Fotoğrafsız Dergileri / 2010-2011


Fotoğrafsız Dergisi - 1

Fotoğrafsız Dergisi, fotoğraf üzerine düşünme, konuşma ve tartışma ihtiyacından doğdu. Bu denli derin bir sessizliğin içinde tek yankılanan şey deklanşör sesi. O kadar çok fotoğraf çeker olduk ki, durup düşünmeye zaman mı kalmadı acaba? Yoksa, “düşünme, çek!” diyen reklam sloganına fazla mı kaptırdık kendimizi? Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” beyiti mi geçmişten gelip şevke getiriyor acaba hepimizi? Her nedense… sonuç şu ki, fotoğrafın yapısal özellikleri ve sorunları hakkında pek az konuşuyoruz. Fotoğrafsız ile yapmak istediğimiz bu alanda özel gündemler oluşturup, kafa yoranları, eli kalem tutanları, merak içindekileri, içinde fırtınalar kopanları bu sayfalardan ivme kazanan tartışmaların içine çekmek, hatırlamayı kolaylaştıracak basılı bir metinler silsilesi oluşturmak.

Fotoğrafsız, tıpkı Fotoğraf Notları Fotoröportaj Dergisi’nde yaptığımız gibi özgür bir yayın anlayışına sahip olacak. Mümkün olduğu sürece üç ayda bir yayımlanacak, sayfa sayısı bir artacak, bir azalacak. Yayımlanmış yazıları da barındıracak, yeni üretimleri talep ve teşvik edecek, çevirilerle kapsamını genişletecek. Fotoğrafsız, İFSAK tarafından yayımı yıllarca sürdürülen Fotoğraf ve Sinema Dergisi’ne duyduğumuz özlemi bir nebze azaltacak, rehavet ve sükûtun içinden gümüş sözleri çıkartıp parlatacak.

Dosyalar halinde yol alacak dergi. Ama dosya oluşturmanın dayatmaya dönüşmesini de istemediğimiz için gün gelecek farklı gündemleri olan metinlere de yer verecek sayfalarında. Sorgulayan muhalif söylemi ile ayrık otu olmaktan yüksünmeyecek. Söz uçsa da yazı kalacağı için, metinleri biriktirmeyi hep marifet bilecek.
İlk sayımızın bütün sayfaları fotoğraf ve etik üzerine kaleme alınmış yazıları barındırıyor. Önceliği etik konusuna ayırmamızın temel sebebi, fotoğraf dünyasında sayısal yöntemle kaydedilen görüntülerin ve bu görüntüleri üreten biz fotoğrafçıların her geçen gün daha fazla fütursuzlaşması. Çağın getirdiği bir sorun demek istemiyorum kesinlikle; tersine yapısal olarak fotoğrafın çok çeşitli anlamlarda istismara açık olmasından kaynaklanıyor bu. Fakat yoğun görsel üretim-tüketim hali meseleyi her zamankinden daha fazla görünür kılıyor. Bir yanda gazetelerin, dergilerin ve internetin doymak bilmez görsel açlığı, bir yanda mal ve hizmet satma yarışındaki sermayenin sınır tanımazlığı, bir yanda amatörüyle, profesyoneliyle ve hatta telefonlarını da görüntü kaydetmekte kullanan kalabalık kitleleriyle koskoca insanlığın kopyayı aslından değerli kılma telaşı, işi içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bunun adını koymak kolay öte yandan: Bu bir yağma! Her şeyin mübah olduğu bir yağmanın hem faili, hem de mağduruyuz.

Aylar önce mağdurlardan biri; Ayvansaray’da yaşayan bir kadın, ahşap evinin önünde örgüsünü örer ve komşulara laf yetiştirirken fotoğrafını fark ettirmeden çekmeye çalışan fotoğrafçılara veryansın ediyordu: “Mal mıyım ben?” Neyse ki sesi gür, aklı başı yerindeydi de itirazını dile getirebiliyordu. Ya sessiz kalan niceleri?

Athanasios Varzanakos, Stockholm’de markete girdiğinde bir yoğurdun üzerinde Yunan arkadaşının fotoğrafını görünce çok şaşırdı. Hemen Yunanistan’daki arkadaşını aradı, fakat onun bu durumdan haberi bile yoktu. Yoğurdun “Türk Yoğurdu” adıyla satılıyor olması konuyu daha da alevlendirdi. Mesele karakolda değilse de mahkemede bitti. Fotoğraftaki Yunanistan vatandaşı, BBC’nin haberine göre 160 bin Euro’nun üzerinde tazminat kazandı. Para bir kenara, o da hakkını koruyan azınlık arasında gösterişli bir örnek haline geldi.

2008 yılında Türkiye’deki fotoğrafçıları derinden etkileyen bir haber düştü ajanslara: Anamur’da Sağlık Grup Başkanlığı yapan Dr. Erdal Kınacı, hakkındaki şikayetler üzerine gözaltına alınmış ve ardından da tutuklanmıştı. Pek çok kişinin saygıyla andığı doktor, ne olmuştu da 50 günden fazla hapis yatacak ve sonrasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılacak, nihayetinde de mahkeme 37 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılacaktı?

Cihan Haber Ajansı’nın geçtiği haberde durum şöyle özetleniyordu:
“Gir-Geç Pansiyonlar adlı çalışmasında konuyla alakası olmayan özürlü kişilerin fotoğraflarını montajlayarak kullandığının tespit edilmesi sonucu tutuklu yargılanmak üzere cezaevine konuldu. Gir-Geç Pansiyonlar adı altında yaptığı fotoğraf gösterisinde kullanılan resimlerin bazılarının Anamurlu özürlü ve sahipsiz kişilere ait olduğunun ortaya çıkması Anamur'da şok etkisi yaptı.
Olay, Anamur'da marketçilik yapan Yunus Gökkaya'nın bir arkadaşının söz konusu resimleri Tempo Dergisi’nde görmesiyle ortaya çıktı. Gökkaya; "Bir gün bir arkadaşım elinde bir resimle bana geldi, ‘bu senin kayınpederin değil mi? Bu ne hal?’ diye sordu. Resmi görünce şok oldum. Çünkü kayınpederimin Engelsiz Yaşam Projesi için çekilen resminin yanına montajla çıplak kadın fotoğrafı eklenmişti. Diğer resimlere de baktığımda pek çoğunun Anamur’daki gariban, özürlü kişilere ait olduğunu, onların da aynı şekilde montajlandığını gördüm." dedi.
Başka bir mağdur Muhammet Bulut ise; ‘Ben cilt kanseri biriyim. Devamlı tedavilere gidiyorum. Geçtiğimiz aylarda Dr. Erdal Kınacı evimize gelerek size yardım sağlayacağım, fotoğraflarını çekip valiliğe göndereceğim dedi. Ben evliyim. Benim fotoğraflarımın yanına fotomontajla çıplak kadın fotoğrafı yerleştirerek ‘yasa dışı genel ev’ diye gazete, internet siteleri ve dergilerde yayınlamış. Ben ve yakınlarım evden dışarıya çıkamamaktayız. Yetkililerden yardımcı olmalarını, halen doktorluk yapan bu kişinin cezalandırılmasını istiyorum’ diye konuştu.
Hakkında pek çok suç duyurusu bulunan Doktor Erdal Kınacı, başvuruların değerlendirilmesi ve delillerin incelenmesi için tutuklu yargılanmak üzere Silifke Cezaevine gönderildi.”

