Fotoğraf ve Sorumluluk / Yücel Tunca: “Fotoğraf tehlikelidir, fotoğrafçı saldırgandır”


SöyleşiElif Yaşar

Fotoğrafçılığı, kolay yargı üretilebilecek bir alan olarak görmüyorum. Fotoğraf ve sorumluluk konusu ise kendi içinde farklılıklar gösteriyor. Konumuzu etiğin bir parçası olarak ele alırsak en azından sınırlarımızı belirlemiş oluruz. Brezilyalı sosyal belgesel fotoğrafçısı ve foto muhabiri Sebastiao Salgado, fotoğrafın tehlikesiz bir şey olduğunu ileri sürer. Fotoğraf ve sorumlulukla ilgili tartışmalarda bu sözü hatırlatıp, Salgado’nun aksine, fotoğrafın tehlikeli bir şey olduğunu ifade etmeye çalışırım.

Fotoğrafı ‘tehlikesiz’ olarak addetmek onu sadece iki boyutlu, plastik bir yüzey olarak algıladığınızda mümkün olabilir. Oysa fotoğraf, sosyal bir konu içermese dahi içinde barındırdığı göstergelerle hayata müdahale eder. Fotoğrafı üreten kişinin ve fotoğrafın ortaya çıktığı mecranın ideolojik bir arka planı mutlaka vardır. Bu durum, ideolojilerin tehlikeli olduğu anlamına gelmemekle birlikte toplumların manipüle edilmesine zemin hazırlayabileceği gerçeğini görmemizi sağlar.

Bilinçli manipülasyonların dışında kimi zaman ‘saflıkla’ yapıldığını söyleyebileceğimiz manipülasyonlarla da karşılaşabiliyoruz. Elbette, asıl mevzu saflık değil. Düşüncesizce, kafa yormadan, hatta belki de farkında olmadan hareket ederek etik sorunlar oluşturabiliyoruz. Başka insanların ideolojik doğrularına tezat oluşturan bir fotoğrafın çok tehlikeli bir araç haline gelebildiğini görüyoruz ki bu noktada fotoğraf ve sorumluluk meselesi devreye giriyor.

Fotoğraf ve yarattığı etkiler hepimizin hayatında bir yerlere dokunuyor. Eline makinesini alıp yalnızca güzel zaman geçirmek üzere yola çıkan bir fotoğrafçı bile atacağı tüm adımları hesaplamak zorunda. Çünkü fotoğraf çekmek başlı başına bir sorumluluk durumudur.

Fotoğraf çeken kişinin sorumluluğunu farklı basamaklarda değerlendirebiliriz: Fotoğrafçının birey olarak kendine karşı sorumluluğu, fotoğrafladığı insanlara karşı sorumluluğu, fotoğraflarını paylaştığı insanlara karşı sorumluluğu ve son olarak da fotoğrafların yayımlandığı mecralara karşı sorumluluğu. Bu basamakları göz ardı ederek fotoğraf çeken bir insanı ‘tehlikeli’ kabul etmek gayet mümkün.

Birileri bize “Siyaha çok yaklaştın!” diye seslenebilir
Kiminin yaşamında gri alanlar çok geniştir ve oralarda dolaşır. Kimi içinse siyah-beyaz alanlar daha nettir, dışına çıkmaz. Bazen gri alanlarda gezindiğimizi düşünürken birileri bize “Siyaha çok yaklaştın!” diye seslenebilir. Farkında olmadan alışkanlıklarımıza kapılmışızdır, süregelen tepkisizlik zamanla doğrumuz haline gelmiştir. Bir hatırlatıcımızın olması durduğumuz alanlardaki varlığımızı yeniden gözden geçirmemizin en büyük yardımcısıdır. Değişik fikirler ve tartışmalar farkında olmadığımız gerçekleri yüzümüze vururken aynı zamanda farkındalık yaratır.

