Yücel Tunca ile Söyleşi
12 Eylül Cuntası sonrası ilk 1 Mayıs kutlaması, Emek Sineması, 1987 |
Söyleşi: Arzu Aybat Yaşar
AAY: Siz fotoğrafa hangi yıl
başladınız ve o dönemde, Türkiye’de nasıl bir fotoğraf ortamı vardı? Genel bir
panorama çizebilir misiniz?
YT: 1985 yılı, İstanbul
Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda fotoğraf öğrenmeye başladığım yıldı.
Hemen daha o seneden itibaren o dönemin dergilerinde fotoğraf çekmeye başladım.
Fotoğraf camiası hakkında hiçbir fikrim yoktu. Epey bir zaman boyunca da
olmadı. Basın sektöründe çalışıyordum, herhangi bir fotoğraf derneğiyle ilişkim
yoktu. Sadece üniversite ortamındaki fotoğraf kulübünde işler yapıyorduk. Türkiye’deki
fotoğraf camiası ile ilk ilişkim, 1986 - 1987’de Cengiz Karlıova’nın
Cağaloğlu’ndaki Diatek isimli stok fotoğraf ofisinde oldu. Orada çok yakın bir
arkadaşım çalışmaya başlamıştı. Ben de gidip gelmeye ve kısa süreliğine de olsa
yarı zamanlı çalışmaya başlamıştım. Basın dünyasının dışından fotoğrafçılarla
ilk kez orada tanıştım.
1980’lerin sonuna hatta 1990’ların
başına kadar, fotoğraf camiasıyla başkaca bir bağlantım olmadı. 1990 - 1991’den
itibaren, bir iki gazeteci arkadaşımla beraber, çektiğimiz basın
fotoğraflarıyla dia gösterileri yapmaya başlamıştık. Bu fotoğrafları sendika
merkezlerinde de gösteriyorduk. İFSAK’tan davet olduğunda da orada
gösteriyorduk. Muammer Yanmaz, Nurdan Sözgen, Kadir Aktay, Mehtap Yücel, Kutup
Dalgakıran ile birlikte Onyx adında bir fotoğraf kolektifi kurduk. Ortak
projeler üretmeye çabaladık. Hepimiz basın fotoğrafçısıydık. Uluslararası
alanda basın fotoğrafçılığı tecrübemiz olabilir mi düşüncesiyle üretirken,
ortaya çıkarttığımız ilk ortak işleri derneklerde de göstermeye başladık.
Derneklerle böyle bir ilişkilenme oldu. Fakat o derneklere girmek ve oralarda
fotoğraf üretmek gibi bir heyecanımız oluşmadı.
Türkiye’de toplumsal gündem
1990’dan itibaren iyice yükseldi. 1990’ların ortasına kadar fotoğrafın bağımsız
alanında çalışmalar yapmadık. Daha çok gazetelerde siyasi alanda fotoğrafçılık
yaptık. Ardından 1995-1996’da askere gittim. Dönüşümde Evrensel Gazetesi’nde
çalışmaya başladığımda, bir röportaj için Piya Kültür Evi’ne gittim. O
röportajın bitiminde de onlara katıldım. Röportaj sırasında duyduklarım beni oldukça
etkilemişti. Bir yayın evi, bir kafe ve aslen bir tür komündü orası. Kısa zaman
içinde binanın katlarından birini fotoğraf atölyesine çevirdik, bir de karanlık
oda kurduk. Orada çalışmaya başladık. O dönemde İstanbul Saydam Günleri doğdu.
Gazetecilikten yakın arkadaşım Fethi İzan ile tasarladık işleri. Beyoğlu’nda
farklı mekânlarda 1996’dan itibaren İstanbul Saydam Günleri’ni yapmaya
başladık. On yıl boyunca düzenli olarak yaptığımız Saydam Günleri’yle beraber,
fotoğraf camiasıyla ilişkim yoğun biçimde başlamış oldu. Fotoğrafçılığa
başlamamın onuncu senesiydi. O zamana kadar bir bağlantım ve bağlantıyı kuracak
bir motivasyonum hiç olmadı. Neler var sadece arada? AKM’de Şahin Kaygun
sergisi seyretmek gibi heyecanlar var.