Bildiğim kadarıyla Yargıtay yolunda olan bu davaya ilişkin Murat Germen’in www.dugumkume.org’da yayınlanan değerlendirmesini de paylaşmak istiyorum:
“Kınacı bu seriyi geçenlerde benim de bildiri sunduğum AFSAD 7. Belgesel Fotoğraf Sempozyumu ve internet de dâhil olmak birçok farklı ortamda sundu nispeten uzunca bir süredir. Kınacı’nın fotoğrafları çıplaklık veya kerhane içerdiği için değil kişilik haklarına saldırı niteliği taşıyan fotomontaj iddiası ile mahkemelik olmuş bize duyurulduğu kadarı ile.
Şöyle bir ihtimali göz önünde bulundurmak lazım: Belgesel fotoğrafçılar her ne kadar anlaşma imzalatsalar da genelde fotoğrafını çektikleri insanları pek düşünmezler ve üzerlerinden ödüller bile kazanırlar (hem Türkiye’de hem de dünyada çok yapılan bir şey bu). Orhan Cem Çetin ve bazen da Ahmet Elhan ile birlikte bu konu üzerinde pek çok yerde konuşma yaptık / yapıyoruz; “bu etik bir konudur, sosyal belgesel sonuçta hep fotoğrafçının işine yaramaktadır, konu edilen mağdur insanlar ise mağdur olmaya devam ederler” demeye getiriyoruz. Hatta yukarıda adı geçen AFSAD 7. Belgesel Fotoğraf Sempozyumu’nda konu enine boyuna tartışıldı ve ben sunumumda duyarlılık iddiası taşıyan belgesel fotoğraf çalışmalarının anonim olarak sunulması teklifini yaptım. Amacım fotoğrafçının adının duyarlı olunan konunun önüne geçmesini engellemek. Bazıları şoke oldu doğal olarak ama daha duyarlı diğer fotoğrafçılar “evet aslında belki öyle olmalı” diye şapkalarını önlerine koydular.
Şimdi şöyle bir senaryo düşün: Hayatta hiç parayla seks yapmadım ama, diyelim ki kerhaneye gittim ve bir şekilde burada görüntülendim, daha sonra haberim olmadan bu görüntü ortaya çıktı sanat adına. Kendim sanatçı olduğumdan bu duruma olumlu bakmaya çalışırdım ama belki kerhaneye gittiğim bilinsin de istemeyebilirdim bir yandan, bu yüzden ben de dava açabilirdim. Bu durumda fotoğrafçıyı mı yoksa beni mi korurdun? Ya da varsayalım senin engelli bir yakının var üzerine titrediğin, ona birisi bir anlaşma imzalatıyor ve kerhaneye gitmediği halde gitmiş gibi göründüğü bir fotoğrafa malzeme oluyor, bu durumda ne tepki verirdin? (Kınacı bilinçli olarak bunu yaptı demiyorum ama bu yönde iddialar var) Fotoğrafların ve fotoğrafçıların kişilik haklarını ihlal ettiği çok görülür, hakları ihlal edilenlerin çoğunluğu es geçer, bazısı ise dava açar. Kendi fotoğraf pratiğimde insanı merkeze koymamamın nedenlerinden birisi de direkt bu konuyla ilgili; insanlar ve hikâyeleri üzerinden kendime pay çıkarmaktansa insanların ürettikleri cansız nesneleri konu edinmeyi ve hayat hakkında söylemek istediklerimi onların aracılığı ile ifade etmeyi tercih ediyorum.
Erdal Kınacı yerinde olsam şunları yapardım:
- İmzalattığını söylediği model anlaşmalarını hemen basına dağıtırdım (bu arada, işin içinde engelli insanların olduğu söyleniyor, böyle ise şayet ve özürlülere imza attırıldıysa bu durumda “imza atılırken engelli kişilerin yanında ebeveynleri veya sorumlu aile yakınları var mıydı?” bilgisi gerekiyor).
- Sitesinin hack edildiğini ve kendisinin olmayan bazı fotoğrafların sitesine yerleştirildiğini söylemiş Kınacı bazı basın kaynaklarına göre. Bunu hizmet aldığım sunucudan tarih ve saatle belirlenir ve bunu da delil olarak sunardım.
- Fotoğrafların özgün versiyonlarını (RAW veya JPG) ortaya çıkarır ve tam olarak nasıl bir süreç izlediğimi gösterirdim. Bu sayede neyin nasıl oluştuğu ortaya çıkardı.
Kınacı bunları yapmıyorsa ister istemez zan altında kalıyor, daha olay tam detayıyla ortaya çıkmadan hemen taraf olmamakta fayda var…”

Erdal Kınacı’nın söz konusu çalışmasını AFSAD 7. Belgesel Fotoğraf Sempozyumu’nda izlemiş, salonun ayakta alkışlayanlarla, protesto edenler olarak ikiye ayrılmasına tanık ve çıkan sert tartışmalara da taraf olmuştuk. Doğrudan kendisiyle de konuştuğum ve eleştirdiğim (ki montaj iddiaları ortaya atılmamıştı) noktalar Kınacı’nın sözlü söylemine ters düşen, konuya yaklaşımındaki kabul edilemez ötekileştirici ve hatta aşağılayıcı tutumuydu. Konuşmamız pek sonuç vermedi o gün, birbirimizi anlayamadık. Bu hararetli günden birkaç ay sonra mevzunun fotomontaj iddiaları ile mahkemeye yansıması zaten az sayıda olan temkinli ve eleştirel bakışların iyice cılızlaşmasına sebep oldu çünkü adeta mağdurlar yer değiştirmişti. Kınacı’nın suçlu olamayacağını savunan görüşler inanılmaz ölçüde fazlaydı bu olayda. Farklı çevrelerden çok sayıda insan mümkün olan her vesileyi değerlendirerek Kınacı’ya olan güven ve inançlarını dile getirdiler, yazdılar, çizdiler. Yaygın medyada ya da konuya hassas fotoğraf sitelerinde suçlamayı yapan kişilerin görüşleri detaylı olarak hemen hiç yer almadı. Çoğu zaman olduğu gibi taraflara söz hakkı tek taraflı kullandırıldı ya da şöyle söyleyeyim, şikâyetçi tarafın şikâyetinin dikkatle dinlenmesi gerektiğini söyleyen kişi sayısı üçü geçmedi. Hele ki model izin belgelerinin imzalatılmış olmasının her şeyin cevabı olamayacağını kimseler tartışmadı. (Ya da burada da sayı üçü geçmedi.)

Evrensel Gazetesi’nde çalışan ve kendisi de bir fotoğrafçı olan Devrim Büyükacaroğlu tutuklanma haberini, değerlendirmesini şöyle yapmıştı:

‘Yol üstü kerhaneleri’ isimli belgesel çalışmasında fotomontaj yaptığı iddiasıyla tutuklanan Erdal Kınacı medya tarafından suçlu ilan edildi.

Erdal Kınacı “sınırdaki” insan yaşamlarını fotoğraflayan bir fotoğrafçı. Aynı zamanda hekim olan Kınacı Anamur Sağlık Grup Başkanlığı’nı sürdürüyordu. Son çalışması “Yol üstü kerhaneleri” ile ilgili olarak “fotomontaj” iddiasıyla tutuklanan Erdal Kınacı şimdi Silifke cezaevinde. Memuriyeti de askıya alınan Kınacı “Yol üstü kerhaneleri” çalışmasında yer alan modellerin hepsiyle izinlerini aldığı sözleşmeler imzaladığını, bahsedilen fotomontajları yapan ve internette yayanın ise kendisi olmadığını açıkladı.

Kınacı gerek “engelsiz yaşam” gerekse “Yol üstü kerhaneleri”nde sınırda olan yaşamları görünür kılmaya çalışıyordu. Her iki çalışması da değişik çevrelerin tepkisi ile karşılaşmıştı zaten zamanında. “Engellilerden kazanç sağladığı”, “doktorluğunu kullanarak fotoğraflar çektiği” gibi iddialar karşısında, çekimleri hekimlik mesaisi dışında yaptığı, fotoğrafları engellilerle dayanışmak, sorunlarını görünür kılmak için çektiğini, bu projeyi Engelsiz Yaşam Derneği ile birlikte gerçekleştirdiklerini bıkmadan anlatıp durmuştu Kınacı. Genelev çalışması ise “ahlakçı” eleştirilere maruz kaldığı gibi bu çalışmanın yurtdışında sergilenmesi ile ilgili olarak “kol kırılsa da yen içinde kalmalı” mealli, “yurtdışına ülkemizi böyle tanıtmamalıyız” denilmişti.

Bu gibi eleştiriler bir tarafa, Erdal Kınacı’nın tutuklanmasını ölçüsüz ve aceleci manşetlerle sayfalarına taşıyan gazeteler ne engelli insanların çarpıcı fotoğraflarıyla ne de 22 tane illegal genelevin varlığıyla ilgilenmişlerdi. 

Ya yalansa?

Her iki çalışmasında da Erdal Kınacı’nın modelleriyle sözleşme imzaladığını kendi beyanlarından biliyoruz. Hatta bu konuda fotoğrafçıların hassasiyet göstermesi gerektiğini sık sık köşe yazılarında ifade etmişti kendisi. Erdal Kınacı’nın çok sayıda fotoğraf paylaşım sitesinde yayınladığı sayısız fotoğrafa bakıldığında da foto montaj bir tarafa “manipülasyon” denilen, fotoğraf işleme programları yardımıyla yapılan abartılı düzenlemeleri fotoğraflarında uygulamayan bir fotoğrafçı olduğu biliniyor. Kınacı’nın bu söylediklerimize rağmen, modelleriyle kurduğu ilişkide ya da fotoğraflara manipülasyon yapmak konusunda bir zaaf gösterdiği doğruysa nasıl cezalandırılacağı biliniyor. Fakat değilse işte o zaman fotoğraf dünyası adına tedirgin edici bir linç kampanyasından bahsetmek gerekecek. Fotomontaj yaptığı iddia edilen bir fotoğrafçı hakkında suç duyurusunda bulunulması ve hatta yargılanması anlaşılabilir kuşkusuz fakat fotoğrafçının tutuklanarak cezaevine konulması, memuriyetinin askıya alınması umarız, cesaret ve emek gerektiren “zor” konulara objektiflerini doğrultacak fotoğrafçıları ürkütmez.

