Yücel Tunca ile Söyleşi

12 Eylül Cuntası sonrası ilk 1 Mayıs kutlaması, Emek Sineması, 1987


Söyleşi: Arzu Aybat Yaşar

AAY: Siz fotoğrafa hangi yıl başladınız ve o dönemde, Türkiye’de nasıl bir fotoğraf ortamı vardı? Genel bir panorama çizebilir misiniz?

YT: 1985 yılı, İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda fotoğraf öğrenmeye başladığım yıldı. Hemen daha o seneden itibaren o dönemin dergilerinde fotoğraf çekmeye başladım. Fotoğraf camiası hakkında hiçbir fikrim yoktu. Epey bir zaman boyunca da olmadı. Basın sektöründe çalışıyordum, herhangi bir fotoğraf derneğiyle ilişkim yoktu. Sadece üniversite ortamındaki fotoğraf kulübünde işler yapıyorduk. Türkiye’deki fotoğraf camiası ile ilk ilişkim, 1986 - 1987’de Cengiz Karlıova’nın Cağaloğlu’ndaki Diatek isimli stok fotoğraf ofisinde oldu. Orada çok yakın bir arkadaşım çalışmaya başlamıştı. Ben de gidip gelmeye ve kısa süreliğine de olsa yarı zamanlı çalışmaya başlamıştım. Basın dünyasının dışından fotoğrafçılarla ilk kez orada tanıştım.

1980’lerin sonuna hatta 1990’ların başına kadar, fotoğraf camiasıyla başkaca bir bağlantım olmadı. 1990 - 1991’den itibaren, bir iki gazeteci arkadaşımla beraber, çektiğimiz basın fotoğraflarıyla dia gösterileri yapmaya başlamıştık. Bu fotoğrafları sendika merkezlerinde de gösteriyorduk. İFSAK’tan davet olduğunda da orada gösteriyorduk. Muammer Yanmaz, Nurdan Sözgen, Kadir Aktay, Mehtap Yücel, Kutup Dalgakıran ile birlikte Onyx adında bir fotoğraf kolektifi kurduk. Ortak projeler üretmeye çabaladık. Hepimiz basın fotoğrafçısıydık. Uluslararası alanda basın fotoğrafçılığı tecrübemiz olabilir mi düşüncesiyle üretirken, ortaya çıkarttığımız ilk ortak işleri derneklerde de göstermeye başladık. Derneklerle böyle bir ilişkilenme oldu. Fakat o derneklere girmek ve oralarda fotoğraf üretmek gibi bir heyecanımız oluşmadı.

Türkiye’de toplumsal gündem 1990’dan itibaren iyice yükseldi. 1990’ların ortasına kadar fotoğrafın bağımsız alanında çalışmalar yapmadık. Daha çok gazetelerde siyasi alanda fotoğrafçılık yaptık. Ardından 1995-1996’da askere gittim. Dönüşümde Evrensel Gazetesi’nde çalışmaya başladığımda, bir röportaj için Piya Kültür Evi’ne gittim. O röportajın bitiminde de onlara katıldım. Röportaj sırasında duyduklarım beni oldukça etkilemişti. Bir yayın evi, bir kafe ve aslen bir tür komündü orası. Kısa zaman içinde binanın katlarından birini fotoğraf atölyesine çevirdik, bir de karanlık oda kurduk. Orada çalışmaya başladık. O dönemde İstanbul Saydam Günleri doğdu. Gazetecilikten yakın arkadaşım Fethi İzan ile tasarladık işleri. Beyoğlu’nda farklı mekânlarda 1996’dan itibaren İstanbul Saydam Günleri’ni yapmaya başladık. On yıl boyunca düzenli olarak yaptığımız Saydam Günleri’yle beraber, fotoğraf camiasıyla ilişkim yoğun biçimde başlamış oldu. Fotoğrafçılığa başlamamın onuncu senesiydi. O zamana kadar bir bağlantım ve bağlantıyı kuracak bir motivasyonum hiç olmadı. Neler var sadece arada? AKM’de Şahin Kaygun sergisi seyretmek gibi heyecanlar var.

