben de
algılarımı açıp, iletişimin tarafı olarak çaba harcıyorum. Ve nihayetinde
kişisel ve toplumsal hayatımızdaki karşılığı ile bende bir değer yargısı
oluşuyor. Özetle, kimileri fotoğrafı sanatsal kaygılarla üretiyor ve
paylaşıyor, kimileri de bu kaygılardan bağımsız olarak bin bir başka niyetle
üretiyor ve paylaşıyor.
“Gerçeklik” ve/ya “gerçekçilik”
olgusu da fotoğrafın en çok tartışılan meselelerinden biri oldu her zaman.
Görünen ve/ya gösterilen ile görünmeyen ve/ya gösterilmeyen arasındaki bağ;
gerçek ya da hakikat meselesi. Diğer yandan düzenleme, kurgu (müdahale) ile
müdahalesiz fotograf meselesi. Bu günün belki en önemli kavramlarından olan
“hiper gerçeklik” meselesi. Bu itibarla “Toplumcu Gerçekçi Fotoğraf”/“Sosyal
Gerçekçi Fotoğraf” meselesi. Bütün bu meselelere ilişkin görüşlerinizi paylaşır
mısınız lütfen.
“Gerçek ve gerçeklik felsefenin
tartışma konusudur” sözünü dikkate değer buluyorum. Kavramların ele alınış
biçimlerinde bir disiplinin önerilerini esas almadığımızda, birbirimizin ne
dediğini anlamakta büyük zorluklar yaşıyoruz. Gerçek’i, insan bilincinden
bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan, mevcut olan her şey, diye anlıyorum.
Hakikat’i ise somut ve nesnel olanın bilinçteki tezahürü olarak… Bu
kabullenişle yola çıktığımda, gerçek ve var olan her şeyi tarif etmek için
kullandığımız gerçeklik, sahip olduğumuz bilgi ve ölçümleme becerilerimizin
ulaşabildikleriyle sınırlı olması nedeniyle her vakit başka ihtimallere de kapı
aralığı bırakan kavramlar. Bu nedenle çok takılmıyorum bu kısmına. Hele ki
fotoğraf gibi bir alan üzerinde konuşuyorsak, bu alanda yapılan üretimlerin
eldeki “cihaz”ın sınırlarıyla elde edilen, somut olarak var olanın
soyutlamaları olduğunu düşünüyorum. Daha ziyade öne çıkarmaya çalıştığım kısım
ise somut olanın bilinçte şekillenmesi, yani hakikat kısmı. Aydınlanmacı
anlayışların ve modernist yaklaşımların, bilimsel olarak ölçülebilenlerin
dışındaki her şeyi yok sayması ile çelişen bir kavrayış biçimi bu. İnsan
bilincinin gelişen ve çok farklı nedenlerle farklılaşan yapısını gözardı
etmeden düşünmeye çalışıyorum. Böyle olunca elimdeki cihazı kullanırken elde
ettiğim görüntülere, camera obscura’ya beş yüz senedir yüklenen “gerçeğe ayna
tutma işlevini”ni yükleme çabası göstermiyorum. Görünenlerin ve görünenin
arkasında-içinde olanların bilincimdeki yansımasını ortaya koyuyorum.
Sözcüklere, kavramlara yüklenen farklı anlamlar gibi görüntülere atfettiğim
anlamlar da farklılaşabiliyor. Haliyle izleyiciyi bende şekillenen hakikat ile
başbaşa bırakıyorum. İzleyici de karşılaştığı iki boyutlu görüntüyü kendi
bilincinde harmanlıyor ve belki de bir başka hakikate ulaşıyor. Barthes’in
tarif ettiği “studium”da buluşabilsek, uzlaşabilsek bile, ötesine geçmeye
kalkıştığımızda ayrışmalar kaçınılmaz hale geliyor. Bütün bu nedenlerle,
izleyiciden fotoğraflarıma “bendeki hakikat”i görmek ve kendi hakikatlerini
bulmak için bakmalarını istiyorum.
Kurgu ve sayısal/analog
yöntemlerle müdahale konularına da bu açıdan yaklaştığım için herhangi bir
sorun görmüyorum açıkçası. İş ki, fotoğraf üreticisi kurgu olanı, müdahaleli
fotoğrafı orijinal durumun görüntüsü olarak karşımıza çıkarmasın. Buna zaten
hep birlikte “yalan” ve “yalancılık” diyoruz. Son yıllarda zaman zaman gündeme
gelen “çoğaltılmış insan görüntüleriyle oluşturulmuş” miting fotoğrafları
örneklerine tepki verirken söylediğimiz gibi…
Basın fotoğrafçılığı, gerçek
hakkındaki tartışmaların odağında olmaya devam ediyor. Aslına bakarsanız en çok
bu alanda tartışmaya ihtiyaç var. Zira insanlar halen fotoğraf ve video
yoluyla, bizzat tanıklık edemedikleri durumların bilgisini almaya çalışıyorlar.