AAY: Sizin bahsettiğiniz fotoğrafa
başlama döneminizde 12 Eylül’ün etkileri de azalmıştı. Sendikalar yeniden
açılmış, öğrenci hareketleri kurulmaya başlamıştı. Siz de basında çalışırken
işçi örgütlenmeleriyle, sendikalarla ilişkilendiniz mi?
YT: 1991’de Güneş Gazetesi’nde
çalışırken, orada sendika vardı. Biz de sendikaya girdik. Güneş Gazetesi’nin
de, sendikanın oradaki hayatı da çok kısa sürdü. Sendikayla ilişki anlamında en
kötü deneyimi yaşadık o kısa sürede. İşten çıkarma dalgasında yaklaşık 100
kişinin işten çıkartılacağını duyunca, çalışanlar olarak sendikayı eyleme davet
ettik. Sendika temsilcisi Merdan Yanardağ, Zonguldak’a başka bir işçi eylemini
takip etmek üzere gitmişti. “Ben dönmeden hiçbir şey yapmayın sakın” dedi. O
gelene kadar bekleyecek bir durum olmadığını söylediğimizde de “sendika
yetkilisi benim, kararları biz üretiriz, kararlarımıza uyacaksınız” dedi.
Onlar Zonguldak’tan dönmeden 100
arkadaşımız işten çıkartıldı. Bunun üzerine biz kendi kafamıza göre bir istifa
kampanyası açtık ve küçük bir grup insan istifa ettik o 100 kişiyle beraber.
Buna karşı sendika hiçbir şey yapmamakla beraber, bir hafta sonra sendika
temsilcisi olan grup gazetenin yönetimine geçti. Yayın yönetmeni oldular, haber
müdürü oldular…
AAY: Siz sendika ile bağınız
süresince, oraya fotoğraf anlamında bir desteğiniz de oldu mu?
YT: Çok oldu. O dönem zaten Fethi
İzan, Nurdan Sözgen ve ben sürekli toplumsal gündemde çektiğimiz
fotoğraflardan, “çalışan insan”, “emek”, “eylem” gibi seriler oluşturup,
sendikaları gezerek onların ofislerinde işçilere dia gösterileri yapıyorduk.
AAY: Bu bir yandan da 1970’lerdeki
ortama bakarak, o atmosferi yeniden canlandırmaya dair bir durum mu?
YT: Aslında hiç bilmediğimiz,
tekrarlıyormuş duygusuyla değil de o dönemde yapılması gereken ve yapmak
istediğimiz bir şey olarak yapıyorduk.
AAY: Yani 1970’e dönük bir örnek
alma durumu olmadı.
YT: Ancak sözel bir aktarım mümkün
olabilirdi. Bunun yazılı olarak aktarımını sağlayacak herhangi bir yayın
kalmamıştı ortalıkta. Ancak bu işleri daha önceden yapıyor olan insanlarla daha
önceden tanışıyor olacaktık ki, onlardan bilgi alabilelim, deneyimlerini
duyabilelim... Açıkçası bizden önceki kuşağın basın fotoğrafçılarından da,
Kadir Can’dan, Ender Erkek’ten öyle bir aktarım olmadı. Bizim de politik alanda
çalışan diğer fotoğrafçılarla bağımız olmadığı için, orada el yordamıyla
yeniden keşfetme ve bir şeyler yapma hâli vardı.
AAY: Basında çalıştığınız süreçte,
kişisel olarak ürettiğiniz fotoğraf işleri de oldu mu yoksa sadece basın için
mi fotoğraf üretiyordunuz?
YT: Sadece basına iş üretiyordum
fakat ürettiğimiz bütün işleri tekrar işleyip başka bir şekle çeviriyorduk.