AAY: Sizin bahsettiğiniz fotoğrafa başlama döneminizde 12 Eylül’ün etkileri de azalmıştı. Sendikalar yeniden açılmış, öğrenci hareketleri kurulmaya başlamıştı. Siz de basında çalışırken işçi örgütlenmeleriyle, sendikalarla ilişkilendiniz mi?

YT: 1991’de Güneş Gazetesi’nde çalışırken, orada sendika vardı. Biz de sendikaya girdik. Güneş Gazetesi’nin de, sendikanın oradaki hayatı da çok kısa sürdü. Sendikayla ilişki anlamında en kötü deneyimi yaşadık o kısa sürede. İşten çıkarma dalgasında yaklaşık 100 kişinin işten çıkartılacağını duyunca, çalışanlar olarak sendikayı eyleme davet ettik. Sendika temsilcisi Merdan Yanardağ, Zonguldak’a başka bir işçi eylemini takip etmek üzere gitmişti. “Ben dönmeden hiçbir şey yapmayın sakın” dedi. O gelene kadar bekleyecek bir durum olmadığını söylediğimizde de “sendika yetkilisi benim, kararları biz üretiriz, kararlarımıza uyacaksınız” dedi.

Onlar Zonguldak’tan dönmeden 100 arkadaşımız işten çıkartıldı. Bunun üzerine biz kendi kafamıza göre bir istifa kampanyası açtık ve küçük bir grup insan istifa ettik o 100 kişiyle beraber. Buna karşı sendika hiçbir şey yapmamakla beraber, bir hafta sonra sendika temsilcisi olan grup gazetenin yönetimine geçti. Yayın yönetmeni oldular, haber müdürü oldular…

AAY: Siz sendika ile bağınız süresince, oraya fotoğraf anlamında bir desteğiniz de oldu mu?

YT: Çok oldu. O dönem zaten Fethi İzan, Nurdan Sözgen ve ben sürekli toplumsal gündemde çektiğimiz fotoğraflardan, “çalışan insan”, “emek”, “eylem” gibi seriler oluşturup, sendikaları gezerek onların ofislerinde işçilere dia gösterileri yapıyorduk.

AAY: Bu bir yandan da 1970’lerdeki ortama bakarak, o atmosferi yeniden canlandırmaya dair bir durum mu?

YT: Aslında hiç bilmediğimiz, tekrarlıyormuş duygusuyla değil de o dönemde yapılması gereken ve yapmak istediğimiz bir şey olarak yapıyorduk.

AAY: Yani 1970’e dönük bir örnek alma durumu olmadı.

YT: Ancak sözel bir aktarım mümkün olabilirdi. Bunun yazılı olarak aktarımını sağlayacak herhangi bir yayın kalmamıştı ortalıkta. Ancak bu işleri daha önceden yapıyor olan insanlarla daha önceden tanışıyor olacaktık ki, onlardan bilgi alabilelim, deneyimlerini duyabilelim... Açıkçası bizden önceki kuşağın basın fotoğrafçılarından da, Kadir Can’dan, Ender Erkek’ten öyle bir aktarım olmadı. Bizim de politik alanda çalışan diğer fotoğrafçılarla bağımız olmadığı için, orada el yordamıyla yeniden keşfetme ve bir şeyler yapma hâli vardı.

AAY: Basında çalıştığınız süreçte, kişisel olarak ürettiğiniz fotoğraf işleri de oldu mu yoksa sadece basın için mi fotoğraf üretiyordunuz?