Ancak haber metninden pek de bir farkı yok bunların. Yazıya, metne
atfetmediğimiz “orijinal duruma uygunluk, doğruluk” özelliği, görsel mecrada hâlâ
oldukça önemli. Metnin yazarı tarafından gerçeğin tahrif edilebilirliğinin
karşısına fotoğrafçının makinesi ile elde edilmiş görüntünün güvenilirliğini
çıkarmayı pek anlayamıyorum. Roger Fenton’un Kırım, Matthew Brady’nin Amerika
İç Savaşı fotoğraflarına bakarak mı? Her ikisi de manupülasyonun doruklarında
dolaşan işler. Spencer Platt’ın, 2006’da Beyrut’taki kırmızı otomobildeki
gençler fotoğrafıyla aldığı World Press Photo ödülü örneğini
(http://www.archive.worldpressphoto.org/search/layout/result/indeling/detailwpp/form/wpp/q/ishoofdafbeelding/true/trefwoord/year/2006)
bile bile halen fotoğrafın her daim gerçeği yansıttığını, hakikati gösterdiğini
söylemek mümkün olabilir mi?
Fotoğrafları külliyen birer kanıt
olarak ele almak büyük bir yanılgı. Tüm kanıtlarda olduğu gibi fotoğrafların da
kanıt olma özelliği taşıyıp taşımadığı başka bilgilerle desteklenmedikçe
değersizleşecektir. Tüm UFO fotoğrafları buna en iyi örneği oluşturuyor.
Son olarak “toplumcu gerçekçi”
veya “sosyal gerçekçi” fotoğraf konusuna gelirsek… Belli bir felsefi arka planı
olan, kendi içinde gelişen ve farklılaşan bir sanatsal anlayış olması sebebiyle
dikkate değer bulduğumu söyleyebilirim. Hayatı belirgin bir felsefi disiplin
çerçevesinde algılayan insanların günümüzde de geçerliliğini koruyan önermesi,
dayatmacı üslupların sevimsizliği nedeniyle epey gözden düşmüşse de, halen ve
giderek de artan biçimde gereksinim duyduğumuz vurgulara sahip olduğu için
gözardı edilmemeli. Bir kavrayış ve ifade yöntemi olarak kendimi yakın
hissettiğim ancak tümüyle dahil olduğumu düşünmediğim bir akım diyebilirim.
Fotoğraf dernekleri özellikler amatör fotoğrafçıların eğitim
alabildikleri, deneyimlerini aktardıkları, fotografik bağlamda bir şeyleri
bireysel olarak ya da birlikte üretip paylaştıkları önemli sosyal alanlar
oldular. Fotoğrafta sayısal sistemin (dijital teknolojinin) yaygınlaşmasıyla birlikte
bir yandan amatör fotoğrafçı sayısı çok hızlı artma eğilimi gösterdi, diğer
yandan dernekler dışında eğitim veren, fotoğraf paylaşım olanağı ve sosyal
ortam sağlayan çeşitli özel mekânlar, atölyeler ortaya çıktı. Fotoğraf
serüveniniz içinde çeşitli yeni mekânlara ve neredeyse fotoğrafın her alanına
ilişkin çok sayıda deneyim ve hatırı sayılır bir birikiminiz olduğu aşikâr.
Dijital sistemdeki yeniliklerin hızı da malûmunuz olduğu üzere abartılı şekilde
meraklı olan kimseler dışında neredeyse insanın takip edemeyeceği,
yetişemeyeceği bir ivmeyle yol alıyor. Dernek ortamlarında yüzyüze sağlanan
iletişim ve paylaşım da, yerini büyük ölçüde internet üzerinden iletişime ve
paylaşım olanaklarına bırakmış gibi görünüyor. Hal böyle iken, gelecek on
yıllarda derneklerin durumu ne olur? Yani, derneklere hâlâ gereksinim duyulur
mu? Dernek olgusu yerini başka bir olguya, yeni bir mecraya bırakır mı? Böyle
bir ihtimal ufukta belirmekte iken, mevcut dernekler ne yapmalıdır?
Açıkçası geniş üyelik sistemi
olan derneklerle ilgili pek birikimim yok. Geçmişimde üye kaydı yapılmayan bir
dernek ve bir vakıf kuruculuğum var. Her ikisi de kitlesel bir organizasyondan
ziyade belirli işleri yapmak üzere oluşturulmuş dar kadrolu örgütlenmeler...
Öte yandan hiç kuşkusuz ki fotoğraf dernekleri ile temaslarım da oldu. Geçmiş
yılları hatırlayarak söyleyecek olursam, örgütlenme yapıları, yarışmacı zihniyetleri, tektipçi yaklaşımları
gibi nedenlerden dolayı üye olmayı hiç düşünmedim, bu yönde bir heyecan
duymadım. Fotoğraf bilgisine ulaşılabilirliğin sınırlı olduğu yıllarda önemli
bir işlevi yerine getirdiklerini; bilginin paylaşımını, yaygınlaşmasını belli
ölçülerde sağladıklarını kabul ediyorum. En iyi ihtimalle talihsizlik diyeceğim.
Talihsizlik şudur ki Türkiye’de fotoğrafın neredeyse tek bir güçlü kanaldan yol
almasına da sebep oldular. Küçük küçük kollara ayrılıp verimli bir delta
oluşmasının önünde engel teşkil ettiler. Güçlenen akıntının önünü tıkama
noktasına geliniyordu ki, internet sayesinde ufuklar genişledi. Son yıllarda derneklerin
faaliyetlerine baktığımda, onların da egemen fotoğraf anlayışının dışında başka
başka arayışlar içine girdiklerini görebiliyorum. Bu hepimiz için iyi haber.
Sorgulamayan, tüketici, tekrara dayalı fotoğraf anlayışı gerileme eğilimi
gösteriyor. Ancak zaman alacak. Çünkü internet bir yandan da geniş paylaşım
olanakları vasıtasıyla, bu geçmiş zaman anlayışlarıyla üretilen fotoğrafların
popüler kültürdeki yerini pekiştiriyor. İkisi arasındaki sessiz çatışmadan
büyük ve güçlü bir çeşitliliğin serpilip çıkacağını düşünüyorum, umuyorum.