Sonradan baktığımda ilginç buluyorum. Mesela o dönemde yaptığım ve çok yerde
gösterilen, 30 dakikalık, 300 civarı dia pozitiften oluşan 3 bölümlük bir
gösterim var: “Bir Jurnalcinin Anıları”. Bir gazeteci, bir bölümde moda
dünyasını takip ediyor, ikinci bölümde askerlerin eziyet ettiği bir Kürt köyüne
gitmeye çalışırken yolda kaybolup ‘trekker’ların peşine takılıyor, üçüncü
bölümde şiddet dolu toplumsal gündem içinde olaydan olaya koşarken vuruluyor…
AAY: Dönemin fotoğrafçılarının
çalışma alanlarıyla ilgili de eleştirel bir tavır sergiliyor sanırım…
YT: Evet, öyle bir işti. Bahadır
Baruter aralara bölüm başlıklarını oluşturan karikatürler çizmişti. Çünkü hep
bir editörün iş verme süreciyle yola çıkıyordu gazeteci. O durum karikatürlerle
anlatılıyordu ve gösteri 1990’ların başında toplumsal muhalefetin yükseldiği,
sokaklarda eylemliliklerin arttığı, faili meçhul cinayetlerin arttığı dönemin
fotoğraflarıyla da bitiyordu. Gösteriyi, gazetecilere yönelik şiddetin ve
gazeteci eylemlerinin fotoğraflarıyla bitirmiştim. Dolayısıyla, aslında parça
parça günlük haber takibinde ya da dergiler için foto röportaj tarzında
ürettiğim fotoğraflardan bir harmanlama yapıp dia gösterisine çevirmiştim.
AAY: Gösterimini nerede yaptınız?
YT: Mesela her sene yapılan Galatasaray
Lisesi şenliğine davet edildim, orada gösterildi. İFSAK’ta gösterdik. Mezopotamya
Kültür Merkezi’nde, Cerrahpaşa Tıp’taki Fotoğraf Kulübü ve bizim İletişim
Fakültesi’nin Fotoğraf Kulübü gibi öğrenci derneklerinde… Daha birçok yerden çağrılmıştım.
AAY: Sizin gibi muhalif tavırlı
basın fotoğrafçılarından başka bu tip iş üreten, kendi bağımsız işlerini
çalışanlar var mıydı?
YT: O dönemde yani 1990’ların
başında Nurdan Sözgen, Fethi İzan, Alaaddin Savaş, Mehtap Yücel, Kutup
Dalgakıran da vardı.
AAY: O dönem sansür de gündemde
miydi? Bu tip işlerde 1980’lerin sonunda da AFSAD’ın sempozyumlarından okuduğum
kadarıyla bir takım engellemelerle karşılaşılıyordu. Boğaz Köprüsü’nün inşaatı
sırasında olsun, daha başka toplumsal konularda olsun fotoğraf çekmeye
gidildiğinde izin verilmediğini söyleyenler var. Siz de bu süreçte sansüre
maruz kaldığınız durumlar yaşadınız mı?
YT: 1980’lerin sonuna doğru gelinen
noktada, belki bugünlerde bile o kadar fazla hissedilmeyen bir durum var.
Toplumsal bir olaya gittiğinizde, sol muhalefetin de polisin de hedefi
oluyorduk. Polis gazeteci olduğumuz için bize tepki gösteriyordu. Akif Dalcı’nın
cenazesinde polis herkesi feci şekilde dövmüş, yoğun bir şiddet uygulamıştı ki
bence bugüne kadar özellikle basın çalışanlarına yapılan en büyük saldırıydı.
Bir yandan da herhangi bir cenaze töreni ya da protesto gösterisine
gittiğimizde, bizi burjuva basını olmakla, olaylara gözünü kapatan gazeteciler
olmakla suçlayıp, “bilmem ne basın, bunu da yazın” diye slogan atarak tepki
gösteriyorlardı.
AAY: Sol muhalefet kendi içinde bu
ayrımı, hangi basının neyi nasıl yansıttığının ayrımını yapamıyor muydu?
YT: Yapılamıyordu. Benim kurtarır
tarafım sol muhalefet tarafından da tanınan Sokak Dergisi’nde çalışıyor
olmamdı. Daha sonra Güneş Gazetesi her ne kadar sermaye gazetesi de olsa,
1990’ların başında muhalif tavrıyla bilinen bir gazeteydi. Dolayısıyla bu
ikisinin kimliği, benim rahat çalışmamı sağlıyordu. Ama bu açığa çıkana kadar
yine o tepkiler zorluyordu insanı.