YT: Sadece basına iş üretiyordum fakat ürettiğimiz bütün işleri tekrar işleyip başka bir şekle çeviriyorduk. Sonradan baktığımda ilginç buluyorum. Mesela o dönemde yaptığım ve çok yerde gösterilen, 30 dakikalık, 300 civarı dia pozitiften oluşan 3 bölümlük bir gösterim var: “Bir Jurnalcinin Anıları”. Bir gazeteci, bir bölümde moda dünyasını takip ediyor, ikinci bölümde askerlerin eziyet ettiği bir Kürt köyüne gitmeye çalışırken yolda kaybolup ‘trekker’ların peşine takılıyor, üçüncü bölümde şiddet dolu toplumsal gündem içinde olaydan olaya koşarken vuruluyor…

AAY: Dönemin fotoğrafçılarının çalışma alanlarıyla ilgili de eleştirel bir tavır sergiliyor sanırım…


YT: Evet, öyle bir işti. Bahadır Baruter aralara bölüm başlıklarını oluşturan karikatürler çizmişti. Çünkü hep bir editörün iş verme süreciyle yola çıkıyordu gazeteci. O durum karikatürlerle anlatılıyordu ve gösteri 1990’ların başında toplumsal muhalefetin yükseldiği, sokaklarda eylemliliklerin arttığı, faili meçhul cinayetlerin arttığı dönemin fotoğraflarıyla da bitiyordu. Gösteriyi, gazetecilere yönelik şiddetin ve gazeteci eylemlerinin fotoğraflarıyla bitirmiştim. Dolayısıyla, aslında parça parça günlük haber takibinde ya da dergiler için foto röportaj tarzında ürettiğim fotoğraflardan bir harmanlama yapıp dia gösterisine çevirmiştim.

AAY: Gösterimini nerede yaptınız?

YT: Mesela her sene yapılan Galatasaray Lisesi şenliğine davet edildim, orada gösterildi. İFSAK’ta gösterdik. Mezopotamya Kültür Merkezi’nde, Cerrahpaşa Tıp’taki Fotoğraf Kulübü ve bizim İletişim Fakültesi’nin Fotoğraf Kulübü gibi öğrenci derneklerinde… Daha birçok yerden çağrılmıştım.
  
AAY: Sizin gibi muhalif tavırlı basın fotoğrafçılarından başka bu tip iş üreten, kendi bağımsız işlerini çalışanlar var mıydı?

YT: O dönemde yani 1990’ların başında Nurdan Sözgen, Fethi İzan, Alaaddin Savaş, Mehtap Yücel, Kutup Dalgakıran da vardı.

AAY: O dönem sansür de gündemde miydi? Bu tip işlerde 1980’lerin sonunda da AFSAD’ın sempozyumlarından okuduğum kadarıyla bir takım engellemelerle karşılaşılıyordu. Boğaz Köprüsü’nün inşaatı sırasında olsun, daha başka toplumsal konularda olsun fotoğraf çekmeye gidildiğinde izin verilmediğini söyleyenler var. Siz de bu süreçte sansüre maruz kaldığınız durumlar yaşadınız mı?

YT: 1980’lerin sonuna doğru gelinen noktada, belki bugünlerde bile o kadar fazla hissedilmeyen bir durum var. Toplumsal bir olaya gittiğinizde, sol muhalefetin de polisin de hedefi oluyorduk. Polis gazeteci olduğumuz için bize tepki gösteriyordu. Akif Dalcı’nın cenazesinde polis herkesi feci şekilde dövmüş, yoğun bir şiddet uygulamıştı ki bence bugüne kadar özellikle basın çalışanlarına yapılan en büyük saldırıydı. Bir yandan da herhangi bir cenaze töreni ya da protesto gösterisine gittiğimizde, bizi burjuva basını olmakla, olaylara gözünü kapatan gazeteciler olmakla suçlayıp, “bilmem ne basın, bunu da yazın” diye slogan atarak tepki gösteriyorlardı.

AAY: Sol muhalefet kendi içinde bu ayrımı, hangi basının neyi nasıl yansıttığının ayrımını yapamıyor muydu?


YT: Yapılamıyordu. Benim kurtarır tarafım sol muhalefet tarafından da tanınan Sokak Dergisi’nde çalışıyor olmamdı. Daha sonra Güneş Gazetesi her ne kadar sermaye gazetesi de olsa, 1990’ların başında muhalif tavrıyla bilinen bir gazeteydi. Dolayısıyla bu ikisinin kimliği, benim rahat çalışmamı sağlıyordu. Ama bu açığa çıkana kadar yine o tepkiler zorluyordu insanı.