Derneklerin, insanların bir arada
olma gereksinimlerine de büyük ölçüde cevap vermeye çalışan yerler olduğunu
kabul edersek, sosyal ortam olarak daha uzun yıllar varlıklarını koruyacaklar
gibi görünüyor. Ancak öteden beri gençler için bir cazibe alanı olamamaları
gibi bir handikapları var derneklerin. Gençler arasındaki iletişim biçimleri
değiştikçe bu buluşamama hali daha da derinleşecek. Yaşlılar kulübüne
dönüşmemek için dernek bileşenlerinin epey bir kafa yormaları gerekiyor bundan
sonra. Yönetim yapılarını esnekleştirmek, katılımcı bir yönetsel yapıya
evrilmek, yarışmacı zihniyetten uzaklaşıp kolektif üretimlerde yoğunlaşmak,
dünyanın en ciddi işinin yapıldığı yerler olma halinden vazgeçip daha eğlenceli
ve davetkâr olmaya çalışmak gerekecek. Bunca deneyimin üzerine kolay olmayacak
bu da…
Foto muhabirliği de profesyonel bir meslek olarak sıkıntılı, problemli
bir süreçten geçiyor. Sizin de ciddi anlamda bir foto muhabirliği geçmişiniz ve
deneyiminiz var. Dolayısıyla, vaziyeti yakından bilen birisiniz. Foto
muhabirliği mesleği bu gün nasıl bir atmosfer yaşamaktadır, gelecek on yıllarda
durum ne olur sizce?
Dün ile bugün arasında çok köklü
bir ayrım görmüyorum. Aynı örgütsüzlük, aynı mesleki sorunlar, benzer nitelik
seviyesi problemleri… En büyük fark, dünya ile entegre olmaya başlayan bir
görünüm çizmesi. Bu da yine internetin yararları hanesine yazılabilir. Genç
kuşağın, dünya basın fotoğrafını çok yakından takip ediyor ve trendlere ayak
uyduruyor olması, hepimizin bildiği sonuçları beraberinde getiriyor. Türkiye’de
fotoğraf üreten foto muhabirlerinin fotoğrafları uluslararası medyada
manşetlere çıkıyor, mesleki yarışmalarda ödüller kazandırıyor. Meslek dışından
fotoğrafçıların özellikle toplumsal olaylardaki performansı, -çok gerekli mi
bilmiyorum ama- diğerlerinin rekabet duygusunu kamçılıyor. Yurttaş gazeteci
kavramıyla beraber ele alınacak olursa yurttaş fotoğrafçıların çığ gibi
büyümesi, nitelikli çalışmalara imza atması, meslek içindekilerin kendilerini
daha diri tutmasına sebep oluyor. Bir diğer olumlu nokta da akademik ortamda
fotoğraf eğitimi almış kişilerin mesleğe ilgi duymaya başlamaları. Bu da
gelişim ivmesini yükseltiyor elbette. Ancak basın fotoğrafçılığını bir meslek
olarak ele alıyorsak, “daha iyi fotoğraflar”ın üretiliyor olması çok da bir şey
ifade etmiyor bana. Mesleğin köklü sorunlarını çözme yolunda neredeyse en küçük
bir adım atılmıyor. Bu da yetişen kuşaktaki insanların çok geçmeden bu alandan
uzaklaşmalarına sebep olacağı için gelişim çizgisinin korunması pek mümkün
olamayacak korkarım.
Diğer yandan basılı yayın
organlarının giderek sahneden çekilmeye başlaması, internet yayıncılığının
gelecekte egemen hale geleceği öngörüsüyle, mesleki anlamda bir daralma
yaşanacağını düşünerek endişelenmek ve bunun üzerine kafa yormak gerekiyor.
Son bir nokta olarak da basın
fotoğrafçılığının sayısal dünyada verdiği etik sınava değinmek lazım. 2014
yılında çekilen basın fotoğraflarının değerlendirildiği World Press Photo
yarışmasında finale kalan fotoğrafların yüzde yirmisi fotoğraflardaki manupülasyonlar
nedeniyle diskalifiye edilmişti. Bu da çektikleri görüntülere “kabul
edilebilir” sınırları aşarak müdahale eden fotoğrafçıların sayısının hızla
arttığını gösteriyor. Temel gerekçe nedir peki? Daha kusursuz görüntüler! Yani
olayın içeriğinden ziyade, piyasada öne çıkma ihtirası. Yarışmacı anlayışlarla
yetişen nesillerin erozyonu hakkında biraz da olsa bilgi veriyor bu durum.
Şekilci, yeni bir estetiğe dayanan tehlikeli bir dalga hüküm sürüyor basın
fotoğrafında. Piyasa koşulları zorlaştıkça kendini bu anlayış içinde rekabet
etmek zorunda hisseden fotoğrafçılar etik sınırları gizlice yıkmaktan
kaçınmıyorlar. Bu gizlice yapılan uygulamalar gelecek yıllarda belki de
alenileşecek ve kurumsal kabuller oluşacak. “Gerçek” ve “hakikat” üzerine
kurduğumuz cümleleri o günlerde nasıl değerlendireceğiz, doğrusu merak
ediyorum. Basın fotoğrafçılığında mesleki bir koruma alanı olarak görülen
“görüntünün orijinal durumla olan tartışmasız bağı” mesleki rekabet ve piyasa
koşulları nedeniyle sarsılmak yerine, düşünsel bir açılımla yıkılsa açıkçası
hiç itirazım olmayacak.