Tutuklanmadan çok kısa bir süre önce yazdığı ve fotoritm.com’daki köşesinde yayınladığı yazısında ise Erdal Kınacı, içinde bulunduğu durumu psikolojisi üzerinden anlatmaya çalışıyordu. Bu yazıdaki yaklaşımı da oldukça dikkate değer buluyorum:
“Cebinde iki ayrı not taşıyacaksın.

Birinde -dünyanın merkezi sensin- diğerinde –bir hiçsin- yazacak.

Kendini bulunmaz Hint kumaşı sanmaya başladığında ikincisini, yaşadığın hayattan zevk almamaya başladığında ise birinci notu okuyacaksın…

Okul zamanlarında branş konularından çok hayat dersleri vermesi ile ünlü, bilge öğretmenimizin hemen her derste tekrarladığı sözler bunlar.

Son zamanlarda cebimde taşıdığım üzerinde –Dünyanın merkezi sensin- yazan notu sıkça çıkarı p okuma ihtiyacı hissediyorum.

Yaşamdan zevk almamayı bırakın en az yaşam kadar önem verdiğim, hatta yaşamımı sürdürmek için amaç edindiğim fotoğrafa sırt çevirdim. Gözüm gibi sevdiğim o mucize makineleri görmek bile istemiyorum.

İçerisinde fotoğraf kelimesi geçen yazı, makale, kitap veya herhangi bir şey yoğun şekilde gerilmeme, kullandığım antidepresan dozunu artırmama sebep oluyor.

Söz verdiğim için kaleme almaya çalıştığım bu yazı, şu an için ıstıraptan başka bir şey vermiyor. Okuyana da bir şey vermeyeceğinin farkındayım. Bir zamandan beri (olağanaltı hal bölgesi) elbisesini giyen, yaşadığım (yalnız fakat güzel) ülkede, ne yazık ki hak-hukuk-adalet gibi kavramlara olan inancımı yitirdim. ’Fotoğraftan dolayı linç olur mu’ sorusunun cevabını alıyorum. Bu metni sayfa editörünün dışında kimsenin okuyacağını sanmıyorum. Fakat yanılıyorsam ve buraya kadar vakit ayırıp okuyan olursa merak edeceğini de biliyorum. 

Üzgünüm, ‘fotoğraftan dolayı linç olur mu?’ sorusunun cevabını size ben vermeyeceğim. Halen devam etmekte olan o girişimi burada tekrar dillendirmeye hiç niyetim yok. Söylemek istediğim tek şey, lütfen dikkatli olun, fotoğrafı, masum bir hobi, hoşça vakit geçirmeye yarayan bir uğraş veya çeşitli siteler marifeti ile sosyalleşme aracı olarak görmeyin. Paylaştığınız tek bir kare, emek emek kurduğunuz tüm yaşantınızı bir anda değiştirmeye, hatta alt üst etmeye yetecek güçte bunu bilin ve lütfen dikkatli olun...”

Ateş düştüğü yeri yakıyor!

Yasal mevzuatlar kişilik hakları ile bilim ve sanat özgürlüğü kavramlarının ciddi çelişkileri ile dolu. Bu durumda fotoğrafçılar, yasalar karşısındaki durumlarını bilmekten ziyade, fotoğrafladıkları kişilerin en doğal ve temel hakları olan kişilik haklarını gözetmekle işe başlayabilirler, diye düşünüyorum.

Spencer Platt, 2006 yılı Ağustos’unda İsrail’in bombardımanı ile yerle bir olan Güney Beyrut’taki yıkıntılar arasında üstü açık kırmızı bir otomobil ile dolaşan şık gençlerin fotoğrafını çekmiş ve bu fotoğraf ile World Press Photo’da yılın en iyi basın fotoğrafı ödülünü almıştı. Yanmış ve yıkılmış, yoksul bir mahallede dolaşan bu zengin görünüşlü gençler kimlerdi? Bilmiyoruz. Fotoğrafçı da bilmiyor çünkü. Sormuyor, “kimsiniz, nesiniz, ne işiniz var burada?”, diye. Bize Beyrut’un farklı yüzlerinin çelişkisini gösteriyor kendince. Peki ya gerçek ne? Sonradan anlaşılıyor ki bir süre öncesine kadar burada yaşayan ailelerin çocukları araçtakilerin bir kısmı, belli ki eski komşularının, arkadaşlarının akıbetini öğrenmek için oradalar. Gösterişli otomobil de ödünç alınmış üstelik bir yakınlarından. Yine sonradan öğreniyoruz ki fotoğrafın çekilmesiyle gençlerin hayatı altüst olmuş. Çevrelerinden büyük baskı görmüşler bu biçimde kalkıp bombalanan bölgeye gittikleri için. Fotoğrafa batıdan bakanların yorumlarıyla iyiden yiye güçleşmiş durumları. World Press Photo yöneticileri münasip bir dille özür dilemişler gerçi sonrasında ama, acaba iş işten geçmemiş mi? Ödül fotoğrafçının evinde hâlâ duvarda asılı mı dersiniz?

Reuters için çalışan serbest fotoğrafçı Adnan Hajj, Güney Lübnan’ın İsrail tarafından bombalandığı 2006 Ağustos’u sırasında çektiği fotoğrafı, fotoğrafta görünen dumanın yetersiz olduğunu, durumun gerçek vahametini göstermediğini düşünerek sayısal kopyalama (klon) yaparak servis etmeye kalkıştı. Yalanın ortaya çıkmasıyla hem rezil oldu, hem de işini kaybetti.

Bir örnek daha: Birkaç hafta önce (Eylül ayının ortalarında) Mısır'ın yarı resmi gazetesi El Ahram, ABD'de yapılan İsrail-Filistin barış görüşmelerinde çekilen bir fotoğrafın üzerinde oynama yaparak, orijinal fotoğrafta arkada görünen Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i en öne yerleştirdi.
Mısır'da yayımlanan "El Mısıri El Yovm" Gazetesi'nin internet sitesinde yer alan haberde, Reuters tarafından, ABD Başkanı Barack Obama, Ürdün Kralı Abdullah, İsrail Başbakanı Binyamin Netenyahu, Filistin Başkanı Mahmud Abbas ve Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in beraber yürürken çekilen fotoğrafı, El Ahram Gazetesi tarafından photoshop tekniği ile değiştirildi. Reuters'in orijinal fotoğrafında ABD Başkanı Obama en önde yürürken, Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek'in arkada olduğu görülüyordu.

Ateş Altında adlı filmde iki fotoğrafçının siyasi tercihlerle, öldürülen gerilla liderini yaşıyormuş gibi fotoğraflamaları meselesini de hatırlayalım. Üzerine en çok laf ettiğimiz örnek olduğu için Kevin Carter’a Pulitzer kazandıran ve sonrasında da intihara sürükleyen akbaba ve açlıktan ölmek üzere olan çocuğun fotoğrafına ise hiç girmeyeceğim.

Pekiyi, nerede duracağız o halde? “Ölçülü olmak gerekir” mi diyeceğiz? Yoksa görecililiği mi savunacağız etiği tartışırken? Etik bireysel midir, toplumsal mı? Bireysel bencilliğin, toplumsal çıkarlarla örtüştüğü durumlarda etik kurallar nasıl belirlenir? Evrensel değerlerden söz edilebilir mi?

John Long, “Ahlak(etik) üzerine rasyonel ve mantıklı bir tartışma yapmak için, ahlak ile beğeni arasındaki farkın ortaya çıkarılması gerekir. Ahlak, hile ya da yalan konularına değinir. Beğeni ise kahvaltımızı yaparken okuduğumuz gazetelerde görmek istemediğimiz kan, cinsellik, şiddet ve yaşamın diğer yönleri ile ilgili konulara değinir. Herkes, beğeni-ahlak konusunu bu şekilde ele almaz, ancak ben bunun yararlı olduğunu düşünüyorum. Beğeni konuları, birkaç kişinin aboneliklerini iptal ettirmesine ve editöre mektup göndermesine yol açabilir, ancak bunlar birkaç gün içinde uçup gider. Ahlak ihlalleri, güvenilirliğe zarar verebilir ve etkileri yıllar sürebilir. Bir kez sarsıldığında, güvenilirliğinizi tekrar elde etmeniz olanaksızdır.” diyor Dijital Fotoğraf Döneminde Ahlak adlı makalesinde. (www.fotomuhabiri.com, Çev. Umur Koçak Semiz) Ve yine aynı makalede tümüyle katıldığım şu fikrini dile getiriyor: “Şimdi size benim işime yarayan bir ilkeden bahsedeceğim. Bu, hiç de popüler bir ilke değil ve birçok gazeteci benimle aynı fikri paylaşmıyor. Yine de bu ilke sayesinde geceleri uyuyabiliyorum. Eğer yardım edebileceğiniz bir durum söz konusuysa, ahlaki olarak yardım etmekle yükümlüsünüz. Fikrimi desteklemenizi beklemiyorum. Sadece bu konuda düşünmenizi ve kendinizi böyle bir duruma hazırlamanızı istiyorum. Hangi durumda kameranızı bir yana bırakıp yardıma koşarsınız? Hangi durumda insanlığınız, gazeteciliğinizin önüne geçer?''

