Felsefe Kenti: Harran





Bir sırrı paylaşacakmışız duygusuyla yol alıyoruz Harran’a doğru. Yalnızca çağdaş monoteist dinlerin değil, gelmiş geçmiş Orta Doğu-Mezopotamya kökenli tüm inanç sistemleri için kutsal kabul edilen bu topraklarındaki yolculuğumuz boyunca işiteceğimiz her efsane, söz ettiğimiz sırrın birer parçası gibi çalınacak kulağımıza.

Hazreti İbrahim’in kenti diye diye anılırsa da, ışıldadığı dönem çok daha eskilere uzanıyordu. Sabiizmin (putperestlik) en önemli yerleşim ve bilim merkeziydi, öncelikle. Kutsal kabul edilen gök cisimlerinin hareketliliğini gözlemlemek amacıyla kurulan astronomi merkezlerinin ünü tüm bölgeye yayılmıştı. Sabiizm, Harran toprağına öylesine güçlü köklerle tutunmuştu ki, Hıritiyanlığın hızlı yayılışına rağmen MS 11. yy’a kadar varlığını sürdürebilmişti.

Beş bin yıllık tarihin tanığı Harran’ın adına adına ilk defa, Kültepe ve Mari'de bulunan M.Ö. II. bin başlarına ait çivi yazılı tabletlerde "Har-ra-na" veya "Ha-ra-na" şeklinde rastlanılıyor. Diğer yandan, Tevrat’ta ‘Haran’ olarak anılan yerleşimin de burası olduğu düşünülüyor. Sözcüğün kökeninin Sümerce ve Akatça "seyahat-kervan" anlamına gelen "haran-u" dan geldiği biliniyor. Ancak bazı kaynaklarda da bu kelimenin kesişen yollar veya çok şiddetli sıcak anlamına geldiği belirtiliyor. Bu iki yaklaşımın da somut karşılığı var Harran’da. Şiddetli çöl sıcağı bir yana, Mezopotamya’nın Anadolu’ya açıldığı bir noktada, gerçek bir coğrafi kavşakta yer alıyor.

Urfa’dan 45 kilometre uzakta ve Harran ovasına kurulu olan yerleşim, bugün GAP projesi ile hayata döndürülmeye çalışılan geniş topraklarla çevrilmiş durumda. Uzun yıllar önce kuruyan Cüllab ve Deysan ırmaklarının anısını ve elbetteki toprağı canlandırmak için yapılan çalışmalarda hatalı uygulamalar da söz konusu olunca, yeşilin, Harran’a bir türlü gönül rahatlığıyla geri dönemediğini görebiliyoruz. Tıpkı, kültürel geçmişin yeniden hayat bulamaması gibi. Oysa, dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi olarak  bilinen "Harran ekolü"nün doğduğu yer burası. Döneminin en ünlü matematikçilerinden, tabiplerinden ve Yunan filozoflarının eserlerini Arapça’ya çevirenlerden 821 doğumlu Sabit bin Kurra; dünyanın aya olan uzaklığını doğru olarak hesaplayan Battani (Albetegni veya Albatanius olarak da biliniyor); Yunan filozoflarının maddenin bölünebilen en küçük parçasının (atom) parçalanamaz olduğuna dair iddialarını kabul etmeyen ve bu parçanın müthiş bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yıkabileceğini söyleyen Cabir bin Hayyam, Harran’daki okullarda yetişmiş dünyaca ünlü bir çok bilim adamından yalnızca bir kaçı... Oysa bugün kız çocukları okula gönderilmiyor Harran’da!

Geçmişi hakikaten çok görkemli. Emeviler’e başkentlik de yapan Harran, Abbasiler döneminde bilimsel çalışmalarda büyük bir sıçrama yaşamış. Abbasi hükümdarı Harun Reşit tarafından kurulan Harran Üniversitesi’nin varlığı, bugün bir bölümü hala ayakta olan Ulu Cami’nin kalıntılarıyla birleştirilerek kanıtlanmaya çalışılıyor. Her parlayan yıldız gibi Harran’da da zamanın sonu şiddetli bir biçimde gelmiş: 1260’larda işgal ettikleri Harran’dan çekilmeye başlayan Moğollar, şehrin geri dönüşsüz çöküşüne neden olmuşlar. Surlar, kale ve camileri yerle bir ederek kentten ayrıldıklarında artık Harran’dan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış. 12 ve 13. yy. seyyahlarının notlarındaki ırmakları gür akan ve yemyeşil ağaçları, dört medresesi, bir hastanesi ve bir düşkünler yurduyla bayındır Harran o tarihten sonra yalnızca bir köy olarak haritalardaki varlığını sürdürebilmiş. Ta ki, 20. yy.’ın başlarında, köklü kültürü ile bağları zayıflamış, şiddetli sıcaklara karşı koruyucu gölgeleriyle yeşilliklerinin yerini çorak toprakların aldığı ve fakat şaşırtıcı bir mimariye sahip eşsiz bir köy ve tarihi kalıntılarla karşılaşan Batı’nın ilgisini çekene kadar...