Başka alanlarda olduğu gibi denebilir ki fotoğrafta da en problemli
olduğumuz, en zayıf olduğumuz, eksiğimizin en fazla olduğu alan, teorik
alandır. Başucu eserlerimiz Sontag, Barthes, Bauerillard, Benjamin, …vb oldu
her zaman. Bunu neyle açıklarız ve nasıl aşarız sizce?
Sorunun içinde cevap da var,
görebildiğim kadarıyla. Evet, “başka alanlarda olduğu gibi fotoğrafta da”…
Fotoğrafın, hayatın diğer tüm alanlarıyla birlikte varolduğunu kabul ediyorsak,
oradaki her eksikliğin kaçınılmaz olarak fotoğraf alanına da yansıyacağını
kabul edebiliriz. Okullardaki en sıkıcı derslerden biridir felsefe. Müfredata
adeta silah zoruyla konmuş gibidir. Ezberlenmesi gereken bilgiler yumağına
dönüştürülmüş; kendimizi, varlığımızı anlama çabası olarak algılamamızın önüne
geçilmiştir. Buralardan başlar süreç… Derneklerde, kulüplerde, atölyelerde ve
hatta akademik eğitimde dahi pratiğin yanında esamesi okunmaz. Ne çektiğimizi,
ne için çektiğimizi, neye hizmet ettiğimizi bilmeyiz. Çoğunlukla bütün bunlar
aklımıza bile gelmez. Fotoğraf okur-yazarı değilizdir. Kompozisyon dendiğinde
aklımıza sadece altın oran, çizgiler, perspektif kaçışları, sadelik gibi beylik
başlıklar gelir. Fotoğrafta anlamı aramak bizi fotoğraftan soğutur. Biçimsel
fotoğraf bu nedenlerle had safhada yaygın memlekette… “İyi ışık”, “güçlü
lekeler”, “başarılı oranlar” yeter de artar bizim için.
İki yol var önümüzde, kanaatimce.
Biri ütopik görünüyor. “Eğitim şart” gevezeliğinde eriyip giden umut ışığı,
kültür politikalarının köklü biçimde değişmesinde. Bu sadece Türkiye’nin sorunu
da değil üstelik. “Cahil ve yoksul bırak, rahat yönet” mottosunun gereği olarak
tüm insanlığın başındaki sistemsel bir dert. Sistemsel bir değişiklik gerçekleşmeden
cehalet ile olan mücadelenin okuma-yazma oranlarındaki artıştan ibaret kalması
kaçınılmaz. Sonuna kadar sorgulayan, bilgiyi sentezlemeyi bilen, güçlü insani
değerlere sahip kuşakların yetişmesi gerekiyor. Nasıl olacak bu? Ütopik
olduğunu düşünsek bile olabilirlik payına inanarak yol almak gerekiyor. Bununla
eşzamanlı olarak tutulması gerektiğini düşündüğüm ikinci yol, küçük ama etkili
adımların sıklaşmasıyla oluşturulacak birikim. Bireysel ve örgütlü
etkileşimlerle şimdiden yapılabilecek her şey yapılmalı. Çıkar ve korkulardan
arındırılmış akıl ve vicdan tek yol göstericimiz. Bu küçük adımlar nihai olarak
hiçbir işe yaramayacak olsa bile etkileri cehennemimize giden yolun uzamasını
sağlayacak.
Fotoğraf, sinemanın atası olduğu halde, sinemanın bir dil oluşturduğu;
fakat fotoğrafın, kendisini geleneksel resim sanatının üzerine inşa ettiği ve
onun dilini devraldığı, henüz kendi dilini oluşturamadığı yönünde bir sav ile
fotoğrafın, daha teknolojisinin icadından itibaren kendi dilini oluşturduğu yönünde
karşı bir sav mevcut. Bu konuda sizin görüşünüz nedir?
Fotoğrafın, hiçbir koşulda dil
olamayacağını iddia edenler de var kuşkusuz. Bir dilin oluşumu ve gelişimi
gözönünde tutulduğunda bu görüşte haklılık payının olduğunu düşünüyorum. Belki
şuradan da itiraz edebilirim dil mevzuuna: Diller, kendilerine has kurallar
dizisine tabidir. Fotoğraf ise (ki bunun içine resim ve sinema gibi diğer
sanatları da ekleyelim ve fakat fotoğrafı büyük genelleme içinde sanat
sınırlarına sıkıştırmayalım…) belli bir tarihsel süreç içerisinde, coğrafi ve
kültürel olarak birarada bulunan insanların ürettiği bir kurallar bütününe
sahip değildir. Özgün, dönemsel trendlere göre farklılaşan, etnik-kültürler
üstü görsel bir iletişim aracı olarak kabul edilmesi benim için yeterli bir
nokta aslına bakarsanız.