AAY: Siz 1970’lerde ve 1980’lerin başında fotoğraf ile uğraşmıyor olmanıza rağmen, o dönemleri de sonradan okuyup izlemişsinizdir. 1980’lerdeki derneklerin ve yayınların içeriğini nasıl değerlendirebilirsiniz? 1970’lerdeki fotoğraf ile ilgili yayınların içeriklerinin, 12 Eylül sonrası yayınların içerikleriyle ayrıştığı bir nokta var mı?

YT: IFSAK’ı bilemiyorum ama AFSAD’ı bu anlamda daha fazla biliyorum diyebilirim. İFSAK’ın da 1980 sonrasını biraz biliyorum. Şu ayrım var: AFSAD’ın politik refleksleri daha güçlü ve belirgin bir dernek yapısı var. Ama 1980 sonrasında, özellikle ikinci yarısından 1990’a kadar, bayağı bir geri çekilme olduğunu görüyoruz. Bugünlere kadar devam eden, Türkiye fotoğrafçılığındaki politikayla fotoğrafı birbirinden ayrıştıran, fotoğrafı salt bir rehabilitasyon aracına dönüştüren tavrın kökenleri de orada yatıyor ve oradan gelişerek bu günlere geliyor gibi gözüküyor. Bu da bilinçli bir seçim… En azından o dönemdeki dernek yönetimlerinin bilinçli bir seçimidir.

AAY: 12 Eylül’ün öncesinde bir takım fotoğraf grupları yeni yeni kurulmaya başlıyor. Şahin Kaygun, Gülnur Sözmen’lerin bir FOTOS Grubu var. 1977’de AFSAD kuruluyor. 1980’den sonra tekrar açılan derneklerin bir araya geliş biçimleri ile 1970’lerdeki kurulma ve faaliyet biçimleri arasında nasıl bir farklılıktan bahsedebiliriz acaba?

YT: O dönemleri bizzat yaşamadığım için söyleyecek çok bir sözüm yok açıkçası.

AAY: Belgesel fotoğrafın toplumcu tarafı 12 Eylül sonrası kırılınca, bu alanda faaliyet gösteren fotoğrafçıların kendilerine aradıkları yollara dair gözleminiz oldu mu?

YT: 1990’ların ortasına kadar çok takip etmedim. Benim yine toplumsal belgeci alanda işler ürettiğini söyleyebileceğim fotoğrafçılar, basında çalışanlar. Kutup Dalgakıran’ın Ranza işi gibi işler. Bunlar daha çok bizim çevremizden çıkan işlerdi. Onun dışında bence hala memleketin önemli bir kısmında, belgesel fotoğraf dediğimizde anlaşılan şey, bir gemi yapım atölyesinde çalışan insanların, gemi omurgası iskeletinin etrafındaki grafik yerleşimlerinden üreyen bir fotoğraf biçimi. Üretimin ve emekçinin salt bir grafik unsur haline getirilerek gösterilmesi… Dolayısıyla yaşamdan kopmuş, anlatılan hikâyenin kendisi yaşamıyormuş gibi gözüken bir belgesel anlayış ağırlıktaydı. Bu çok uzun yıllar sürdü bence.

AAY: Bunun bugün de devam ettiğini düşünüyor musunuz?

YT: 2000’lere kadar devam etti bu anlayış. Bugün de kırılmakla beraber var tabii ki. Çok çeşitlendi artık. Problem, bunların Türkiye gibi bir yerde uzun süre tek bir kanal, tek bir fotoğraf hattı oluşturmasıydı. Örneğin gezi fotoğrafı tek kanal oluşturuyor, bunun dışındaki fotoğrafa yer yok. 1980 öncesinde Anadolu insanını keşfe çıkan naif halkçı bir fotoğrafçılık türü var; o yüzden Şahin Kaygun, toplumsal sorunlara yüz çeviren, bireysel işlerle uğraşan şımarık çocuk olarak küçümsenmiş. Hep böyle bir tek kanala doğru kapanma, farklı arayışları eleştirme refleksi var memleketin siyasi, sanatsal mayasında. Dolayısıyla belgesel fotoğrafta da 2000’lere kadar bu durum devam etti. Belgesel fotoğrafı daha çok ışık, grafik, kompozisyon düzenlemesi olarak ele alan bu anlayış 2000’lerde değişti.