Long’dan bir alıntı daha: “Fotoğrafçılar ve editörler yalan söylemek için sadece bilgisayarları kullanmıyor. Fotoğrafları kurarak ya da photo ops'lara gönüllü ortaklar olarak da yalan söyleyebiliriz. Tüm bunlar, mesleğimize bilgisayarların yaptığı kadar büyük tehditlerdir. 'L. A. TIMES', arkasında bir ev alev alev yanarken bir yüzme havuzundan aldığı suyla başını ıslatan bir itfaiyecinin resmini yayımladı. Yarışma hazırlıkları sırasında, fotoğrafçının itfaiyeciye şöyle dediği tespit edildi: ''nasıl güzel bir fotoğraf çekeriz biliyor musun? Sen havuza git ve başını ıslat.'' Fotoğraf, kurmacaydı. Fotoğraf, yarışmadan çekildi ve fotoğrafçıya ağır disiplin cezası verildi. Bu da, PhotoShop ile yapılanlar kadar büyük bir yalan. Her ikisi de kabul edilemez.

Daha da beteri var: Geçtiğimiz yıl Dünya Kadınlar Günü’nde Kadıköy’deki yürüyüşü tırmandığı bir duvardan izlerken dengesini kaybedip düşen bir gencin yardımına koşan başka fotoğrafçılara, bir fotomuhabirimiz okkalı bir fırça atmıştı! “Çekilin, önümü kapatmayın, fotoğraf çekemiyorum!” Bu fotoğrafçı şanslıydı ki yardıma koşanlar “tövbe tövbe!” deyip geçiştirdiler bunu ve düşen çocukla ilgilenmeye devam ettiler. Fakat 1997’de Zaire’de binlerce mülteciyi taşıyan trende ezilerek, sıkışarak ölenlerin arasında hâlâ yaşayanlar olduğunu fark edip, yardıma yeltenen fotoğrafçı Kadir van Lohuizen’e “önümü kapatıyorsun, kenara çekil!” diyen TV kameramanı bizim fotomuhabiri kadar şanslı değildi: Bir araba sopa yiyecekti bu davranışı yüzünden Lohuizen’den!

ABD Ulusal Basın Fotoğrafçıları Derneği (NPPA)’nin tüm üyelerinin bağlı olmak zorunda olduğu etik ilkeler listesinin dokuzuncu maddesi tartışmanın içinde önemli bir yer tutuyor: “Hiçbir etik kuralı, her durum hakkında önceden hüküm veremez. Bu nedenle etik ilkelerin uygulanmasında sağduyu ve doğru yargı zorunludur.”

“Sağduyu” ve “doğru yargı”… ne kadar muğlak kavramlar! Başta da dediğim gibi, içinden kolay çıkılır bir konu değil etik. Dergide okuyacağınız metinlerin zihinlerimizi açacağını umuyorum. Gelecek sayılarda da sürdürebileceğimiz tartışmaya dahil olmak isterseniz, katkılarınızı bekliyoruz.

Yücel Tunca - 2010
(Fotoğrafsız-Fotoğraf Üzerine Düşünce Dergisi'nin Etik temalı ilk sayısının editör yazısı olarak yazılmıştır.)




Fotoğrafsız Dergisi - 2

Fotoğrafsız Dergisi bu sayısında, yaşadığımız hayata ve dünyaya dair güzel sözler söyleyen fotoğrafların egemenliğine karşıt olarak, eleştirel ve değerlendirmeci yapısıyla yaklaşık son on yıldır etki alanını genişleten ve bu nedenle hakkında daha fazla konuşulması gereken belgesel fotoğrafı ele alıyor.

Fotoğrafa belge niteliğinin atfedilmesiyle başlayıp, zamanla kendi disiplinini ve içsel problematiklerini oluşturan belgesel fotoğrafın hikâyesi ve dolayımındaki sorunsallar bugüne kadar birkaç örnek dışında çok da masaya yatırılmadı ülkemizde. Bundan otuz-kırk yıl kadar önce toplumsal dinamiklerin de etkisiyle tohumları atılan belgesel fotoğraf alanındaki çalışmalar, 12 Eylül’ün dondurucu ikliminde donup kavrulunca, yeni filizlenmeleri beklemek epey bir zamana mal oldu.

Yüzyılı aşkın bir tarih aralığının ancak son on yılında bir sempozyum (7. AFSAD Fotoğraf Semposyumu – Belgesel Fotoğraf Buluşması-2008), bir kitap (Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj -Özcan Yurdalan / Agora Kitaplığı, 2007), iki dergi dosyası (Toplum ve Bilim-Sayı 19, Mart 2006 ve Evrensel Kültür-Sayı 200, Ağustos 2008) ve birkaç panel vesilesiyle belgesel fotoğraf tartışmaya açıldı. Bu alana yönelik yayın yapan iki web sitesi de son yılların önemli girişimleri olarak ortaya çıktı. Bir sunum ve paylaşım alanı oluşturan ve yakın zamanda yayınını durduran “fotoroportaj.org” ile sunumların yanı sıra teorik içeriğiyle ilgi toplayan “belgeselfotograf.com”  internet ortamında belgesel fotoğrafın zeminini güçlendirdiler. Yine yaklaşık aynı dönemde çeşitli fotoğraf kurumlarının öncülüğüyle, yurt içi ve dışından fotoğrafçıların yürütücülüğünde yapılan atölyeler ve bazı fakültelerin müfredatı içinde yer alan dersler aracılığı ile belgesel fotoğraf üretimi desteklendi. Bunlar arasında Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi (GFFA)’nde yürütülen Belgesel Fotoğraf Programı bir yıllık öğrenim süresi ve çok yönlü seminer-atölye yapısı ile çıtayı yükseltmeyi deniyor. Belgesel fotoğraf alanındaki üretimleri toplum hayatına taşıyan bir araç olarak sürece 2009 yılında katılan Fotoğraf Notları Dergisi de basılı yayın alanındaki bir eksikliği gidermeye çalışıyor.

Bahsi geçen ekip çalışmalarının dışında bireysel üretimlerin etkisi de son derece önemli. 2000’lerin başından bu yana çok sayıda belgesel fotoğrafçı, açtıkları sergiler ve yayımladıkları albümlerle belgesel fotoğrafın düşündürücü, uyarıcı ve hatırlatıcı özünü izleyici ile paylaştı. Bu paylaşımlar çeşitli fotoğraf şenlikleri, festivaller ve bianeller aracılığıyla daha da kitlesel hale getirilmeye çalışıldı.

Belki de kuruluş günlerinin başından bugüne kadar, her ne kadar kendini yalnızca belgesel fotoğraf alanına yönelik kurulmuş bir yapı biçiminde tanımlamamış olsa da Fotoğraf Vakfı, etkinlik gösterdiği ve destek sunduğu zemin bakımından belgesel fotoğrafın Türkiye’deki en önemli ayaklarından birini oluşturdu. Günümüzdeki pek çok kişi ve yapılanmanın tarihinde Fotoğraf Vakfı’nın ayrıcalıklı bir yeri olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.