Deniz kenarında bir balıkçının, Taksim Meydanı’nda bir çiftin, eylemde bir çocuğun fotoğrafını çektiğimizi düşünelim. Ya da yoksulluğa dikkat çekmek için hazırlanmış bir fotoğraf yarışmasına gidelim. Sormamız gereken önemli bir soru şudur: “Karşısına çıktığımız insanların hayatlarına nasıl bir müdahalede bulunuyoruz? Müdahalemiz, fotoğrafımıza konu olan insanların hayatlarında olumsuz gelişmelere neden oluyor mu?”

Başkalarının hayatları üzerinde oluşturabileceğimiz olası negatif değişiklikler fotoğrafta durmamız gereken alanları belirliyor. Çizilen sınırları sansür/otosansür olarak değerlendirecek kişiler çıkabilir. Söz ettiğimiz katiyen sansür değil, sadece haddini bilme meselesidir.

Galata Fotoğrafhanesi’ndeki daha ilk derste, temel fotoğraf ilkelerini anlatırken “Fotoğrafçı saldırgandır” biçiminde provakatif bir giriş yapmayı bir sorumluluk olarak görüyorum. Fotoğraflarını çektiğimiz insanlar çoğu zaman karşımızda çaresizler. Kaçımız fotoğrafını çektiğimiz insanları tanıyor ve onların fotoğraflarını sergilerken onları da davet ediyor? Hatta aralarından kaçı fotoğraflarının çekildiğinden haberdar? Başka insanların görüntülerini kaydettiğimiz, hayatlarının bir parçasını da olsa rızalarını almadan dolaşıma soktuğumuz, fotoğraflarından oluşan izinsiz sergiler düzenlediğimiz için saldırganız.

Dört haftalık bir eğitimin sonunda elinizde tuttuğunuz makineyi bir şekilde kullanmayı öğreniyorsunuz. Ve kendinizi “fotoğrafçı” olarak tanımlayabiliyorsunuz. İçimizdeki saldırganı açığa çıkarmadan önce ve hatta diyaframı, enstantaneyi öğrenmeden önce fotoğrafını çekeceğimiz insanların karşınızdaki pozisyonumuzu düşünmemizi öneririm. Onların karşısındaki duruşumuzu sorgulamamızı da öneririm. Bırakın, endişeler elinizi biraz olsun kilitlesin. Evet, çok rahat basmayalım deklanşöre. Başkalarının hayatlarıyla kesişen noktalar kolay tüketilebilir, aleniyete kavuşturulabilir alanlar olarak görülemez. “Tartışmalar sonunda fotoğraf çekemeyecek hale geldik” diye hayıflanmak yerine defalarca düşünmeli ve yeniden tartışmalıyız. Aynada kendimize karşı ya da sokaktaki insanın karşısında “engelleniyoruz” duygusuna kapılsak da aynı tavrı sürdürmeliyiz.

Bir iyileşme hali olarak fotoğraf
Fotoğraf, insanın kendini iyileştirme biçimlerinden biridir aynı zamanda. Günlük hayatın akışını düşünelim. Bu sıkışmışlık içerisinde fotoğraf çekmek anlık bir nefes alma, ferahlama yaratmıyor mu? Nefes almaya çalışırken başkalarının yaşam sınırlarına giriyoruz ve dolaylarındaki nesnelere işaret ediyoruz. Peki, dahil olduğumuz yapıyı bozmaya hakkımız var mı? Meselem, bir fotoğraf etiği karakolu kurmak değil elbette. Fotoğrafçıları ortak bir fotoğraf bilincine çağırmanın anlamsızlığının da farkındayım. Çünkü herkes kendi bilincine tutunarak bulunduğu noktaya geliyor ve kendi tuttuğu yolun uzantısı olarak bir fotoğraf bilinci geliştiriyor. Meselem, kişilik haklarına saygı, ifade özgürlüğü gibi birtakım evrensel değerlerde ve temel haklarda uzlaşmayı başarabilmektir. Ortak bir zemin oluşturulduktan sonra nasılsa farklı duruşlar kendini gösterecektir.

