Hem Yeşil Hem Mavi Kokar Trabzon

F: Yücel Tunca
Doğu Karadeniz Dağları’nın Kalkanlı yamaçlarından denize doğru indikçe, doğa yerini, insan emeğiyle yoğrulmuş köklü kültürel dokuya bırakıyor. Bilge ve güleryüzlü Trabzon! Şehrin sokaklarındaki dün ve bugün, aydınlık Karadeniz’in yarınına işaret ediyor. Yükseklerden, kıyıya kadar inen bu farklı coğrafyada, doğa ve tarih kokan pek çok eski şehrin sahip olduğu tevekkülün yanı sıra, neşe ve coşku da açık seçik hissediliyor.

İyon kökenli Miletoslular’ın Batı Anadolu'dan sonra M.Ö. 7. Yüzyılda Karadeniz'e de gelerek kıyılarda koloni kentleri kurmalarıyla başlar şehrin bilinen serüveni. Kolkhlar, Driller, Makronlar gibi yerli kavimleri ise Trabzon civarının henüz karanlıktaki tarihinin kahramanları olarak çok daha eski tarihlere kadar uzanırlar.

İ.Ö. 430-355 yılları arasında yaşayan Atinalı Ksenophon’un “Anabasis” adlı eseri sayesinde, Trabzon’un geçmişi hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olabiliyoruz.. Kimmerlerin, İskitlerin istilalarına sahne olan, Perslerin egemenliğine girerek, Pont Kapadokyası adını alan bölge, Makedonya Kralı Büyük İskender’in M.Ö. 334 yılında tüm Anadolu'daki Pers hakimiyetine son vermesinin ardından kurulan Pontus Devleti’nin sınırları içinde kalır. Pontus Krallığı’nın Roma baskısıyla dağılmasıyla Trabzon , M.Ö. 66 yılında Roma yönetimine girer ve İmparator Nero döneminde de (54-68) serbest kent olma ayrıcalığına kavuşur. Trabzon bu dönemde "ünlü" ve "zengin" kent olarak anılmaya başlar, yıldızı hızla yükselir.

Haçlı Seferleri sonrasında Latinlerin egemenliğine giren Bizans İmparatorluğu’ndan uzaklaşanlarca kurulan Trabzon Komnenos Krallığı, I. Bayezid'in 1398’de Samsun yöresini almasından sonra Osmanlı Devletine yıllık vergi ödemek zorunda bırakılır. Ancak Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Kuvvetleri bölgeyi kuşatarak, 1461 yılında Trabzon'u ele geçirmiş ve Komnenoslar’ın egemenliğine son verir.

Evliya Çelebi, 1600’lerin ilk yarısında ziyaret ettiği Trabzon’dan, “Beşinci iklimde bulunmakla su ve havasının güzelliğinden bütün halkı eğlence ve gezinti ehlidir. İşrete meyilli, gamsız, kayıtsız, zarif, sadık, aşık kimseler olduklarından, yüzlerinin rengi kırmızıdır. Kadınları abaza, Gürcü, Çerkes güzelleri olduğundan, güzel kız ve yakışıklı delikanlıları olur ki, her biri sanki birer ay parçasıdır.” sözleriyle bahseder.

l916 yılında Ruslar tarafından işgal edilen Trabzon, yaklaşık iki yıl boyunca Osmanlı sınırlarının dışında kalır. 1917 Bolşevik Devrimi, Rusların Trabzon'dan çekilmesine yol açar ve bölgede kısa süreli bir karmaşa dönemi yaşanır. Bu dönemin sonunda Karadağ'da toplanan Türk çeteleri, Yüzbaşı Kahraman Bey'in komutasında 1918 yılının ilk aylarında Trabzon'a girerler.

Zamanının, İpek Yolu üstündeki zengin ve önemli ticaret merkezlerinden biri olan şehrin geçmişi ile bugününü birleştiren, tarihi “Trabzon Çarşısı”, daracık sokakları, içiçe geçmiş küçücük dükkanlarıyla, Karadeniz’in binbir rengini barındırıyor. Çarşı, özellikle de bakırcı dükkanlarıyla geçmişin atmosferini hemşehrilerine ve misafirlerine hatırlatmayı ihmal etmiyor.

Döneminde, Osmanlı sarayında kullanılacak kadar değerli üretim yapılan Trabzon atölyelerinde bugün artık birer turistik malzeme olarak değer taşıyor bakır kaplar. Bakırcılar Çarşısı’nda, 47 yıldır bakır döğme sanatını icra etmeye çalışan 58 yaşındaki Selim Karayavuz, zamana karşı direnişlerini anlatırken “Bakırcı ustası kalmadı demesinler diye yapıyoruz bu işi” diyor. “Ortaçağ’dan beri Trabzon Çarşısı’nda duyulan dövme sesleri giderek silikleşince, Bakırcılar Semti’nde yer alan, 18. yüzyıldan kalma tarihi Alaca Han da ister istemez aynı kaderi paylaşmak zorunda kalmış. Neyse ki, (yine tarihi çarşı içinde yer alan) kentin en eski ticari yapısı Bedesten, aynı yalnızlığı yaşamıyor.
           