Resim ile aralarındaki bağa
gelirsek… En temel bağın kökeni, Rönesans dönemindeki optik gerçekçiliğe
dayanıyor sanırım. Daha önce tartışmaya çalıştığım fotoğrafa atfedilen “gerçeğe
tutulan ayna” klişesi de o vakitlerden yerleşiyor batı kültürüne. Camera
Obscura, gözün gördüğüne en sadık biçimde kopya üretmek için kullanılıyor ve
Niepce ilk fotoğrafı aslında, resimleri kopyalamada yeni bir yöntem üzerine
çalışırken çekiyor. Daguerretype’a ilk tepki ressamlardan geliyor ve sonrasında
birçok ressam fotoğraf makinesi kullanmaya başlıyor. Işık bilgilerini,
kompozisyon becerilerini bu yeni alanda da değerlendiriyorlar. High Art’çılar,
doğrudan fotoğrafın tahtını kurmaca fotoğraflarla sarsarken resimlere çokça
öykünüyorlar. Rembrandt ışığı halen revaçta; Salgado fotoğraflarında Hıristiyan
sanatına göndermeler yapmaya devam ediyor. Bütün bunlar fotoğraf ile resim
arasındaki kök bağların oldukça güçlü olduğunun göstergeleri. Diğer yandan
fotoğraf da, resmin kendi iç çeşitliliği yaratması ve diğer disiplinler ile
etkileşime girmesi gibi bir etki genişletme arayışına neredeyse yüzyıldan uzun
bir süredir girmiş durumda. Bu da bağımsız bir anlatı disiplini olma yolunda
ilerlediğini gösteriyor.
Yapısı itibariyle sinema kadar
kitlesel bir tüketim alanına sahip olamayan, bireysel üretim ve tüketime daha
yatkın olan fotoğrafın, geleceğinde de sinema ile organik bağlarını
sürdürmesinin dışında olası bir atağı olamayacak, diye düşünüyorum. Bunda ısrar
etmeye de gerek de yok sanırım. Fotoğraf kendi sınırlarını kişisel ve dönemsel
algı değişiklikleri üzerinden zorlaya zorlaya daha epey yol alabilecek.
Fotoğrafın en çok hoşuma giden yanı, ütopik dünyada herkesin içindeki üretken
yanı açığa çıkarıp sanatçılaşması beklentisine en yakın alanlardan biri olması.
Sayısal dönemde bunun önündeki teknik zorlukların yarattığı engellerin de
azaldığı düşünülürse, fotoğraf hepimize, kendini bu yolla iyi-kötü ifade eden
bireyler olma şansı sağlıyor.
Fotoğrafçının okur-yazarlığı meselesine dair ne söylemek istersiniz? Fotoğrafın
ve elbette ki fotoğrafçının diğer sanat dallarıyla (resimle, heykelle,
edebiyatla, sinemayla, şiirle vs) ilgisi/bağı; bununla birlikte hayatın ve
kısmen bilimin çeşitli alanlarıyla (sosyolojiyle, psikolojiyle, arkeolojiyle,
antropolojiyle, felsefeyle, tarihle, sanat tarihiyle, siyaset bilimiyle,
hukukla, teolojiyle vs) ilgisi/bağı meselesini irdeleyebilir misiniz lütfen.
Beslenme çeşitliliğinin yanı sıra
duyarlılık gelişimi, dünya görüşü ve vicdan konularına işaret eden bir soru
olarak algılıyorum bunu. Bu yüzden de fotoğraf ve fotoğrafçıya dair bir
gereksinimden çok insani bir gereksinime işaret ediyor olmalıyız. Fotoğrafın,
sadece bir anlatma yöntemi değil, hatta daha ziyade bir anlama çabası olarak
görülmesi beni oldukça etkiliyor. Genel geçer bilgi ve yargılarla üretilen,
derinliksiz anlatılar oluşturmak yerine öncelikle fotoğrafçısının düşünmesini
sağlayan bir süreç olarak fotoğrafa bakmak hepimiz adına umut verici.
Fotoğrafçının düşünme süreci sadece görüntülerle karşılaşma anıyla sınırlı olduğunda
klişeler devreye giriyor. Gelişime sınırlı miktarda açık olan bu biçimin yerine
çeşitli alanlardan beslenen düşünme biçimi, nihayetinde fotoğrafa da
yansıyacaktır; en azında ihtimal düzeyinde böyledir diyebilirim. Bilgiyi
fetişleştirenlerden değilim. Bilgiye şüphe ile bakılması, dünya görüşü ile
harmanlanması, sentezin vicdan testinden geçirilmesi gerekiyor. Çok zor bir
süreç… artık ne kadar becerebiliyorsak…
Çalışmaların, üretilenlerin basılı eser haline
getirilmesi/getirilememesi, kitaplaştırılması ya da kitaplaştırılamaması
konusu, önemli konulardan biridir. Çünkü basılı eser, kalıcılaşma beklentisinin
karşılığı olarak görülür. Çok sayıda seminer veriliyor, panel yapılıyor, sohbet
ediliyor, yorum yapılıyor ve yazı yazılıyor; sayısını söylemekte bile
zorlanacağımız kadar fazla miktarda fotograf üretiliyor. Neredeyse hepsi
buharlaşıp havaya uçuyor; rüzgâra veriliyor ya da suya yazılıyor. Mevcut
potansiyele bakıldığında, her yıl onlarca basılı albüm ve onlarca başka kitap
çıkması beklenir. Ama yok. Ne yapmalı? Nedir iyi olan, doğru olan, isabetli
olan?
İskenderiye Kütüphanesi’nin yok edilişinin
hesabını hala verememiş ve veremeyecek bir canlı türünün üyesi olarak oyumu
kitaplardan yana kullanmaya devam ediyorum. Öte yandan, güncel araçlardan da
uzak durmayıp internet ortamının katkılarını yabana atmamaya da özen
gösterenlerdenim. Düşüncenin ve sözün çeşitli yöntemlerle kayıt altına alınıp
paylaşılması ve biriktirilmesi her daim önemsenmeli.