AAY: 2000’den sonraki bu değişimin nedenlerini nasıl görüyorsunuz? Dijitalleşme sürecinin daha demokratik bir ortam yaratmasıyla, yani işin ekonomik engellerinin, kağıt, film, vs. masrafları olmayınca çözülmesiyle ya da internetle bağlantısı olabilir mi?

YT: Büyük oranda internetle alakalı fakat onun dışında başka etkenler de var. Özellikle İFSAK’ın çok önemli bir etkisi var diye düşünüyorum. İstanbul Fotoğraf Günleri’nin düzenlenmeye başlanmasıyla beraber, artık farklı ekollerden fotoğrafçıların işlerini sergilerde görebilir, o fotoğrafçılarla sohbet edebilir hâle geldik o süreçte. 1990’ların sonundaki bu etkinlikler ufku çok genişletti. Aynı zamanda 1990’ların ikinci yarısında Geniş Açı Dergisi’nin yayınlanmaya başlaması… Geniş Açı o yıllarda bizim internetimizdi aslında. Ulaşabildiğimiz, görebildiğimiz, dünyada yapılan işleri takip edebildiğimiz neredeyse yegâne yerdi, büyük katkısı vardır dergi ekibinin. Sonra internet onun yerini aldı. Peşi sıra 2001’den sonra Fotoğraf Vakfı’nın yaptığı işler… Bunların hepsi ufuk açmaya başladı. O noktadan sonra da artık tek bir kanala kapatabilmek mümkün değil Türkiye’de fotoğrafı.

AAY: AFSAD’ın sempozyumlarının da fotoğrafın kuramsal yanını destekleyen diğer bir etkinlik olduğunu düşünüyorum. Siz katılabildiniz mi? Siz de sempozyumların Türkiye’nin fotoğraf ortamına katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

YT: Sonuncusuna katıldım. 2007’deydi. Katılamadığım yılların sempozyum kitapçıklarını alıp içeriklerini okuyunca, bunları bulmanın büyük bir nimet olduğunu düşündüm. Elimizde bu tartışmaların takip edilebileceği o kadar az doküman var ki… Bazı sempozyumlar karşılıklı atışmalar ve tartışmalarla oldukça kısır geçmiş. Fakat şimdi tarihini veremeyeceğim bazı sempozyumlar var ki, güzel sunumların yapıldığı, insanların ufkunu açan bilgilerin aktarıldığı bildiriler içeriyor. Bunlardaki derinlik Yeni Fotoğraf Dergisi’nde, Refo’nun bir dönem çıkarttığı dergilerde bile yok. Bu dergilerdeki yazılar bile bilgi bakımından oldukça sınırlıydı. O sebeple sempozyum kitapçıklarındaki bildirileri, tartışmaları hep çok değerli bulmuşumdur.

AAY: AFSAD kuruluş manifestosu bakımından da diğer kurumlardan ayrışıyordu aslında. Bu sempozyumlar da böyle bir kültürün ürünleriydi. Bugün AFSAD’ın geldiği noktada, çizgisini koruyabildiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa 12 Eylül sonrası dernek yeniden açıldığından bu yana, 1970’lerdeki odağı, söylemleri, idealleri bakımından bir değişim yaşadığından söz edebilir misiniz?

YT: Bunu çok köklü bir değişim, bir eksen kayması olarak görmüyorum. Hatta tam tersi, eksen kaymasına sebep olabilecek bazı yönetimlerin hızlı bir şekilde değiştirildiğini, AFSAD’ın geleneklerine uygun yönetimlerin tercih edildiğini görüyoruz. Ama şöyle bir değişim var, bana kalırsa toplam kültürel hayatımızda ve günlük hayatımızda yaşanan dönüşümlerin benzeri AFSAD’ta da var. Bunu en özetle, -katiyen sadece AFSAD özelinde söylemiyorum- hepimizin hayatlarında var olan “derinliğini kaybetme” şeklinde söyleyebiliriz.