Trabzun’u gezdikçe, el sanatlarındaki zenginliğin bir tesadüf olmadığı kolayca anlaşılıyor. Trabzon Çarşısı’nda; yerel el sanatları –ağaç işleri, peştemallar, altın ve gümüş tellerle örülen hasır örgüleri, kazazlık, telkari, savat- örneklerine rastlamak hala mümkün.

Çeşitli imparatorluklara başkentlik yapmış bir kent Trabzon. Manastırları ve kiliseleriyle yüzyıllarca Hristiyan dünyasınca kutsal bir kent olan Trabzon’da, o döneme ait dikkat çekici yapıların başında, bugün müze olarak kullanılan Ayasofya (St. Sophia) geliyor. Trabzon’daki Kommenos Devleti krallarından 1. Manuel zamanında 1250-1260 yıllarında yapıldığı kabul edilen, Bizans devri yapılarının en önemlilerinden biri Ayasofya. Şehir, Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra 1573 yılında camiye çevrilmiş.

1868 yılında harap durumda olan caminin Bursa'lı Rıza Efendi'nin teşvikleriyle yeni baştan onarıldığı biliniyor. Bina I. Dünya Savaşı yıllarında sırası ile depo, hastane daha sonraları yine cami olarak kullanılmış. 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi'nin işbirliği ile restore edilerek 1964 yılından sonra müze olarak ziyarete açılmış.

Geç Bizans kiliselerinin güzel bir örneği olan yapı, kare-haç planlı ve yüksek bir merkezi kubbeye sahip. Yapının kuzey, batı ve güneyinde üç revaklı giriş bulunuyor. Üstün bir işçiliğin görüldüğü taş plastiklerde Hıristiyan sanatının yanı sıra Selçuklu Dönemi İslam sanatının da etkileri görülüyor. Binanın en görkemli cephesi olan güney cephesinde Adem ile Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde anlatılmış.

Ayasofya Kilisesinin yanı başında yükselen kule ise, 1427 yılında yapılmış. Şapel olarak kullanılan kulenin birinci katı yıkılmış, çatı tonozları düşmüş ve üzerindeki resimler tahrip olmuş durumda. Bununla birlikte şapelin duvarları üzerindeki tasvirler günümüze iyi bir şekilde ulaşmış.   

Yukarı Hisar, Orta Hisar, Aşağı Hisar olarak üç bölüme ayrılan ve M.S. 1. yüzyılda Roma devrinde inşa edilen surlar kentin en eski yapısını oluşturuyor ve bugün de büyük bir bölümü hala ayakta.
           
Trabzon’un zengin tarihi kadar, zengin sularından da söz edilmeli. Karadeniz’in çalkantılı suları, sabah saatlerinde, bir gün öncesinden attıkları ağları toplamak için sabahın 5’inde denize açılan balıkçı tekneleriyle dolup taşıyor. İki ay öncesine kadar Evliya Çelebi’nin “Yedi gün devamlı yiyen kimsenin şehveti son derece artar. Çok kuvvet verici ve hazmı kolaydır” dediği, Karadeniz’in alameti farikası hamsi ile dolan tekneler, bu kez kefalle, barbunla dolu. Çok değil beş-on tane de kalkan… Balık halinin bulunduğu kıyıya doğru yanaşıyorlar güneş çok yükselmeden. Büyük teknelerden çok, iki kişilik küçük balıkçı sandalları bunlar. Sessiz, yorgun yüzleriyle Karadeniz’in karakteristik portrelerini oluşturan balıkçılar ağlarına takılmış balıkları, fotoğraflarının çekilmesine alışık biçimde ayıklamayı sürdürüyorlar.

“Teknoloji gelişti reislik bozuldu” diyorlar. Eskinin reisleri sezgileriyle, gözleriyle balığın izini sürerken, günümüzün “kaptan”ları ise teknolojiyle nasipleniyor. Tümünün ortak sorunu, Karadeniz’in eskisi kadar cömert olmaması... Yanlış avlanma, kirlilik Karadeniz’i de balığı da neredeyse tüketmiş.