Düşünsel-görsel üretimlerin kitap
ya da basılı bir ürüne dönüştürülmesi ekonomik bir döngünün içinde
gerçekleştiği için özellikle bu coğrafyada epeyce zorlayıcı bir çabaysa da üretimlerin
kolektif çabalarla kapital engelini aşmaya çalışılarak basılı yayına
dönüştürülmesi, bir olanak olarak elimizin altında duruyor hâlâ. Özverili bir
yaklaşımla yapılabiliyor bu. Ancak yaygın, kitlesel bir yayıncılık –dağıtımı da
içine katarak söylüyorum- büyük ölçüde sermayenin tekelinde tutulduğu için
kolektif çabaların etkisi sınırlı bir alanda kalıyor. Hem çok dar bir kitle ile
buluşulabiliyor hem de çoğu zaman uzun ömürlü örnekler ortaya çıkamıyor. Olsun!
İşgal altındaki hayatlarımızda küçük temiz hava delikleri açmanın dışında
şimdilik başka şansımız yok. Kitapların, bize zorla belletilenlerde açtığı
delikler de betonla doldurulamıyor üstelik. Nefes almak için alternatif
yayınlar üretme konusunda ısrarcı olmak zorundayız.
Dergiler. Basılı dergiler… Küçümsenemeyecek sayıda sanal dergi epeyce
bir zaman yayın yaptıysa da, amatörce, yani gönüllü çabalarla yapılan işler
yorgunlukla, bıkmakla sonlanır genellikle. Bazısı öyle oldu, bazısı yol almaya
devam ediyor. Birkaç tane basılı dergi yayın hayatına girdiyse de, bazıları
uzun soluklu olamadı. Dergilerin sanat, edebiyat, bilim dünyasında yeri son
derece önemlidir. Eksik olan ya da yanlış olan nedir, neden yürümüyor? Nasıl
bir yol izlemeli ki nitelikli ve uzun soluklu bir dergi yayın hayatında olsun?
İçinde yaşadığımız toplumun
sosyo-kültürel ve ekonomik durumuyla izah edilecek bir durum bu sanırım.
Kitapları yakan ve yayınları yasaklayan bir otoritenin baskısı altında olup da
bunu önemsemeyen insanlar, komşusunun evindeki kitaplığa bakıp, “bunların
hepsini okudun mu?” diye sorar, okumanın siyaseten tehlikeli olduğunu düşünür,
fırsatını bulduğunda kitapçı dükkânını yakar elbette. “Oku!” diye bir emir
verildiği için, dini kitapları okur en fazla. Üstelik biraz da yoksulsa,
kültürel köklerinde de olmadığı için sınırlı ekonomik kaynağını dergilere, kitaplara
aktaramaz. Arttırabildiği kadarıyla, kendini sınıfsal olarak kandırabileceği
naif lükslere yöneltir. Az sayıdaki farklı tercihlere sahip okur-insanlara
ulaşabilmek büyük, güçlü bir birikim oluşturmayı, insanüstü çaba göstermeyi,
ekonomik kaynak yaratmayı ve doğru konjonktürü yakalamayı gerektirir.
Gazetecilik ve fotoğrafçılık hayatımın önemli bir kısmını dergilerde çalışarak
ya da dergiler yayımlayarak geçirmiş biri olarak bunların bir araya gelmesinin
son derece güç olduğunu biliyorum. Sponsorluklar, reklâm sayfaları filan hepsi
nafile… Okuyucunun sahiplenmediği yayınların yaşama şansı yoktur. Popüler
kültür alıcısına seslenmiyorsanız hemen hiç şansınız yoktur. Beş-on sayı
yayınlayacak ekonomik altyapıya sahipseniz okuyucuyla yayın arasındaki etkileşimi
test edebilirsiniz. Bazen iyi içerik sizi Geniş Açı Dergisi’nde olduğu gibi 50.
sayılara kadar taşır. Bazen konjonktür yıllarca sizi hayatta tutar, Express
Dergisi örneğindeki gibi; muhalif düşüncenin sesi olmuşsunuzdur bir süreliğine.
Ancak günü geldiğinde satış rakamları ile maliyetler arasındaki makas açılmaya
başlar, sürdüremezsiniz. Çünkü aslen hedeflenen okuyucu sayısına
ulaşamamışsınızdır. Yayınınızın içeriğini yeterince sahiplendirememişsinizdir
okuyucuya. Bugüne kadar üç dergi yayımlamış ve üçünü de onuncu sayıya bile
ulaştıramamış biri olarak eleştiri payının yarısını kendime ayırıyorsam, diğer
yarısını memleketin özgün gerçekliğine ayırıyorum.
Ülkemizdeki fotograf entelejansiyasının hayli dağınık olduğu, fazlaca biraraya
gelemedikleri, dolayısıyla ciddi sohbet ve tartışmaların gerçekleşmediği, o
yüzden fikir üretmek ve paylaşmak, yol yordam önermek konusunda sıkıntılı
olduğumuz söylense, bu serzenişi veya tespiti doğru bulur muydunuz? Tespit
doğru ise, sorunu gidermek için ne yapmalı, nasıl bir yol izlemeli?