Bu uzun dökümü neden yaptığımı açıklamalıyım sanırım: Belgesel fotoğrafın dünya üzerindeki kabaca yüz otuz yıllık geçmişi ile kıyaslandığında ülkemizde nisbi yaygınlık kazandığı on yıllık sürecin ne denli kısa olduğu kolayca görülebilir. Bu kısa tarih, çözülmesi elzem olan devasa sorunları da barındırıyor kuşkusuz. Fotoğrafçı ile izleyicinin algı dünyalarını belirleyen sosyal, politik, ekonomik, felsefi değişimler, üretim ve sunum yöntemlerinden, mecra sorunlarına, medya ile olan ilişkilerden, teknoloji ile temasa kadar hemen her noktada zihinleri bulanıklaştırıyor. Hâl böyle olunca toplumsal sorumluluk çizgisinde üretimde bulunan belgesel fotoğrafçıların çalışmaları puslu atmosferde netliğini yitiriyor; yöntemler, niyetler, kavramlar sorgulanmaya başlanıyor.
Yürümeye çok geç başlamış bir çocuktan hemen koşmasını beklemek belki acımasızlık. Ancak kaybedilen zamanı telafi etmek durumundayız. Çünkü belgesel fotoğraf, günü kavramanın, olup biteni anlamanın etkili yollarından biri… Çektiğimiz fotoğrafın, tuttuğumuz bu yolun içsel sorunlarıyla uğraşırken kişisel ya da hep beraber -başka yollarla olabileceği gibi fotoğrafla da- müdahale etmemiz gereken hayat öteden beri olduğu gibi tüm hızıyla akmaya devam ediyor. Belgesel fotoğrafın muhalif söylemi barındırması gerektiğine ilişkin düşüncelerimiz, onu bir hobi olmanın dışına çıkartıyor. Kendi hayatlarımıza ve kaçınılmaz olarak parçası olduğumuz başka hayatlara bakmak adına kullandığımız fotoğraf makineleri, bilincimizin görsel yansımalarını üretirken daha fazla içimize kapanamayız. Küçük bir camia için üretilen bir rahatlama aracı değil belgesel fotoğraf. Bu alandaki üretimi artırmak için çaba sarf ederken, kendimizi yeni bir fotografik modanın konfeksiyon ürünlerinden biri haline getiremeyiz. İşte bu nedenlerle ciddiyetle ve ısrarla düşünmemiz, konuşmamız gerekiyor. Niyetler ve yöntemler artık çok daha açık biçimde tartışılmalı, “projeler”le yüzleşilmeli, ürettiğimiz fotoğrafın hesabını önce kendimize sonra da paylaştığımız diğer insanlara verebilmeliyiz.

Fotoğrafsız’ın bu sayısındaki yazıların sıralanışı bir yandan bu tartışma ortamına işaret ederken, bir yandan da başka tartışmalar için küçük bir kapı açıyor.

Yücel Tunca - 2010
(Fotoğrafsız-Fotoğraf Üzerine Düşünce Dergisi'nin Belgesel Fotoğraf temalı ikinci sayısının editör yazısı olarak yazılmıştır.)



Fotoğrafsız Dergisi - 3

Fotoğrafsız Dergisi’ni de tıpkı Fotoğraf Notları gibi iki sayıyı birleştirerek yayımlamak zorunda kaldık. Ağustos ayı başlarında kitapçılarda yerini alan Fotoğraf Notları’nın ön yazısında da belirttiğim gibi, periyoda sadakatten ziyade dergilerimizi hayatta tutmak bu aşamada bizim için daha önemli. Umarım bu durum gereğinden fazla sıkmıyordur canınızı.

İlk plana göre Fotoğrafsız’ın üçüncü ve dördüncü sayılarının teması “Basın Fotoğrafçılığı” olacak, böylece konuyu masaya iki dergi boyunca yatırmış olacaktık. Sonraki gelişmeler bizi, iki sayının içeriğini birleştirerek tek sayı yayımlamaya yöneltti. Böylelikle Fotoğrafsız’ın, “Basın Fotoğrafçılığı” temasını işleyen, neredeyse bir kitap hacmindeki üçüncüsü ortaya çıkmış oldu. Ve umarım buna da sevinmişsinizdir.

Fotoğraf alanında etik kavramını ve belgesel fotoğrafı ele alan ilk iki sayının ardından basın fotoğrafçılığını tema olarak seçmemizin nedenleri uzun bir liste ile halinde sıralanabilir ancak biraz daha içerden bir bakışla kişisel gerekçelerimi dile getireyim öncelikle.

1983 yılında İstanbul Üniversitesi’ne gazetecilik eğitimi almak üzere girdiğimde, yolumu aydınlatan kimi köşe yazarlarının etkisi altındaydım. “Araştırmacı gazetecilik” kavramının henüz içi boşalmamış, dalga konusu haline gelmemişti. Çok geçmeden beklenmedik bir gelişme oldu. Biraz abartarak söyleyeyim: Söz kadar, yazı kadar etkili ve o ana kadar pek de farkında olmadığım yeni bir anlatım olanağıyla, fotoğraf ile tanıştım. Fotoğrafçılık dersimizi veren Milliyet Gazetesi’nin usta foto-muhabirlerinden Özdemir Gürsoy, daha ilk günden bir dizi fotoğrafını yansıtmıştı amfinin duvarına. Zonguldak, Kozlu’da 1960’lı yıllarda oluşan bir göçükte hayatını kaybeden madencilerin cenaze fotoğraflarıydı bunlar. Parçalı, kara bulutlarla kaplı geniş bir gökyüzünün altında omuzladıkları tabutlarla yürüyen işçilerin silüet halinde göründükleri fotoğraflardı bunlar. Gösterilenin ne denli görkemli olsa da, anlatılandan daha sönük kalabileceğini fark ettiğim ilk zaman dilimi olarak hatırlıyorum o dakikaları. Fotoğrafik anlatının lekeler toplamından fazlasını içerdiğini ayrımsamak, yıllardır hayranlık duyduğum yazın hayatına eşkoşabileceğim yeni bir mecrayı müjdelemişti. O gün ders bitiminde, teknik olarak değilse de gönül bağı bakımından kendimi bir fotoğrafçı gibi hissedecek; 20 yıl boyunca aktif biçimde sürdüreceğim basın fotoğrafçılığına kurulduğu andan itibaren çok güçlü olan bu bağla bağlanacaktım.

Daha baştan itiraf etmeliyim ki bu ilişki zaman içerisinde bir aşk-nefret ilişkisine dönüştü. Öte yandan bu sağlıksız durumun sorumlusu ne bendim, ne de basın fotoğrafıydı. Medya düzeni ideallerin öylesine dışında, öylesine uzağındaydı ki bana yaşam enerjisi veren idealizmin temel taşlarını yerinden oynatıyordu. Buna rağmen, bazen birkaç aylığına bırakıp kaçtığım, fotoğrafın başka alanlarında soluklanmaya çalıştığım kısa dönemlerin sonunda yine dönüp geri geliyordum. Uzun işsizlik günleri, sigortasız çalışma koşulları, hayata bakışı dar mı dar yönetim kadroları, faşizan erkek söylemin baskınlığı bunaltıyor; birden bire vaha gibi karşıma çıkan ve kendimi içinde buluverdiğim Sokak Dergisi, bir dönemi itibariyle Güneş Gazetesi ve İstanbullu Dergisi gibi nadir çalışma ortamları mesleğe olan inancımı tazeliyor, yılgınlıktan kurtulmamı sağlıyordu.

Epey bir zaman sonra Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’ni kurarak basın fotoğrafçılığı üzerine bir seminer programını uygulamaya başlamamızın da, Fotoğraf Notları’nı yayımlamamızın da ve Fotoğrafsız’ın yeni sayısını basın fotoğrafına ayırmamızın da tüm bu nedenlerle bende oldukça özel karşılıkları var.

İçinden geldiğim ve hâlâ bir cephesinde yer almaya devam ettiğim bu alanda söylenmemiş pek çok sözün olduğunu biliyorum. Basın fotoğrafçılığına dair, geçmişin olumsuzlukları, bugünün beklentileri ve yarına ilişkin umutlarla yoğrulmuş kişisel yaklaşımlarımızı yeniden gözden geçirmemize vesile olmasını umduğum bu sayıda söylenmiş, söylenmemiş sözlere kapıları aralamak istiyoruz.

Eugene Delacroix’in “Bugünden itibaren resim ölmüştür!” çığlığından neredeyse 150 yıl sonra bu kez “Basın fotoğrafçılığı ölmektedir” diyenlerin yarattığı tartışmalar içten içe hâlâ sürüyor. Dünya medyasında da bu mevzu hakkında epey uzun zamandır yazılıp çiziliyor, basın fotoğrafçılığının sonunun geldiğine dair değerlendirmeler yapılıyor. Bu metinlerin bir bölümü kaybedilen bir mecranın ardından yakılan ağıtlara benzerken, bir bölümü de nedense gizli sevinç nidaları barındırıyor içinde. Ancak Delacroix gibi onlar da yanıldıklarını görüyor olmalılar. Aslına bakacak olursanız, basın fotoğrafı küllerinden yeniden doğmak üzere ve medya bu doğumun sancılarını yaşıyor.

BASIN FOTOĞRAFININ DOĞUŞU
Yeniden doğuş noktasına gelmeden önce meraklısı için şöyle kısa bir tarih turu yapalım…
Basın fotoğrafçılığının ilk örneğini 1843 yılında üreten Jules Itier olsa da ve Roger Fenton’un 1855 yılında Kırım Savaşı’nda çektiği fotoğraflar bir çıkış noktası olarak gösterilse de bence en önemli atılım fotoğrafların gazete ve dergilere resimsel kopyalara ihtiyaç duyulmadan basılmaya başlanmasıydı.