Denizden dağlara doğru yönünü çevirenler, önce Sumela (Meryem Ana) Manastırı’na ulaşıyorlar. Bu görkemli yapı Maçka ilçesinin Altındere köyü sınırları içinde Karadağ üstündeki bir mağara içinde inşa edilen bir kaya manastırı. Atinalı Keşiş Barnabas ve Sophronios’un ilk temeli atan kişiler olarak rivayet ediliyor. İsa’nın havarilerinden Lukas tarafından yapıldığı ve mucizeler yarattığı söylenilen bir Meryemana tablosu ile özdeşleştirilmiş öteden beri Sumela Manastırı.
           
Bazı kaynaklar, Sumela Manastırı’nın Trabzon Kommenosları devrinde kurulduğunu söylüyor: Manastır, Grekçe olan Sumela adını, siyah, karanlık anlamına gelen Melas kelimesinden almış. Kimbilir belki de, manastırın bulunduğu vadinin ve dağın ya da buradaki Meryem ikonasının koyu renginden etkilenilmiştir.
           
Sumela Manastırı’na zorlu bir patika yoldan yürünerek varılıyor. Ancak soluklanmak için verilen her mola bir göz ziyafetini de beraberinde getiriyor ve tam bir doping etkisi yaratıyor. Yeşil bir okyanusun ortasındaki ihtişamlı bir adayı andıran , bir kartal yuvasına benzeyen Sumela ile karşılaşınca, yorgunluk çarçabuk unutuluyor.
           
Tartışmalı bir restorasyon süreci geçiren manastır, bahar aylarından itibaren ziyaretçi akınına uğruyor. Sessizliğin ortasındaki ihtişamı, dünyanın dört bir yanından ziyaretçinin Sümela Müzesi’ne koşmasına neden oluyor.

Sümela, Trabzon’un turizme kazandırılan en büyük ve görkemli manastırıysa da tek olma özelliği taşımıyor. Kaymaklı Manastırı, Kızlar Manastırı, Kuştul Manastırı ve Vazelon Manastırları da seyrek de olsa ziyaretçilerini ağırlıyor.

Bunlardan Vazelon, Trabzon’u gezenlerin es geçmemesi gereken manastırlar arasında...  Maçka ilçesi Kiremitli köyünün 7 km batısında çam ormanları içinde yer alan bu mansıtırın ilk kurucusu ve yapım tarihi bilinmiyor. Bazı araştırmacılar Yohannes’e adanan manastırın M.S. 270 ve M.S. 317 tarihlerinde yapıldığını söylemekte. Vazelon, Sumela kadar tanınmasa da Trabzon’un sunduğu önemli sürprizlerden biri...

Tipik Trabzon evlerinin peşine düşülecekse yol Sürmene’den geçecek demektir. Yol boyunca Osmanlı mimarisinin karakteristiği olan ahşap yapıların az çok korunan örneklerine rastlanabiliyor. Örneğin Memişoğlu (Kastel) Konağı, Sürmene ilçesindeki önemli yapılardan. İlçenin 4 km. doğusunda ana yolun üzerinde yer alan iki katlı, büyük bölümü taştan yapılmış ve ahşap işçiliği ile ünlü konağın yapılış tarihi bilinmemekle birlikte bazı kaynaklarca 18. yüzyıla tarihleniyor.

Trabzon'un Hayrat ilçesi'nin Sarıağaç köyünde bulunan Çakırağa konağının ise İsmail ağa tarafından 1821 yılında yaptırıldığı biliniyor. Konağın kesme taş olan zemin katında kış odası, kiler ve ambar da yeralıyor.

Ayrıca Trabzon Ortahisar ve Orta Mahalle evleri de kentsel konumları ve mimarileriyle şehrin dikkate değer bölümlerini oluşturuyor…

Aynı zamanda tekne yapım atölyeleri, bıçak ve kemençeleriyle dikkat çeken şirin bir ilçe Sürmene. Özellikle ahşap tekneleri pek ünlü. Kestane ağacından yapılan teknelerin, bazı bölümlerinde dut ağacı kullanılıyor ki, tekne yıllarca dalgalara göğüs gerebilsin.

Trabzon’un yayla mevsimi nisanda açılıyorsa da, yayla için en güzel aylar kuşkusuz yaz ayları. Renkli yayla şenlikleri ilçe ilçe, mayıstan eylüle kadar devam ediyor. Bu aylar yalnızca Trabzon için değil, tüm Karadeniz için festival ayları. Şehirden en kolay ulaşılabilen yaylaların başında Hıdırnebi Yaylası geliyor. Şehirde sıcaklık 30 dereceyken, yukarılara çıktıkça 20 derecenin altına doğru düşmeye başlıyor. Özellikle cumartesi ve pazar günleri yayla piknikçilerle dolup taşıyor. Yaylanın tadını daha uzun süre çıkartmak isteyenler, Yayla Kent-1 tesislerinde küçük bir ev kiralayarak konaklıyorlar.