AAY: Siz 1970’lerde ve 1980’lerin
başında fotoğraf ile uğraşmıyor olmanıza rağmen, o dönemleri de sonradan okuyup
izlemişsinizdir. 1980’lerdeki derneklerin ve yayınların içeriğini nasıl
değerlendirebilirsiniz? 1970’lerdeki fotoğraf ile ilgili yayınların
içeriklerinin, 12 Eylül sonrası yayınların içerikleriyle ayrıştığı bir nokta
var mı?
YT: IFSAK’ı bilemiyorum ama AFSAD’ı
bu anlamda daha fazla biliyorum diyebilirim. İFSAK’ın da 1980 sonrasını biraz
biliyorum. Şu ayrım var: AFSAD’ın politik refleksleri daha güçlü ve belirgin
bir dernek yapısı var. Ama 1980 sonrasında, özellikle ikinci yarısından 1990’a
kadar, bayağı bir geri çekilme olduğunu görüyoruz. Bugünlere kadar devam eden,
Türkiye fotoğrafçılığındaki politikayla fotoğrafı birbirinden ayrıştıran,
fotoğrafı salt bir rehabilitasyon aracına dönüştüren tavrın kökenleri de orada
yatıyor ve oradan gelişerek bu günlere geliyor gibi gözüküyor. Bu da bilinçli
bir seçim… En azından o dönemdeki dernek yönetimlerinin bilinçli bir seçimidir.
AAY: 12 Eylül’ün öncesinde bir
takım fotoğraf grupları yeni yeni kurulmaya başlıyor. Şahin Kaygun, Gülnur
Sözmen’lerin bir FOTOS Grubu var. 1977’de AFSAD kuruluyor. 1980’den sonra
tekrar açılan derneklerin bir araya geliş biçimleri ile 1970’lerdeki kurulma ve
faaliyet biçimleri arasında nasıl bir farklılıktan bahsedebiliriz acaba?
YT: O dönemleri bizzat yaşamadığım
için söyleyecek çok bir sözüm yok açıkçası.
AAY: Belgesel fotoğrafın toplumcu
tarafı 12 Eylül sonrası kırılınca, bu alanda faaliyet gösteren fotoğrafçıların
kendilerine aradıkları yollara dair gözleminiz oldu mu?
YT: 1990’ların ortasına kadar çok
takip etmedim. Benim yine toplumsal belgeci alanda işler ürettiğini
söyleyebileceğim fotoğrafçılar, basında çalışanlar. Kutup Dalgakıran’ın Ranza
işi gibi işler. Bunlar daha çok bizim çevremizden çıkan işlerdi. Onun dışında
bence hala memleketin önemli bir kısmında, belgesel fotoğraf dediğimizde anlaşılan
şey, bir gemi yapım atölyesinde çalışan insanların, gemi omurgası iskeletinin
etrafındaki grafik yerleşimlerinden üreyen bir fotoğraf biçimi. Üretimin ve
emekçinin salt bir grafik unsur haline getirilerek gösterilmesi… Dolayısıyla
yaşamdan kopmuş, anlatılan hikâyenin kendisi yaşamıyormuş gibi gözüken bir
belgesel anlayış ağırlıktaydı. Bu çok uzun yıllar sürdü bence.
AAY: Bunun bugün de devam ettiğini
düşünüyor musunuz?
YT: 2000’lere kadar devam etti bu
anlayış. Bugün de kırılmakla beraber var tabii ki. Çok çeşitlendi artık. Problem,
bunların Türkiye gibi bir yerde uzun süre tek bir kanal, tek bir fotoğraf hattı
oluşturmasıydı. Örneğin gezi fotoğrafı tek kanal oluşturuyor, bunun dışındaki
fotoğrafa yer yok. 1980 öncesinde Anadolu insanını keşfe çıkan naif halkçı bir
fotoğrafçılık türü var; o yüzden Şahin Kaygun, toplumsal sorunlara yüz çeviren,
bireysel işlerle uğraşan şımarık çocuk olarak küçümsenmiş. Hep böyle bir tek
kanala doğru kapanma, farklı arayışları eleştirme refleksi var memleketin
siyasi, sanatsal mayasında. Dolayısıyla belgesel fotoğrafta da 2000’lere kadar bu
durum devam etti. Belgesel fotoğrafı daha çok ışık, grafik, kompozisyon
düzenlemesi olarak ele alan bu anlayış 2000’lerde değişti.