AAY: 2000’lerin başında Fotoğraf Vakfı’nda bir araya gelinmesi nasıl bir düşünceyle olmuştu? Bunu biraz açabilir misiniz?

YT: Motivasyonu aslında çocuklarla yapılan atölyelerdi. 1999 Marmara Depremi’nde İzmit, Adapazarı, Düzce bölgelerinde yapılan çocuk atölyelerinde oluşan ilişkiler ağı ve ekonomisi… “Bu atölyelerin birikimini, deneyimini nereye taşıyalım, neye evriltelim?” tartışmasının, arayışının sonucunda ortaya çıktı Fotoğraf Vakfı.

AAY: Atölyeleri düzenleyen ekipteki fotoğrafçılar nasıl bir gruptu, nasıl bir ortak paydada buluşuyordu?

YT: Ortak kesen AFSAD. Dora Günel, Kemal Cengizkan, Özcan Yurdalan. Dolayısıyla köklü AFSAD ekolü. Sonra onların yanına, o dönemin genç, yeni fotoğrafçılarından Mehmet Kaçmaz, Bilal Babaoğlu, Gökhan Gezik gibi birkaç arkadaş eklendi. Bu atölyeleri birlikte başlattılar ve sürdürdüler. İki yıla yakın devam edenleri oldu aralarında. Deprem bölgesinde “Dayanışma Gönüllüleri” adında bir dernek vardı. Bu arkadaşlar da Dayanışma Gönüllüleri ile çalışırlarken çocuklar için fotoğraf atölyeleri kurma fikrini hayata geçirdiler. Disiplinli, büyük bir çalışmaydı. Hem AFSAD’ın hem de sol hareket geleneğinin disipliniyle kotarıldı o atölyeler. Bu atölyeler belli bir noktaya gelip de çocukların fotoğraflarından küçük kitaplar, sergiler basılıp Almanyalar, Japonyalar gezmeye başladıktan sonra, biriken deneyimin yeni süreçlere aktarılabilmesi düşüncesiyle bir arayışa girildi. O dönem benim de Piya Kültür Evi’nde Saydam Günleri’ni düzenlediğim dönemdi. Özcan Yurdalan beni de vakıf kuruluşuyla sonuçlanacak toplantılara davet etti. O toplantılarda oluşturulacak kurum dernek mi olsun, vakıf mı olsun, başka bağımsız bir yapı mı olsun diye konuşuluyor, tartışılıyordu. Her toplantıya İstanbul’dan ve mümkün olduğunca İstanbul dışından da fotoğrafçılar davet edilip, geniş bir kesimin görüşleri alınıyordu. Herkes kafasındakileri anlatıyordu, beklentileri, ihtiyaçları dile getiriyordu. İhtiyaçlar, beklentiler listelendi, bir vakıf ya da dernek kurulacaksa bu yeni yapı nelerle uğraşabilir diye düşünüldü. En nihayetinde gelinen noktada, bunun bir vakıf olmasının yararlı olacağı, böylece vakfın kuruluşu için yaratılacak olan ekonomik kaynağın, biriktirilen ekipmanın, fotoğraf makinelerinin, agrandizörlerin, dayanışmacı bir vakıf zihniyetiyle yönetilmesinin daha yararlı olabileceği düşüncesi oluştu. Bir müze, bir fotoğraf okuluna ihtiyaç vardı ve bunları kurmak için bir vakıf kurmak dernek kurmaktan daha mantıklıydı, böylece vakıf kuruluşunun kararı alınmış oldu.