Uzungöl, bir başka Trabzon klasiği... Trabzon’a 100 kilometre uzaklıktaki Çaykara’ya bağlı büyülü bir coğrafya... Haldizen Deresi vadisinde meydana gelen heyelan sonucu, dere yatağının doğal baraj şeklinde kapanmasıyla oluşan göl; ladin ormanlarıyla kaplı.
           
Zaman zaman Uzungöl kıyısında çalışan Trabzon Lisesi’nin folklor ekibi, Karadeniz yöresinin zengin folklor kültüründen bir örnekler sunuyor şanslı misafirlere. İnsanın kanını kaynatan kıpır kıpır bir horon gösterisi... Trabzon halk oyunlarına genel olarak horon adı veriliyor. Horonun, orijini itibariyle bir tür “savaş dansı” olduğu söyleniyor. Karadenizli kendisiyle, doğayla, düşmanıyla savaşıyor. Horoncular kollarını kaldırdığı zaman da doğanın, dağların heybetini canlandırıyor. Bu oyunda, doğadaki her türlü etkinliğin yansıması var; denizdeki dalga hareketlerinin, balık çırpınışlarının... Tek bir şartla tepiliyor horon: Horon oynarken doğayı hissetmek ve bunu aşkla yapmak…
           
Dışarıdan bakıldığında tek bir horon türü varmış gibi görünürken dikkatle bakılınca ne denli çok çeşidin olduğu farkediliyor. Genellikle kadınlar tarafından davul zurna, kemençe eşliğinde oynan “Düz Horon”, davul, zurna eşliğinde Akçaabat yöresinde erkekler tarafından, ağır bir yapıda başlayıp, giderek hızlanarak oynanan “Akçaabat Sallaması”, Trabzon halkının karakteristik yapısını simgeleyen en önemli horon türlerinden, atak, canlı, vücudun bütün bölümlerinin harekete geçtiği kıvrak ve sanat gücü yüksek, kemençe ile ve davul zurna ile oynanabilen bir oyun olan “Sıksara”, “Kız Horonu” adı verilen, hareketleri basit, kemençe ile oynanan düz horon, özgün ve hareketli bir oyun olan ve çoğunlukla kemençe ile oynan “Sürmene Sallaması”, iki kişi tarafından bıçakla oynan, karşılıklı bir savaşı, mücadeleyi andıran figürleri olan “Bıçak Oyunu” ve atışmalı türkülerin söylendiği, bir tarafın söyleyecek sözü kalmayana dek devam eden “Vaybeni” adındaki horon yörede en çok oynanan oyunlar arasında yeralır.

Halk müziği çalgısı olarak Trabzon’da en yaygın saz, kemençe. Onun yanında günümüzde pek bilinmeyen, unutulmuş olan kaval da bölgenin en eski çalgılarından biri...
           
Horoncular, Trabzon’da Savat sanatının (bir tür gümüş işleme sanatı) birer örneği olan ve Hamayil denilen üçgen, dikdörtgen şeklindeki muska kapları takıyor. Siyah giysilerin üstünde pırıl pırıl parlayan muska kaplarında Kur’an’dan ayetler yer alıyor. Amaç horoncuları kötülüklerden korumak.

Trabzon’dan ayrılmadan önce yemeklerinin tadına mutlaka bakılmalı. Önce Süleyman Restoran’a uğrayıp, nefis Karadeniz yemeklerinden tatmalı... Karadeniz’de ürün çeşidi kısıtlı olduğu için, yaratıcı Karadenizliler tek bir malzemeden pek çok yemek üretmesini bilmiş. O yüzden hamsi, kara lahana, fasulye ve mısır ağırlıklı Karadeniz mutfağı çok zengin değil, ama lezzetine diyecek yok. Mönüde neler mi var; kuymak, hamsi kayganası (Karadeniz krepi), hamsi kuşu (balık köftesi), hamsili pilav, hamsi çıtlatması, hamsi ekmeği, hamsi tuzlaması, karalahana çorbası, karalahana dolması, patlıcan borani, yumurtalı pazı mıhlaması, hamsili güveç, fasulye turşu kavurması... Evlerde pişirilen mısır sarmasını, içli tavayı, pazı burmalısını, laz böreğini, gulyayı, mısır çorbasını, ısırgan çorbasını, Trabzon kebabını, Hamsiköy sütlacını, zumuru, kaz kaldıranı, hoşmeliyi de, lezzetli hamsili pideyi, hohollu pideyi ve ünü dört bir yana yayılmış Vakfıkebir ekmeğini de unutmamak gerekiyor elbette.


           


Yorumlar

Çok Okunanlar