AAY: 2000’den sonraki bu değişimin
nedenlerini nasıl görüyorsunuz? Dijitalleşme sürecinin daha demokratik bir
ortam yaratmasıyla, yani işin ekonomik engellerinin, kağıt, film, vs.
masrafları olmayınca çözülmesiyle ya da internetle bağlantısı olabilir mi?
YT: Büyük oranda internetle alakalı
fakat onun dışında başka etkenler de var. Özellikle İFSAK’ın çok önemli bir
etkisi var diye düşünüyorum. İstanbul Fotoğraf Günleri’nin düzenlenmeye
başlanmasıyla beraber, artık farklı ekollerden fotoğrafçıların işlerini sergilerde
görebilir, o fotoğrafçılarla sohbet edebilir hâle geldik o süreçte. 1990’ların
sonundaki bu etkinlikler ufku çok genişletti. Aynı zamanda 1990’ların ikinci
yarısında Geniş Açı Dergisi’nin yayınlanmaya başlaması… Geniş Açı o yıllarda
bizim internetimizdi aslında. Ulaşabildiğimiz, görebildiğimiz, dünyada yapılan
işleri takip edebildiğimiz neredeyse yegâne yerdi, büyük katkısı vardır dergi
ekibinin. Sonra internet onun yerini aldı. Peşi sıra 2001’den sonra Fotoğraf
Vakfı’nın yaptığı işler… Bunların hepsi ufuk açmaya başladı. O noktadan sonra
da artık tek bir kanala kapatabilmek mümkün değil Türkiye’de fotoğrafı.
AAY: AFSAD’ın sempozyumlarının da
fotoğrafın kuramsal yanını destekleyen diğer bir etkinlik olduğunu düşünüyorum.
Siz katılabildiniz mi? Siz de sempozyumların Türkiye’nin fotoğraf ortamına
katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
YT: Sonuncusuna katıldım.
2007’deydi. Katılamadığım yılların sempozyum kitapçıklarını alıp içeriklerini
okuyunca, bunları bulmanın büyük bir nimet olduğunu düşündüm. Elimizde bu
tartışmaların takip edilebileceği o kadar az doküman var ki… Bazı sempozyumlar
karşılıklı atışmalar ve tartışmalarla oldukça kısır geçmiş. Fakat şimdi
tarihini veremeyeceğim bazı sempozyumlar var ki, güzel sunumların yapıldığı,
insanların ufkunu açan bilgilerin aktarıldığı bildiriler içeriyor. Bunlardaki
derinlik Yeni Fotoğraf Dergisi’nde, Refo’nun bir dönem çıkarttığı dergilerde
bile yok. Bu dergilerdeki yazılar bile bilgi bakımından oldukça sınırlıydı. O
sebeple sempozyum kitapçıklarındaki bildirileri, tartışmaları hep çok değerli
bulmuşumdur.
AAY: AFSAD kuruluş manifestosu
bakımından da diğer kurumlardan ayrışıyordu aslında. Bu sempozyumlar da böyle
bir kültürün ürünleriydi. Bugün AFSAD’ın geldiği noktada, çizgisini
koruyabildiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa 12 Eylül sonrası dernek yeniden
açıldığından bu yana, 1970’lerdeki odağı, söylemleri, idealleri bakımından bir
değişim yaşadığından söz edebilir misiniz?
YT: Bunu çok köklü bir değişim, bir
eksen kayması olarak görmüyorum. Hatta tam tersi, eksen kaymasına sebep
olabilecek bazı yönetimlerin hızlı bir şekilde değiştirildiğini, AFSAD’ın
geleneklerine uygun yönetimlerin tercih edildiğini görüyoruz. Ama şöyle bir
değişim var, bana kalırsa toplam kültürel hayatımızda ve günlük hayatımızda
yaşanan dönüşümlerin benzeri AFSAD’ta da var. Bunu en özetle, -katiyen sadece AFSAD
özelinde söylemiyorum- hepimizin hayatlarında var olan “derinliğini kaybetme”
şeklinde söyleyebiliriz.