2001 yılında geniş kapsamlı bir kurucular listesi oluşturuldu ve fakat liste bu işlemedi. Dora Günel, ben ve Mehmet Kaçmaz olarak üç kişiye kadar düşürüldü kurucu sayısı. Özcan Yurdalan ve Kemal Cengizkan dışarıdan, manevi kurucu olarak yer aldılar kuruluşta. Resmi kuruluş 2004’te gerçekleşti. Okullar kurmak, müzeler açmak gibi hedeflerin, başka ilişkiler zincirleri gerektirmesi nedeniyle gerçekleştirilemeyeceği çok zaman geçmeden ortaya çıktı. Büyük yatırımlar, büyük kaynaklar, büyük ilişkiler gerektiriyordu. Oysaki daha hemen kurulmadan önce İngiliz Konsolosluğu’ndaki bombalama olayında, konsolosluğun tam karşısında yer alan vakıf mekânımız büyük zarar görmüş, mal varlığımızın büyük kısmını kaybetmiştik. Sonra bir kampanyayla yeni kaynak yaratıp yeni yere geçildi. Orada da kira ödemek için kurslar düzenlenmeye başlandı ama kurslara yeterince kişi gelmedi. Bir süre Fototrek ile iş birliği yapıldı ancak o da sürdürülemedi. Bu durum 2007’ye kadar böyle gitti.


AAY: Bu okul fikri bir bakıma Galata Fotoğrafhanesi’nin kurulmasıyla hayata geçmiş oldu mu?

YT: Aslında Fotoğraf Vakfı’nın kuruluş hazırlıkları döneminde tasarlanan okul bambaşka bir fikirdi. Binası İzmit’te olacaktı. Çünkü İzmit Büyükşehir Belediyesi ile okulun binası için prensipte anlaşılmıştı, devam eden bir kültür merkezi inşaatı bize okul olarak önerilmişti. Arazisi, yerleşimi, inşaatı, kültür merkezi olacak kısımları… Başlangıç noktası İzmit’te kurulacak bu okulun hayaliydi.

AAY: Sizce neden 1980’lerdeki baskı iklimine karşı direnen ve yeniden toparlanmaya çalışan AFSAD ekolü buna girişmedi de 2000’lerde böyle bir oluşum filizlendi?

YT: 1999 Depremi’ni hatırlayacak olursak, bu tarih Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Ondan önce Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesi, daha naif köy, kasaba dernekleri ya da siyasi yapılar şeklindedir. Topluma yayılmış bir dayanışma zihniyetiyle çok ilişkili değildir. 1999 Depremi dönemi, bu dayanışmacı yaklaşıma dönük sivil toplum örgütlerinin oluştuğu ve o dönemde Türkiye’ye Avrupa Birliği kaynaklarının aktarılmaya başlandığı bir dönem. Dolayısıyla böyle bir ufuk açılıyor o dönemde. Sanki tam uygun bir konjonktür yakalanmıştı ve gerekli deneyim yeni yeni biriktirilmişti.

AAY: Bu belki de 12 Eylül sonrası yaşanan kültürel ve sosyal erozyonun, 1999 Depremi ile yeniden harekete geçmesiyle yakalanan bir konjonktür.

YT: Toplumların tarihi açısından öyle bir tez var. Her karanlık dönem bu türden bir devrimle sonuçlanıyor. Kuşkusuz 2000’lerde yaşanan bir devrim değildi ama dönüşüm açısından önemli bir dönemdi. Karanlık yılların sonrasında her alanda, resimden sinemaya, fotoğrafa kadar açığa çıkan önemli ve büyük bir enerjiydi. Bir 10 yıl kadar da sürdü, 2010 - 2012’ye kadar… Dolayısıyla, 1980 askeri darbesiyle yaşanan karanlık bir dönemin ardından uyanış haliydi.

AAY: Neden 2012’ye kadar sürdü sizce?