Günümüzden yaklaşık 130 yıl önce, birbirine yakın tarihlerde önce, “half-tone” gibi matbaa tekniklerinin geliştirilerek gazete ve dergilere fotoğraf basılmaya başlanmış (New York Daily Graphic, 1880);  ardından da fotoğraf makinesi küçültülmüş, kullanımı pratikleştirilmiş ve hızlandırılmıştı (Kodak, Brownie, Leica, Rolleiflex, Ermonox vb). Bu gelişmeler ilk adımda sosyal belgesel fotoğrafçılığın ve hemen sonrasında da basın fotoğrafçılığının sosyal hayata damgasını vurmasına neden olacaktı. Gazete ve dergiler, özellikle 20. Yy’ın ilk yarısında haberleri yaygınlaştırmanın neredeyse yegâne aracı oldukları için büyük tirajları yakalayabiliyor, etkilerini fotoğrafa geniş yer ayırarak artırmaya çalışıyorlardı (Berline Illustrierte, Münchner Illustrierte Presse, Picture Post, Vu, Life, Time, Look, Der Spiegel, Regards,  vs). 1930’larda, radyo ve TV’nin nefesini ensesinde hissetse de uzun bir dönem buna aldırmadan popülerliğin tadını çıkaran basın fotoğrafı bu altın çağında altın çocuklarını da yetiştirmeye başlamıştı (Andrè Kertèsz, Alfred Eisensteadt, Arthur Felling / Wegee, Bill Brandt, Brassai, Edouard Boubat, Eric Salomon, W. Eugene Smith, Gordon Parks, Hans Baumann, Henri Carteier-Bresson, Margaret Bourke-White, Philip Halsman, Robert Capa, Robert Doisneau vd).

70 yıl boyunca yükselen bir ivmeyle gücünü artıran, etki alanını genişleten bir meslek olarak foto-muhabirliği, TV’ye yenik düşen yazılı basın tarafından 1970’lerden sonra bir anlamda gözden çıkartılacaktı. 1960’ların sonlarından itibaren yazılı basının bir yandan TV ile rekabetinde aldığı darbeler ve ardından yazılı basın kuruluşlarının pastadaki pay kayıplarına karşı almaya başladıkları tedbirlerle oluşan yeni vizyonun yarattığı kalite erozyonu, mesleğin 1990’ların neredeyse ortalarına kadar -bazı istisnalar dışında- komada kalmasına neden olacaktı. 

Bu gerileme döneminde, bol fotoğraflı haber yayınları birbiri ardına kapanıyordu; bu çöküş beraberinde Black Star, Dalmas, Gamma, Sygma, Sipa, Keystone ve Viva gibi basın fotoğrafının öncü ve güçlü ajanslarını da götürdü. Bir kısmı kapandı, bir kısmı elden ele satılma sürecinde tanınmaz hale geldi; eşsiz arşivler kireç ocaklarına gömülerek belirsiz bir niyetle gelecek için saklandı. Efsane ajans Magnum dahi bu toz duman içinde kendine yeni yollar aramak zorunda kalmıştı. Bir tür gelenekçi, yaşlı erkek fotoğrafçılar kulübü hüviyetinin ağırlığını hafifleterek, daha fazla kadın, genç, yenilikçi ve hatta sanatsal yaklaşımlara sahip fotoğrafçılara açtı kapılarını.

SERVET-İ FÜNUN’DAN BU GÜNLERE
Basın fotoğrafının Osmanlı’da ve Türkiye’deki durumu, batı toplumlarından daha farklı ve cılız bir süreç içinde gelişti. 1891 yılında yayın hayatına başlayan Servet-i Fünun Dergisi ile “resimli dergi” mecrası Osmanlı’daki ilk ciddi ve nitelikli örneğine kavuşmuştu. Çok daha önce yayın hayatına başlayan Musavver Malumat da aynı dönemde fotoğraflardan üretilen resimleri yerine fotoğrafları sayfalarına doğrudan basmaya başladı ve Servet-i Fünun’un bu dönemdeki en ciddi rakibi oldu. Yüzyılın sonlarında Sabah Gazetesi ve Servet-i Fünun Dergisi’nde yayınlanan fotoğraflarıyla dikkat çeken ilk basın fotoğrafçılarından Tevfik Efendi’nin adını anmak yerinde olur.

Bu yayınları takip eden başkaca güçlü rakiplerin ortaya çıkması epey zaman aldı. Dönemi için son derece önemli olan ve Burhan Felek gibi basın fotoğrafçılığının Türkiye’deki ilk imzalarından birini barındıran Tasvir-i Efkâr Gazete’sinde bile görece daha iyi fotoğraflar, ancak 1911’den sonra basılmaya başlanmıştı. Kâğıt sıkıntısı, yönetimsel sorunlar ve ülkenin içinde bulunduğu şartlar yeni yayınların uzun ömürlü olmasını engelliyordu.

Cumhuriyetin kurulmasından sonraki dönemde yayımlanan Cumhuriyet, Vatan, Akşam, Son Telgraf gibi gazetelerdeki fotoğraf kalitesi batılı çağdaşlarının gerisindeydi. 1930’lardan sonra Perşembe, Yeni İstanbul gibi bazı dergiler, fotoğraflı haberlere bolca yer vermeye başladılar. 1956 yılında yayın hayatına başlayan Hayat Dergisi içerik bakımından taklit etmeye çalıştığı Life Dergisi düzeyine ulaşamasa da fotoğraf adına yepyeni bir soluk olarak kabul edilir. Ara Güler’in kendini gösterdiği Hayat Dergisi, Erol Dernek, Mustafa Kapkın, Mehmet Sürenok, Ozan Sağdıç, Suavi Sonar, Şemsi Güner gibi fotoğrafçıların çalışmalarıyla Türkiye basın tarihinde önemli bir yere sahip olur.
1940’ların sonuna doğru Associated Press’te çalışmaya başlayan Eleni Küreman, Türkiye’nin ilk kadın basın fotoğrafçısı; Semiha Es ise Kore Savaşı’nda çektiği fotoğraflar nedeniyle ilk kadın savaş fotoğrafçısı olarak anılır.

Foto-muhabiri Sabahattin Giz’in 50 yılını; ünlü foto-röportajcı Fikret Otyam’ın ise yaklaşık 20 yılını verdiği 1924 yılında kurulan Cumhuriyet Gazetesi’nin fotoğraf bakımından en görkemli dönemi 80’li yıllardır, diyebilirim. Rıza Ezer, Kadir Can, Erdoğan Köseoğlu, Ender Erkek gibi fotoğrafçıların başını çektiği foto-muhabirlerin çalışmalarına az sayıda ancak dikkat çekici boyutlarda yer veren bu dönemin Cumhuriyet’ini unutmak mümkün değil, sanırım.

1948 yılında yayımlanmaya başlanan Hürriyet Gazetesi, ilk günlerinde  “resimli gazete” denilerek kimileri tarafından alaya alındıysa da, Türkiye basınında açtığı çığırı pek çok insan tartışmasız kabul eder. Fotoğrafa ayırdığı alanı geniş tutmayı tercih eden gazetenin fotoğrafa verdiği önem hep bununla sınırlı kalmıştır. Fotoğrafı leke değeri olarak görmek ve foto-muhabirlerinin imzalarını düzenli olarak kullanmamak sadece Hürriyet’in değil, genel olarak Türkiye yazılı basınının en dikkat değer olumsuz özellikleri arasında kronik biçimde yer alır.

Yukarıda adını andığım basın fotoğrafçılarının yanı sıra, uzun süreli ve nitelikli fotoğraf üretimleriyle hem çalıştıkları gazete ve dergilere değer katan, hem de Türkiye basının çıtasını dengeleyerek ayrıcalıklı bir yeri hak eden isimlerin bazılarını burada anmak isterim: Garbis Özatay, Enver Özkahraman, Ergun Çağatay, Ergün Konuksever, Coşkun Aral, Hüseyin Kırcalı, İsmet Gümüşdere, Mehmet Biber, Özdemir Gürsoy…

 Yakın geçmişten bugüne doğru baktığımızda ise, 1980’lerin başlarından itibaren tabu yıkan içeriğiyle Nokta Dergisi’nin; kısa ömürlü Söz Gazetesi’nin; bir döneme damgasını vuran Güneş Gazetesi’nin;  foto-röportajlara verdikleri yerle hatırlanacak olan Tempo, Aktüel ve Panorama dergilerinin; ilk yıllarında yayınladıkları fotoğraflarla Vatan ve Radikal gazetelerinin; nitelikli fotoğraf kullanımı konusunda hassasiyetini uzun süredir kaybetmeyen Zaman Gazetesi’nin; alanlarında kalite çıtasını bir dönem oldukça yükselten Atlas, Geo, Turkuaz ve az sayıda yerel çalışmaya yer vermesine karşın National Geographic dergilerinin basın fotoğrafçılığının hayat bulduğu yayınlar olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