AAY: 2000’lerin başında Fotoğraf
Vakfı’nda bir araya gelinmesi nasıl bir düşünceyle olmuştu? Bunu biraz açabilir
misiniz?
YT: Motivasyonu aslında çocuklarla
yapılan atölyelerdi. 1999 Marmara Depremi’nde İzmit, Adapazarı, Düzce
bölgelerinde yapılan çocuk atölyelerinde oluşan ilişkiler ağı ve ekonomisi… “Bu
atölyelerin birikimini, deneyimini nereye taşıyalım, neye evriltelim?”
tartışmasının, arayışının sonucunda ortaya çıktı Fotoğraf Vakfı.
AAY: Atölyeleri düzenleyen ekipteki
fotoğrafçılar nasıl bir gruptu, nasıl bir ortak paydada buluşuyordu?
YT: Ortak kesen AFSAD. Dora Günel,
Kemal Cengizkan, Özcan Yurdalan. Dolayısıyla köklü AFSAD ekolü. Sonra onların
yanına, o dönemin genç, yeni fotoğrafçılarından Mehmet Kaçmaz, Bilal Babaoğlu,
Gökhan Gezik gibi birkaç arkadaş eklendi. Bu atölyeleri birlikte başlattılar ve
sürdürdüler. İki yıla yakın devam edenleri oldu aralarında. Deprem bölgesinde
“Dayanışma Gönüllüleri” adında bir dernek vardı. Bu arkadaşlar da Dayanışma Gönüllüleri
ile çalışırlarken çocuklar için fotoğraf atölyeleri kurma fikrini hayata
geçirdiler. Disiplinli, büyük bir çalışmaydı. Hem AFSAD’ın hem de sol hareket
geleneğinin disipliniyle kotarıldı o atölyeler. Bu atölyeler belli bir noktaya
gelip de çocukların fotoğraflarından küçük kitaplar, sergiler basılıp
Almanyalar, Japonyalar gezmeye başladıktan sonra, biriken deneyimin yeni
süreçlere aktarılabilmesi düşüncesiyle bir arayışa girildi. O dönem benim de
Piya Kültür Evi’nde Saydam Günleri’ni düzenlediğim dönemdi. Özcan Yurdalan beni
de vakıf kuruluşuyla sonuçlanacak toplantılara davet etti. O toplantılarda
oluşturulacak kurum dernek mi olsun, vakıf mı olsun, başka bağımsız bir yapı mı
olsun diye konuşuluyor, tartışılıyordu. Her toplantıya İstanbul’dan ve mümkün
olduğunca İstanbul dışından da fotoğrafçılar davet edilip, geniş bir kesimin
görüşleri alınıyordu. Herkes kafasındakileri anlatıyordu, beklentileri,
ihtiyaçları dile getiriyordu. İhtiyaçlar, beklentiler listelendi, bir vakıf ya
da dernek kurulacaksa bu yeni yapı nelerle uğraşabilir diye düşünüldü. En
nihayetinde gelinen noktada, bunun bir vakıf olmasının yararlı olacağı, böylece
vakfın kuruluşu için yaratılacak olan ekonomik kaynağın, biriktirilen
ekipmanın, fotoğraf makinelerinin, agrandizörlerin, dayanışmacı bir vakıf
zihniyetiyle yönetilmesinin daha yararlı olabileceği düşüncesi oluştu. Bir
müze, bir fotoğraf okuluna ihtiyaç vardı ve bunları kurmak için bir vakıf kurmak
dernek kurmaktan daha mantıklıydı, böylece vakıf kuruluşunun kararı alınmış
oldu.