YT: Bence tekrar ideolojik aygıtlar, sol muhalefet tarafından verimli kullanılamayınca tersine çalışmaya başladı. Oluşan görece özgürleşmiş ortam egemenler üzerinde rahatsızlık yaratınca yeniden daraltılmaya başlandı. Memleketin 100 yıllık egemen devlet anlayışı değişim sürecine girdi. Ekonomideki görece rahatlamalar rant ekonomisine kurban edildi. Suni piyasalar oluşturuldu, çatışmacı ve gerilimden beslenen siyasi anlayışın ekonomi üzerindeki yapay egemenliği hızla gerilemeye başladı. Uluslararası piyasalarda da ekonomi daralmaya başlamıştı, Avrupa’nın akıttığı kaynaklar giderek azaldı. Sanat alanında Türkiye’deki pek çok kurum ve kişi kullanıyordu bu kaynakları. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olarak lanse edilmesi ile düzenlenen etkinlikler ve harcanan paralar çapsızlığı, vizyonsuzluğu, kültürsüzlüğü ortaya çıkartan bir zirve noktasıdır ve oradan sonrası da zaten malum uçurumdur. Şimdi yeniden bir 12 Eylül 1980 karanlığına benzer ve hatta onu da aşan bir karanlığın içinde umudumuzu yitirmeden geleceği bekliyoruz. Az önce söylediğim gibi, yaşanan her karanlığın sonrasında gün doğar, uyanış başlar.

AAY: Bence de bunlar çok önemli saptamalar çünkü bu çalışmada aslında bugüne bakmaya, bugünün sorunlarına dair bir takım çıkış yolları bulmaya, meselelerin 12 Eylül darbesine dayanan yakın geçmişteki temelini görmeye çalışıyorum. Bunlara ek olarak söylemek isteyeceğiniz başka şeyler var mı?

YT: Son konuştuğumuz konu üzerine çok düşünüyorum. Rönesans’ı düşünüyorum mesela. Orta Çağ denilen dönem boyunca Avrupa’da büyük bir baskı var. Özgürlükler daraltılıyor, insanların kafaları dini kurumlarla, hikâyelerle uyuşturuluyor, dolayısı ile bir içe kapanma dönemi yaşanıyor. Ama bu içe kapanma dönemi, aynı zamanda içine kapanmış insanların, başka kültürlerden gelen bilgileri öğrenme dönemleri. Avrupalı o dönemde gizli gizli eski Yunan’ı öğreniyor, Arap kültürünü, Arap bilimini, Orta Asya bilimini öğreniyor. Farklı coğrafyaların, kültürlerin birikimleri engizisyona rağmen çevrilmeye devam ediyor. O dönem boyunca hep birikiyor. Birikimin açığa çıktığı noktaya da Rönesans diyoruz. İyimser bir bakışla Orta Çağ aslında sadece karanlık bir çağ değil, bir biriktirme çağı.

12 Eylül de Türkiye için böyle bir döneme sebep oldu. Böyle bir sıkışma kendi birikimini yarattı ve ardından, 1980’lerin sonunda başlayıp 2000’lere kadar varan umutlu bir süreç yaşandı. Şimdi tekrar 2010 - 2012’den sonra karanlığa doğru sert bir gidiş yaşıyoruz. Üstümüze düşen görev de bundan sonraki aydınlanmanın alt yapısını oluşturmak.

AAY: Aslında bireysel olarak herkes elinden gelenin en iyisini yaparak üretmeye, biriktirmeye devam etmeli.

YT: Mesela Karşı Sanat’ın o anlamdaki bir sanat enstitüsü oluşturma, deneyimlerimizi ortaklaştırma fikrini çok doğru buluyorum. Feyyaz Yaman, “O kadar tartışmamız, konuşmamız gereken konu var ki, alt alta listelesek üç ömür bitiremeyiz” diyor. Bizse bu zamanı, günlük siyasetin saçma sapan hikâyeleriyle harcayarak, demoralize olarak, bütün öğrenme, düşünme, tartışma isteklerimizi kaybederek yaşıyoruz. Oysaki bu dönemi de karamsar bir dönem olarak kabul edip, ortalama bir muhalif politik tavrı sürdürerek o silkinme, aydınlanma döneminin bir an önce başlaması için daha çok okuyup, daha çok üretip, daha çok tartışıp, daha çok düşünerek zamanı değerlendirmeliyiz. O günlerin ne zaman geleceği de yine bizim biriktirmemize bağlı. Biriktikçe, bir noktada toplandıkça o enerji bizi de itecek çünkü.

 2017

Yorumlar

Çok Okunanlar