AFSAD tarafından geçmişte
düzenlenen fotoğraf sempozyumları bu buluşmaların –çoğu zaman- iyi ve nitelikli
örneklerini oluşturuyor. Bu gibi tartışmalı ortamların kurumlar tarafından
önemsenerek hayata geçirilmesi ve hayatta tutulması gerekiyor. Popüler alana
kilitlenmiş ilginin entelektüel tartışmaların yürütüldüğü, düşüncelerin birbirinden
beslendiği organizasyonlar yönlendirilmesine, bunları artırma misyonunu
üstlenecek yapılara ihtiyaç var. Fotoğraf alanındaki kurumsal yapılar, küçükten
büyüğe, yarışmalarla vakit kaybediyor maalesef. Sadece vakit kaybedilse yine
iyi, demek durumundayım. Zihinsel kirlenmeye sebep olmaları da ayrıca çok kötü.
Hayatı rekabet üzerine kurgulayan egemen zihnin kuyruğuna takılıp, insanları
boş, kariyerist, üstelik naif maratonlarda terletip duruyorlar. Oysa
birbirimizi dinlemeye, birbirimizden öğrenmeye, çatışmalarımızdan beslenmeye hepsinden
daha fazla ihtiyacımız var. Fotoğraf çekmekten çok, fotoğraf üzerine düşünüp,
konuşmak için yol haritaları çizilmeli. Atölyeler, seminerler, konferanslar,
forumlar, paneller ve sempozyumlar yapılmalı. Yoksa fotoğrafın akıl ve bilinç
işi olduğunu tümden unutacağız. Akıl ve bilinç fotoğrafı terk ettiğinde vicdan
ve duygular da silinip gidecek.
Foto muhabirliği, dijital sisteme geçişle ve ona bağlı olarak kayıt
cihazlarının yaygınlaşmasıyla birlikte hızla tarihe karışacak mesleklerden biri
olma eğilimine girdi. Bunda mutabıkız. Ancak hayatı fotograf olan, geçmiş
zamanda yıllarını foto muhabiri olarak geçiren insanlar bundan böyle ne
yapmalılar, nasıl bir yol izlemeliler? Yaşamlarını nasıl kazanabilirler?
Hayır, maalesef ben ilk cümle
üzerinde mutabık değilim. Basın fotoğrafçısının işlevini hiçbir mobese
kamerası, hiçbir uydu kayıdı, hiçbir teknolojik icad yerine getiremeyecek.
Benzer bir tartışmayı geçtiğimiz
yıllarda “yurttaş fotoğrafçı/gazeteci” mevzuunda da yaşamıştık. Herkesin
elindeki fotoğraf çekebilen aletlerle olayları fotoğraflayabilir hale
gelmesinin basın fotoğrafçılığını bitireceği ileri sürülmüştü. Teknolojik kayıt
cihazları, bilinçli, duygusal ve vicdani kararlar üretemeyecekleri için hiçbir
zaman mesleki standartlara ve deneyimlere sahip insanların üretecekleri
görüntüleri elde edemeyecek ya da muadil olamayacak. Farklı bir işlevleri
olabilir, hatta önemli kayıtlar üretebilirler ancak okuyucu-izleyicisini
tanıyan, yayının ihtiyaçlarını bilen, kişisel birikimi olan bir insanın
çekeceği bir fotoğrafın muadilini üretemezler.
Diğer yandan gerek yurttaş
fotoğrafçı/gazetecilik olgusu, gerekse de teknolojik yeni olanaklar basın
fotoğrafçılığı mesleğinde istihdam daralmalarına sebep olabilir, mesleki
şartların fotoğrafçılar aleyhinde kötüleşmesine yol açabilir. Bu yöndeki
gidişat şimdiden görünüyor aslında. Pek çok önemli basın fotoğrafçısı
hayatlarını sürdürmek için yan işler yapmaya, düşük hayat standartlarında
yaşamaya adapte olmaya çalışıyor.
Sıklıkla dile getirdiğim gibi
oldukça özgün bir meslek basın fotoğrafçılığı. İdealist bir yaklaşım
gerektiriyor. Genel geçer bir hayat yaşanamıyor çoğu zaman. Çok hareketli olmak,
çok yönlü olmak, çok üretken olmak gerekiyor. Basın fotoğrafçıları, hem
yaşadıkları topraklar üzerinde olup bitene, hem de uzaklarındaki süreçlere
yoğunlaşmaları gerekiyor.
Türkiye’de de, dünyanın farklı
yerlerinde de kolektifler oluşturarak güç birliği yapanların sayısı da her
geçen gün artıyor. Görünürlük, dayanışma, çeşitlilik bu sayede sağlanıyor ve
böylelikle medya pazarında bir seçenek oluşturulabiliyor.
Bazı fotografların kamuoyu bilinci ve/ya duyarlılığı oluşmasında çok
etkili olduğu savı dikkate değer bir savdır. Bu bağlamda belleklere kazınmış
örnekler var. Bu konudaki özgün yaklaşımınız nedir, neler söylemek istersiniz?
Uygun bulduğunuz örnekler üzerinden görüşünüzü ve yorumunuzu paylaşır mısınız
lütfen.
Nilüfer Demir’in çektiği Suriyeli
Aylan Kurdi’nin fotoğrafı bu anlamdaki son örneklerden biri olsa gerek.
Aylan’ın sahildeki cansız bedeninin görüntüsü tüm dünyada büyük yankı
uyandırmış, mültecilik konusunun daha güçlü biçimde tartışılmasına neden
olmuştu. Üstelik tartışma sadece mültecilik üzerine yaşanmamış, medya etiği,
savaşın sebep ve sonuçları gibi farklı boyutlara yayılmıştı.