2001 yılında geniş kapsamlı bir
kurucular listesi oluşturuldu ve fakat liste bu işlemedi. Dora Günel, ben ve
Mehmet Kaçmaz olarak üç kişiye kadar düşürüldü kurucu sayısı. Özcan Yurdalan ve
Kemal Cengizkan dışarıdan, manevi kurucu olarak yer aldılar kuruluşta. Resmi kuruluş
2004’te gerçekleşti. Okullar kurmak, müzeler açmak gibi hedeflerin, başka
ilişkiler zincirleri gerektirmesi nedeniyle gerçekleştirilemeyeceği çok zaman
geçmeden ortaya çıktı. Büyük yatırımlar, büyük kaynaklar, büyük ilişkiler
gerektiriyordu. Oysaki daha hemen kurulmadan önce İngiliz Konsolosluğu’ndaki
bombalama olayında, konsolosluğun tam karşısında yer alan vakıf mekânımız büyük
zarar görmüş, mal varlığımızın büyük kısmını kaybetmiştik. Sonra bir
kampanyayla yeni kaynak yaratıp yeni yere geçildi. Orada da kira ödemek için
kurslar düzenlenmeye başlandı ama kurslara yeterince kişi gelmedi. Bir süre Fototrek
ile iş birliği yapıldı ancak o da sürdürülemedi. Bu durum 2007’ye kadar böyle
gitti.
AAY: Bu okul fikri bir bakıma
Galata Fotoğrafhanesi’nin kurulmasıyla hayata geçmiş oldu mu?
YT: Aslında Fotoğraf Vakfı’nın
kuruluş hazırlıkları döneminde tasarlanan okul bambaşka bir fikirdi. Binası
İzmit’te olacaktı. Çünkü İzmit Büyükşehir Belediyesi ile okulun binası için
prensipte anlaşılmıştı, devam eden bir kültür merkezi inşaatı bize okul olarak
önerilmişti. Arazisi, yerleşimi, inşaatı, kültür merkezi olacak kısımları…
Başlangıç noktası İzmit’te kurulacak bu okulun hayaliydi.
AAY: Sizce neden 1980’lerdeki baskı
iklimine karşı direnen ve yeniden toparlanmaya çalışan AFSAD ekolü buna
girişmedi de 2000’lerde böyle bir oluşum filizlendi?
YT: 1999 Depremi’ni hatırlayacak
olursak, bu tarih Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin başlangıç tarihi
olarak kabul edilir. Ondan önce Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesi, daha naif
köy, kasaba dernekleri ya da siyasi yapılar şeklindedir. Topluma yayılmış bir dayanışma
zihniyetiyle çok ilişkili değildir. 1999 Depremi dönemi, bu dayanışmacı
yaklaşıma dönük sivil toplum örgütlerinin oluştuğu ve o dönemde Türkiye’ye
Avrupa Birliği kaynaklarının aktarılmaya başlandığı bir dönem. Dolayısıyla
böyle bir ufuk açılıyor o dönemde. Sanki tam uygun bir konjonktür yakalanmıştı
ve gerekli deneyim yeni yeni biriktirilmişti.
AAY: Bu belki de 12 Eylül sonrası
yaşanan kültürel ve sosyal erozyonun, 1999 Depremi ile yeniden harekete
geçmesiyle yakalanan bir konjonktür.
YT: Toplumların tarihi açısından
öyle bir tez var. Her karanlık dönem bu türden bir devrimle sonuçlanıyor.
Kuşkusuz 2000’lerde yaşanan bir devrim değildi ama dönüşüm açısından önemli bir
dönemdi. Karanlık yılların sonrasında her alanda, resimden sinemaya, fotoğrafa
kadar açığa çıkan önemli ve büyük bir enerjiydi. Bir 10 yıl kadar da sürdü,
2010 - 2012’ye kadar… Dolayısıyla, 1980 askeri darbesiyle yaşanan karanlık bir
dönemin ardından uyanış haliydi.
AAY: Neden 2012’ye kadar sürdü
sizce?
YT: Bence tekrar ideolojik aygıtlar,
sol muhalefet tarafından verimli kullanılamayınca tersine çalışmaya başladı.