Bir bölümüyle birlikte çalışma olanağı bulduğum son 30 yılın önemli basın fotoğrafçılarından kimilerini hatırlatmakta yarar var: Abdurrahman Antakyalı, Abdurrahman Gök, Alaaddin Savaş, Ali Öz, Ali Ünal, Aytunç Akad, Bikem Ekberzade, Burak Kara, Burhan Özbilici, Bülent Kılıç, Bülent Uzun, Cevahir Buğu, Çağrı Kılıççı, Ercan Arslan, Eren Aytuğ, Erhan Sevenler, Erzade Ertem, Enis Tayman, Fatih Pınar, Fatih Sarıbaş, Ferhat Atalay, Ferhat Arslan, Gürcan Öztürk, Hatice Tuncer, Hüsamettin Bahçe, İlhami Yıldırım, İlker Akgüngör, Kadir Aktay, Kemal Nuraydın, Kerem Uzel, Kutup Dalgakıran, Kürşat Bayhan, Mehmet Kaçmaz, Mehtap Yücel, Muhsin Akgün, Murad Sezer, Mustafa Özer, Muzaffer Sağlam, Nurdan Sözgen, Rıza Özel, Saner Şen, Sebati Karakurt, Sedat Aral, Sedat Suna, Selahattin Sevi, Serra Akcan, Sinan Çakmak, Şebnem Eraş, Şefik Dinç, Tijen Burultay, Tolga Bozoğlu, Tolga Sezgin, Tuncay Dersinlioğlu, Ubeydullah Hakan, Ümit Bektaş, Vedat Yenerer, Vedat Arık, Yıldırım İncealemdaroğlu…

Ahmet Şık’ın adını burada ayrıca anmak istiyorum. Dergimizin kapağında bir fotoğrafının detayı bulunan Ahmet Şık, biliyorsunuz kaleme aldığı, yayımlanmamış kitabından ötürü, yargılanmaksızın, suçlama dayanakları açıklanmadan, kendini savunma şansı bulamadan altı aydır tutuklu durumda. Türkiye’deki basın fotoğrafçılığının ve haberciliğin en önemli isimlerinden biri olan Şık, uzun yıllardır toplumsal olaylarda fotoğraf makinesini hakları ihlal edilenlerden yana kullanmıştı. Bu süreçte birçok kez polis şiddetine uğramış, tehdit edilmiş, politik telkinlerle işsiz bırakılmıştı. Benzer durumdaki onlarca gazetecinin bitmek bilmeyen tutukluluk süreçleri gibi Ahmet Şık’ın tutukluluğu da onu dönemine uzak tutmak amacı güdüyor belli ki. İtiraz edenlerin, muhaliflerin sesleri, sözleri ve üretecekleri görüntüler adalet duygusunu yerle bir etmek pahasına yokedilmeye çalışılıyor. Ancak olmayacak duaya amin demek gibi bir şey bu. Bu yüzden şu sloganı seviyorum: “Ahmet çıkacak, yine yazacak, yine çekecek!” Devran dönüyor çünkü…

YENİDEN DOĞUŞ, AMA…
İlginçtir ki, basın fotoğrafçılığının mesleki olarak kabul görmesine nasıl matbaa tekniklerindeki gelişmeler katkıda bulunduysa, komadan çıkmasına da bu kez başka bir iletişim kanalının gelişimi katkı sağladı. 90’lı yılların başından itibaren internetin hayatımıza girmesi, kötü kokular yayan geleneksel medyanın değişim sürecini tetikledi. Önceleri basın fotoğrafçılığı için bu gelişmenin de tehdit oluşturacağı öne sürüldüyse de tersine gün geçtikçe fotoğrafın önünü açan bir mecranın hayat bulduğu anlaşıldı. İnternet üzerinden habere ulaşmak dünya üzerindeki pek çok toplumda hızla kabul gördü. Basın fotoğrafçılığı yıllar içerisinde güç kaybetmiş, etkisini yitirmişti ancak gelişmeler şimdi internet ile birlikte ikinci baharını yaşayacağını müjdeliyordu.

Hiç kuşkusuz ki eski günlerdeki devam edilemezdi. Bu umut edilen fakat beklenmedik canlanmanın farklı motivasyonları olmalıydı.  VII Ajansı’ndan editör Stephen Mayes çağrısı da bu yöndeydi: “Müzik videolarıyla büyümüş bir nesil için fotojurnalizm eski, çok eski, gösterdiği mevzunun ciddiyetinden uzak, sadece işin stiline hitap eden bir şey. Fotojurnalistlerin bu dünyada kendi durdukları yeri dikkate alıp bu yeni farkındalığı kendi dünya tahayyüllerine yedirmeleri ve bu şekilde çağdaş izleyiciyle bağ kurmaları lazım.”

İletişim kanalları çok daha genişlemiş, hızlanmıştı artık. Değer sistemleri yeniden tarif edilmeye çoktan başlanmıştı. Sadece basın fotoğrafı değildi değişim rüzgârlarıyla savrulan; külliyen medya değişiyordu. Liberal dünya düzeni, basın emekçisinin, basın fotoğrafçısının altın yıllarda elde ettiği her türlü olanağı bir anda yok etmişti etmesine ama bir yandan da teknoloji, farklı ve yeni olanaklar ortaya çıkarmıştı. Yerelden dünyaya açılmak hiç olmadığı kadar kolaylaştı. Dev medya tröstleri ile anarşizan bir üslupta rekabet şansı doğdu. Muhalif duruşunu korumayı önemseyenler için alternatifler çoğaldı. İnternet, geleneksel medyaya, TV’den sonra ikinci ve bu kez yıkıcı olan darbeyi vurmuştu bir kere. Günümüzde, basılı yayınların hangi ülkede, en geç hangi tarihte ortadan kalkacağı tahmin edilmeye çalışılırken, gazetelerin bir kısmının basılı versiyonlarına son vermeye başladığına da tanıklık ediyoruz.

Basın fotoğrafçıları bu çok yönlü değişim çizgisine ayak uydurmak zorundalar. Bunun için küçük gruplar halinde birleşip, irili ufaklı yepyeni ajanslar kuruyorlar. Durdukları yerden algıladıkları dünyanın görsel karşılıklarını üretiyorlar. Hâlâ rekabet şansları düşük ancak imkânsız olmadığının farkındalar. Ülkemizde değilse de dünya üzerindeki pek çok fotoğrafçı artık sadece gösteren, ifşa eden, aynadan yansıtılan fotoğrafların devrinin kapandığını, anlamak ve anlatabilmek için bunun yetersiz olduğunu ayrımsamış durumda. Sadece gözleriyle gördüklerini değil, hissettiklerini de fotoğrafa yerleştiriyorlar. Muğlaklık yaratmak için değil, mutlaklığa karşı durmak için yeni yollar deniyorlar. Farklı iletişim kanallarını iç içe geçirip, sözlerini görsel dilin tüm olanaklarını devreye sokarak güçlendiriyor, hareketli görüntüleri, sesleri ve durağan görüntüleri bir bütün haline getiriyorlar. Üstelik bu yeni anlatı oluşturma yöntemi ile çağdaş insanın beklentilerini karşılamak da, onu anlatıya yeniden kulak vermeye sevketmek de geçmişe oranla daha mümkün görünüyor.

BASIN FOTOĞRAFININ SORUNLAR SİLSİLESİ
Bazı şeylerin değişmeye başladığı bir gerçek. Öte yandan her değişimin olumlu olmayabileceğini gösteren durumlar da az değil doğrusu. Özellikle basın sektöründeki çoğu emekçinin durumu gibi basın fotoğrafçıları da her geçen gün daha fazla iş güvencesinden yoksun hale geliyorlar. Haklarını savunmak ve korumaktan aciz, örgütsüz, kendi aralarında iletişimsiz; adeta kadere boyun eğmiş bir görüntü veriyorlar. Değişen medya, bir tek emek sömürüsü konusunda değişmiyor; kendiliğinden değişmeyecek de. Derginin ilerleyen sayfalarında yer alan ve esasen ABD’li basın fotoğrafçılarına yönelik olarak hazırlanmış güvenlik rehberini okuduğumuzda Türkiye’deki basın fotoğrafçılarının durumunu daha iyi kavrayacağımızı düşünüyorum. İş güvenliği ve güvenlik eğitimi konusundaki satırları okuduğunuzda, ülkemizdeki foto-muhabirlerin ne kadar uzağındaki meselelerin konuşulduğunu görüp şaşıracaksınız.