Bir fotoğraftaki her şeyi tümüyle güzelmiş gibi göstermek gibi tümüyle olumsuzlukları sergilemek de bir tür manipülasyondur. Başarı, hayata dair tüm nüveleri taşıyan bir sonuca ulaştığınızda, heterojenliği ortaya çıkardığınızda gelir ki sorumluluk da buna yakın bir yerdedir.

Yıllar içerisinde dünyada yaşanan değişimleri içselleştiriyoruz. Örneğin, fotoğraf dünyasının önemli bir kısmı uzun yıllar yalnızca gezi fotoğraflarıyla ilgilendi. Zamanla hayata karşı sorumluluklar öne çıkmaya başladı ve bu defa da belgesel fotoğrafçılığı ağırlık kazandı. Sonrasında yine bir değişim rüzgarına kapılacağız. Bu arada, fotoğrafçıları mutlaka sosyal alanlarda fotoğraf üretmesi gereken insanlar olarak tanımlamadığımı belirtmek isterim. Sosyal konulara yeni sorular sorup cevaplar aramak insani bir görev olarak görülse de, bir fotoğrafçının asli görevi olmak zorunda değil. Fotoğrafın doğasında keyif verecek güzellemeler yapmak da var. Gezdiğimiz kırları, dağları, gördüğümüz börtü böceği fotoğraflamayı da isteyebiliriz. Her koşulda unutulmaması gereken ne yaptığımızın farkında olmamız.

Fotoğrafçı dert edindiği alanlar üzerinde çalışmalıdır
Hissetmediğiniz bir konunun fotoğrafının üretimine başlıyorsanız adı, meta yaratma çabası olarak kalır. Günün sosyal, politik, ekonomik ve sanatsal değerleri üzerinden kendinize yeni bir alan açma uğraşı olur bu. Çok izlenebilir, satılabilir bir iş üretmiş olsanız dahi hiçbiri aradığımız kavramın karşılığı değil. Bir fotoğrafçı gerçekten dert edindiği alanlar üzerinde çalışmalı. Fotoğraflayacağı konuyu bir yaşam biçimi alanı olarak görüp, hissedip üretmeli. Öyle ki hissetmediğiniz hiçbir şeyin fotoğrafını çekmemelisiniz bile diyebilirim.

Murat Germen belgesel fotoğrafçılarına şöyle seslenir: “Mademki sosyal belgeselciliği bu kadar yüce duygularla yapıyoruz, o halde fotoğraflarımızın altına imza atmaktan vazgeçelim. Fotoğraflarımızı anonimleştirelim. Hatta fotoğraf çekmeyi azaltalım, fiilen dahil olarak sosyal yardım örgütlerinde çalışalım.” Söylediklerinin, kabul edilmesi zor bir teklif olduğunu düşünüyorum. Öte yandan ayda 30 dolar kazanan bir insanın fotoğrafından 300 bin dolar kazanmaya başlayan bir fotoğrafçıyla ilgili uyanan soru işaretlerine nasıl cevap vereceğiz?

Fotoğraf bir duygu ve bilinç paylaşımıdır. Üç tarafın da (fotoğraflanan, fotoğraflayan, izleyici) birbirinden alıp verebileceği bir şeyler var. O halde fotoğrafını çekmek istediğimiz insanlarla müşterek noktalar oluşturmalıyız. Kurduğumuz iletişim kadar güçlü fotoğraflar çıkarabiliriz ortaya. Fotoğrafın renginden, kullandığımız objektife kadar ortamın hislerini görüntü düzlemine taşımalıyız. Karşımızdakinin bir “malzeme” olmadığını, yaşadığı yerin ise bir “plato” olmadığını daha baştan kabul etmeliyiz. Bizim için en çok gerekli olanı, yani samimiyeti yakalamayı hedeflemeliyiz.

Yorumlar

Çok Okunanlar