Oluşan görece özgürleşmiş ortam egemenler üzerinde rahatsızlık yaratınca
yeniden daraltılmaya başlandı. Memleketin 100 yıllık egemen devlet anlayışı
değişim sürecine girdi. Ekonomideki görece rahatlamalar rant ekonomisine kurban
edildi. Suni piyasalar oluşturuldu, çatışmacı ve gerilimden beslenen siyasi
anlayışın ekonomi üzerindeki yapay egemenliği hızla gerilemeye başladı. Uluslararası
piyasalarda da ekonomi daralmaya başlamıştı, Avrupa’nın akıttığı kaynaklar giderek
azaldı. Sanat alanında Türkiye’deki pek çok kurum ve kişi kullanıyordu bu
kaynakları. 2010 yılında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olarak lanse
edilmesi ile düzenlenen etkinlikler ve harcanan paralar çapsızlığı,
vizyonsuzluğu, kültürsüzlüğü ortaya çıkartan bir zirve noktasıdır ve oradan
sonrası da zaten malum uçurumdur. Şimdi yeniden bir 12 Eylül 1980 karanlığına
benzer ve hatta onu da aşan bir karanlığın içinde umudumuzu yitirmeden geleceği
bekliyoruz. Az önce söylediğim gibi, yaşanan her karanlığın sonrasında gün
doğar, uyanış başlar.
AAY: Bence de bunlar çok önemli
saptamalar çünkü bu çalışmada aslında bugüne bakmaya, bugünün sorunlarına dair
bir takım çıkış yolları bulmaya, meselelerin 12 Eylül darbesine dayanan yakın
geçmişteki temelini görmeye çalışıyorum. Bunlara ek olarak söylemek
isteyeceğiniz başka şeyler var mı?
YT: Son konuştuğumuz konu üzerine
çok düşünüyorum. Rönesans’ı düşünüyorum mesela. Orta Çağ denilen dönem boyunca
Avrupa’da büyük bir baskı var. Özgürlükler daraltılıyor, insanların kafaları
dini kurumlarla, hikâyelerle uyuşturuluyor, dolayısı ile bir içe kapanma dönemi
yaşanıyor. Ama bu içe kapanma dönemi, aynı zamanda içine kapanmış insanların,
başka kültürlerden gelen bilgileri öğrenme dönemleri. Avrupalı o dönemde gizli
gizli eski Yunan’ı öğreniyor, Arap kültürünü, Arap bilimini, Orta Asya bilimini
öğreniyor. Farklı coğrafyaların, kültürlerin birikimleri engizisyona rağmen
çevrilmeye devam ediyor. O dönem boyunca hep birikiyor. Birikimin açığa çıktığı
noktaya da Rönesans diyoruz. İyimser bir bakışla Orta Çağ aslında sadece karanlık
bir çağ değil, bir biriktirme çağı.
12 Eylül de Türkiye için böyle bir
döneme sebep oldu. Böyle bir sıkışma kendi birikimini yarattı ve ardından,
1980’lerin sonunda başlayıp 2000’lere kadar varan umutlu bir süreç yaşandı.
Şimdi tekrar 2010 - 2012’den sonra karanlığa doğru sert bir gidiş yaşıyoruz.
Üstümüze düşen görev de bundan sonraki aydınlanmanın alt yapısını oluşturmak.
AAY: Aslında bireysel olarak herkes
elinden gelenin en iyisini yaparak üretmeye, biriktirmeye devam etmeli.
YT: Mesela Karşı Sanat’ın o
anlamdaki bir sanat enstitüsü oluşturma, deneyimlerimizi ortaklaştırma fikrini
çok doğru buluyorum. Feyyaz Yaman, “O kadar tartışmamız, konuşmamız gereken
konu var ki, alt alta listelesek üç ömür bitiremeyiz” diyor. Bizse bu zamanı,
günlük siyasetin saçma sapan hikâyeleriyle harcayarak, demoralize olarak, bütün
öğrenme, düşünme, tartışma isteklerimizi kaybederek yaşıyoruz. Oysaki bu dönemi
de karamsar bir dönem olarak kabul edip, ortalama bir muhalif politik tavrı
sürdürerek o silkinme, aydınlanma döneminin bir an önce başlaması için daha çok
okuyup, daha çok üretip, daha çok tartışıp, daha çok düşünerek zamanı değerlendirmeliyiz.
O günlerin ne zaman geleceği de yine bizim biriktirmemize bağlı. Biriktikçe,
bir noktada toplandıkça o enerji bizi de itecek çünkü.
Yorumlar
Yorum Gönder