Fotoğrafların kitlesel etki
yarattığı çok sayıda örnek göstermek mümkün elbette. Bu etkinin niteliği ve
yarattığı sonuçlar da ayrıca tartışma konusu. Hemen herkesin bildiği Kevin
Carter’ın Sudan’da çektiği açlıktan ölmek üzere olan çocuk ve akbaba fotoğrafı
sayesinde Afrika’ya yapılan yardımlarda ciddi artışlar yaşandığını hatırda
tutmakta yarar var. Dorothea Lange’ın 1929’da ABD’de yaşanan büyük ekonomik
kriz döneminde görüntülediği göçmen anne ve çocuklarının fotoğrafı da o
günlerden bu yana insanlar üzerinde derin etkiler yaratmaya devam ediyor. Yine ABD’nin
Irak’ı işgali sonrasında Abu Garip Cezaevi’nde askerler tarafından çekilmiş
işkence fotoğraflarının medyada yer almasıyla Amerikan Hükümeti epey sarsılmış,
büyük bir eleştiri atağına göğüs germek, sorumlular hakkında yaptırım uygulamak
zorunda kalmıştı. Halepçe katliamı sonrasında çocuklarına sarılarak ölmüş
babanın fotoğrafı ya da ABD’nin Vietnam’da napalm bombası kullandığını
kanıtlayarak savaşın sürecini bir anlamda değiştiren, Nick Ut’un, yanmış çıplak
bedeniyle korkudan ağlayarak yürüyen Kim Puch adlı küçük kızı ve diğer
çocukların halini gösteren fotoğrafı… Hepsi insanlığın hafızasında yerini almış
durumda. Türkiye’de de, Gezi Direnişi döneminde çekilen başta “kırmızılı kadın”
fotoğrafı olmak üzere yerel örneklerle liste oldukça uzatılabilir.
Pekiyi, dünyanın yakın tarihinden
bu kadar etkili, güçlü fotoğrafların yer aldığı bir listeye sahip olmamıza
karşın değişen ne? Görünen o ki köklü bir değişim yok. Üstelik geçmiş zamanlara
göre fotoğrafların nispi değiştirici, dönüştürücü etkisi hızla azalıyor. Yine
de sarsıcı nesnel gerçekliği barındıran fotoğrafların görmediğimiz ya da
görmezden geldiğimiz durumları yansıtan içerikleri sayesinde derin
uykularımızdan kısa süreliğine de olsa uyanmamıza yardımcı olmalarını önemsemek
lazım, tabii –klişe de olsa- şu sözü unutmadan: “Dünyayı fotoğraflar değil, bu
fotoğrafların ardındaki hakikati görebilen insanlar değiştirebilir.”
“Önce söz vardı” derler, ardından “sonra yazı icat oldu” diye eklenir.
Küçük bir deneme yapıp, bunu biraz daha geliştirmek mümkün. “Önce işaret vardı,
sonra söz oldu, sonra yazı icat edildi” dedikten sonra, “şimdi görsel var” diye
ekleyebiliriz. Gerçekte durum nedir ve bu hâl bizi nereye taşır sizce?
Zor soru! Ben yukarıdaki
sıralamaya işaret ile yan yana olacak biçimde “ses”i de yerleştirmek isterim.
“Önce ses ve işaret vardı” Söz, sesin organize hale geldiği; yazı da ses ve
işaretin buluştuğu noktaydı sanırım. Diğer yandan “görsel” de en az bunlar
kadar eski bir zamanın icadı. Mağara duvarlarından, tapınak duvarlarına, deri
tabakalardan, kâğıda ve tuallere ulaşan görseller yakında iki yüz yıllık olacak
bir başka ortamda daha hayat buldu. O doğum tarihi, yani fotoğrafın doğum tarihi,
makinelerin, sanayinin çarklarının doğum tarihinden çok kısa bir zaman
sonrasına denk düşüyor. Fotoğraf, insanın sanayileşme, kapitalistleşme, modernleşme
çılgınlığıyla, kendi dâhil her şeyi yok etme süreciyle akran.
İnsanlığın ölümsüzlük arayışında
sembolik bir yere sahip olan fotoğraf, aslında tersine onun –bizim- yok oluşunu
kaydediyor. Uzunca zamandır hareketsiz/hareketli görsellerin arasında son
nefesimizi alıyoruz. Bu görsellerin bir kısmı bizden ölmek üzere olduğumuzu
gizlemeye çalışırken, bir kısmı da akıbetimizi gözümüze sokuyor. Öyle ya da
böyle boğuluyoruz. Bizi boğan ve yok etmek üzere olan görseller değil elbette.
Suretimizi, nesnemizi sonsuzluğa taşıyacakmış gibi yaparak bizi avutan
görüntülerin bir suçu yok. O görüntüleri sinsi bir savaş aracı gibi üzerimize
salan, bizi esir alan, bizi teslim alan şeyin adı ihtiras; gücü her anlamda ve
ne pahasına olursa olsun elde tutma ihtirası.
Bu ihtiras yüzünden, hep birlikte
son nefesimizi verirken fotoğrafımızı çekecek kimse kalmayacak etrafta. Topyekûn
yok oluşu kaydetme işi işte o vakit teknolojik aletlerin işi olacak korkarım.
(Bu oto-biyografik metin ve röportaj, sevgili Tekin Ertuğ'un hazırladığı Işıkla Resmedenler kitap serisinin Alter Yayınları tarafından basılan 6. kitabı hazırlanmış ve 2016 yılında yayınlanmıştır.)
Yorumlar
Yorum Gönder