Güvenlik eğitimi diyorum ama daha da öncesinde mesleki eğitim mevzuuna eğilmek gerekiyor. Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı bilemiyorum; tahminimce Türkiye’deki basın fotoğrafçılarının çok çok az bir bölümü mesleki eğitim almış olmalı. İletişim fakültelerinde ve fotoğrafçılık bölümlerinde beş-on saatle geçiştirilen basın fotoğrafçılığı halen akademik düzeyde ele alınmıyor ülkemizde. Okullarda ya da piyasada fotoğraf tekniğini geliştiren foto-muhabirler, teorik alandaki kişisel gelişime uzak duruyorlar. Anadolu Ajansı gibi bazı kurumsal yapılarda meslek içi eğitimler zaman zaman verilse de bu eğitimlerin düzeyi tartışmaya açık. Son birkaç yıl içinde Sabah Gazetesi’nin bu yönde bir girişimi olduğundan haberdarım ancak gerçekleşip gerçekleşmediğini, gerçekleştirildiyse fotoğrafçılara hangi kapsamda bir eğitim verildiğini merak ediyorum. Zaman Gazetesi’nin fotoğraf kadrosundaki arkadaşlarımızın öncelikle kendi gayretleriyle kişisel gelişimi hızlandıracak etkinlikler içinde olduğunu da biliyorum. Bunlar olumlu girişimler, fakat onlarca, yüzlerce foto-muhabirinin çalıştığı bir piyasada ancak münferit vakalar olarak görülebilirler ve yaygınlaşmasının önünü açacak kurumsal organizasyonların bir an önce hayata geçirilmesi gerekir.

Batı medyasından farklı olarak Türkiye’deki gazete ve dergi kadrolarında değer bakımından muhabirlerden sonra gelen basın fotoğrafçıları bu makûs talihi değiştirmek için harekete geçmekte gecikiyorlar. Bu can acıtıcı gerçeğin geçmişte kalabilmesi elbette mümkün… Eğitim sisteminin değiştirilmesi, meslek içi eğitimlerin hayata geçirilmesi konusunda istekli ve ısrarcı olması gerekiyor fotoğrafçıların.

Magazin fotoğrafçılığından spor fotoğrafçılığına, röportaj fotoğrafçılığından toplumsal olay fotoğrafçılığına oldukça geniş bir tecrübe alanında fotoğraf makinelerini kullanan basın fotoğrafçıları hem sosyal risklerin, hem de kişisel risklerin ayrımında olmak durumunda. Diğer gazeteciler gibi ve hatta bazen daha da fazla bir farkındalık gerekiyor. Haber başlıkları ve resimaltlarıyla beraber en çok takip edilen bölümleri oluşturma görevini almış oldukları unutulmamalı. Haberi okuma sürecinin haberin başlığı ve fotoğrafın etkisiyle başladığı düşünülürse basın fotoğrafçısının belirleyiciliği de açığa çıkar. Bu kritik noktadaki fotoğrafçıların sadece çalıştıkları gazetenin politik yaklaşımına paralel sorumluluk üstlenmeleri gerektiği öne sürülemez. Basın fotoğrafçılığında esas olan toplumsal sorumluluktur. Bazen bu ikisi birbiriyle çelişir ve kişisel tavrın niteliği ile fotoğraflar anlam kazanır. Kimi fotoğrafçılar kraldan yana kullanır makinelerini, kimi fotoğrafçılar ise kralı da, soytarılarını da kızdırır. Bilinç, basın fotoğrafının atar damarıdır. Göz görür, bilinç ayırt eder; gördüklerinin arasından gösterilecek olanı bulup çıkartan bilinçtir. Basın fotoğrafçısı bu nedenle politik bir kişiliktir. Apolitik olması sözkonusu değildir. Politik körlük ile fotoğrafçılığın yan yana durması dünyadaki en ironik duruşlardan biri olabilir ancak. Ne yazık ki tüccar gazete patronlarının ve yönetimlerinin en sevdiği tipleme bu tür basın fotoğrafçılarıdır ve bu da haber fotoğrafının çoğu zaman soluksuz kalmasındaki temel sebeplerden biridir.

Politikacılarla dirsek temasında duran, özlük hakları konusunda kıpırtısız örgütlenme parodilerinin yerine sahiplenici, yapıcı, üretken ve mücadeleci gerçek birlikteliklerin oluşmadığı; çekilegelen fotoğrafların ne anlama geldiğini sorgulamayıp akan hayattan röprodüksiyonların üretilmeye devam edildiği; editörlük müessesinin etkin bir görev alanı olarak benimsenmediği; iş güvencesine sahip olmadan, iş güvenliği sağlanmadan uzun yıllar boyu sigortasız çalışılan ve bir de telif haklarının yağmalanmasına göz yumulduğu bir manzaradan toplumları uyaran, sarsan, anıtsal fotoğraflar çıkmasını bekleyebilir miyiz?

Bir de tartışmaya açılması gereken şu konu var: Türkiye’de basın fotoğrafçılarının rutin iş üretimlerinin dışında kişisel çalışmalar ortaya koyamamaları. Bu, mesleki gelişim bakımından en büyük eksiklik. Öylesine az sayıda fotoğrafçı var ki bunu yapan… Durum böyle olunca basın fotoğrafçılarının hayata bakışlarını ortaya koyabilecekleri, toplumsal yapının devinimine katkıda bulunabilecekleri bir alan boş bırakılmış oluyor. Çalışma saatlerinin uzunluğu, ekonomik dezavantajlar ve üretilebilecek çalışmaların yayın olanağı bulamayacağına ilişkin yaygın inanış ve bu konudaki girişim azlığı fotoğrafçıların etkinliğini sınırlandırıyor olmalı. Ancak bu döngüyü kırmaya yeltenen çıkışların olmaması da düşündürücü.

Aynı konunun bir uzantısı olarak, Türkiye’de basınında çalışan fotoğrafçıların coğrafi sınırları aşmadaki isteksizliklerini de konuşmak gerekiyor. Ani gelişmeler dışında bölgemizde bulunan ülkelere ilişkin fotoğraf çalışmalarının da oldukça az sayıda gerçekleştiğini biliyoruz. Yine zaman sorunu, yine ekonomik durum, yine medyanın bu tür üretimlere karşı ilgisizliği dile getirilebilir. Ne var ki dünya üzerindeki birçok fotoğrafçı da aynı sorunlarla boğuşuyor ve bu sorunlara kişisel çözümler üretebiliyor. Bu noktada topu başkasına atmak bir tür kolaycılık sinyali olmasın sakın?

OLASILIKLAR DÜNYASI
Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi’nde iki yıldır basın fotoğrafçılığı seminerlerine katılan foto-muhabir adaylarına daha ilk günden itibaren söylediğimiz bir söz var: “Ufkunuzu geniş tutun, mesleki yeterliliğinizi yerel standartlarla test etmeyin. Günümüz dünyasında herkes sınırları aşmak için artık yeterli olanaklara sahip. Olasılıklar dünyasında bu sınırlar Kars’tan başlayıp, Edirne’de bitmiyor. Kişisel gelişiminizi bunu göz önünde tutarak sürdürün.”

Bu sözün bir uzantısı olarak ağustos ayı sonunda Fransa’ya doğru yola çıkan genç arkadaşlarımız, uluslararası basın fotoğrafçılığı festivali Visa Pour L’Image Perpignan 2011’e katılacaklar. Yanlarındaki portfolyolarını, dünyanın dört bir yanından gelen basın fotoğrafçıları ile paylaşmanın yollarını arayacak, kendi gelecekleri için önemli olabilecek ilişkiler kuracaklar. Eğitim dönemleri boyunca eğitmen-öğrenci ilişkisi içinde tanıştıkları birçok yerli, yabancı basın fotoğrafçısı ile bu kez usta-çırak ilişkisi içinde ama asıl önemlisi meslektaş olarak bir araya gelecekler.

Yazı yazmaktan korkmayan; fotoğraflarını seçebilir, işleyebilir, sıralayabilir olmanın güvenini taşıyan; çağdaş sunum biçimlerinden multimedyaları üretebilir olmanın rekabetçi ortamdaki değerini bilen; yaşadıklara hayata karşı sorumluluklarının farkında, etik değerlere bağlı, haklarının bilincinde genç birer foto-muhabiri adayı olarak ilk büyük tecrübelerini edinecek arkadaşlarımız.

Sonrasını içlerindeki tutkunun düzeyi belirleyecek. Bu mesleğin ancak iflah olmaz bir tutkuyla sürdürülebileceğinin farkında olduklarını umuyorum. Ancak tutkunun tek başına yetersiz kalacağını bilmeleri gerekiyor. Değişim içindeki medyada varolabilmek teknik niteliğin yüksekliğine, düşünsel gelişmişliğe bağlı. Ve şunu da bildiklerini umuyorum: Yaygın söylemi ile “ana akım medya” basın fotoğrafçılarının önündeki tek olasılık değil artık. Her ne kadar dünya kollarını açmış onları beklemiyorsa da varolmanın başka türlü biçimlerini yeniden keşfetmek hiç de imkânsız değil.

Yücel Tunca - 2011
(Fotoğrafsız-Fotoğraf Üzerine Düşünce Dergisi'nin Basın Fotoğrafçılığı temalı üçüncü sayısının editör yazısı olarak yazılmıştır.)

Yorumlar

Çok Okunanlar