Harran’ı çevreleyen dört kilometre uzunluğundaki surlara bitişik Harran Kalesi kalıntısının gölgesine yaslanmış kubbeli evler, bugün Harran’ın en ilgi çeken bölümünü oluşturuyor. Bu bildik görüntü karşısında bile etkilenmemek olanaksız. Evlerin uzağında durup bir süre izliyoruz kubbeli yapıları. SİT alanı ilan edildiğinden bu yana bu evler hızla turistik mekanlara dönüşmeye başlamış durumda. Harran’ın ileri gelenlerinin yatırımlarıyla kültür merkezi adı altında işlettikleri etnografik bazı unsurları da barındıran mekanlar yoğun turist trafiğini kendine çekmeyi başarsa da, otantik yapının kontrolsüz ve ilkesiz ticarileşmesinin sancılarını da içinde barındırıyor. 

Dünyanın başka bir bölgesinde rastlanılmayan Harran mimarisinde evler, kare bir alanın üzerini örten küllah biçiminde konik bir kubbeden oluşuyor. Yan yana gelen tek kubbeler evin iç kısmında kemerlerle birbirine bağlanıyor ve böylelikle içeride geniş bir oturma mekanı elde edilmiş oluyor. Bölgenin iklimine şaşırtıcı biçimde son derece uyumlu olarak planlanmış, konik kubbesinde yer alan tek pencereleriyle bu evler, yazın oldukça serinken, kışın da kolayca ısıtılıp, sıcaklığını koruyabilme özelliği taşıyorlar. Günümüzde ilçe olan Harran’ın bu otantik merkezinde yaşamaya devam eden Arap kökenli az sayıdaki aile, artık içinde yaşamadıkları, 200 yıllık bir geçmişe, birikime sahip bu evlerin, vakti zamanında hem kendi yaşamları bakımından hem de hayvanlarının yaşantısı bakımından çok sağlıklı olduğunu söylüyorlar. Daha çok yumurtlayan tavuklardan, daha uysal atlardan bahsediyorlar örneğin.

Harran, evleri kadar Harran Höyüğü, Harran Kalesi ve Harran Ulu Camii’nin kalıntıları ile de dikkatleri üzerine çekiyor. Höyük’te, 1951 yılında başlayan sondaj çalışmaları, bölge tarihine önemli ölçüde ışık tuttu. Uzunca bir süre ara verilen kazı çalışmaları yirmi yıl kadar önce yeniden başlatıldı. Buluntular. Bugün Urfa Arkeoloji Müzesi’nin en değerli parçalarını oluşturuyor.

Harran’ı çevreleyen şehir surları görülebilir bir şekilde ayakta duruyor. 187 adet burcu olduğu bilinen surların, batıda Halep Kapısı, kuzeyde Anadolu Kapısı, doğuda Aslanlı Kapı, Musul Kapısı ve Bağdat Kapısı, güneyde Rakka Kapısı olmak üzere toplam altı kapısı bulunuyordu. Bu kapılardan günümüze yalnızca Halep Kapısı ulaşabildi. Harran de bu surlara bitişik olarak inşa edilmiş. Çeşitli dönemlerde hükümdarlık sarayı olarak da kullanılan üç katlı kalenin bazı bölümleri yıkık olsa da azameti hala açıkça görebiliyoruz. Üstelik, niteliği tartışılabilir bir restorasyon sonucunda daha da ayağa kaldırılmış olacak.

Harran Höyüğü’nün kuzeydoğusunda kalan Ulu Cami, Emevi Hükümdarı II. Mervan tarafından 744-750 yılları arasında yaptırılmış. Bazı kaynaklarda “Cami-el Firdevs” (Cennet Cami) veya “Cuma Camii” olarak da adlandırılıyor. Harran Ulu Cami Anadolu İslamiyeti’nin en eski, en büyük ve en zengin taş süslemeli camisi olma özelliğine sahip. Caminin kubbesinin bulunmadığı, üzerinin tamamen ahşap çatıyla örtülü olduğu, bir yangın neticesinde bu örtünün çöktüğü arkeolojik kazılardan elde edilen buluntulardan anlaşılıyor. Bugün caminin kitabeli doğu duvarı, kıble duvarı, mihrabı, cami iç mekanına giren orta kemeri ve kare gövdeli 33,30 metre yüksekliğindeki minaresi ayakta. Halk arasında bu caminin, kaynaklarda medrese olarak anılan Harran Üniversitesi’ni de külliyesinde barındırdığına inanılıyor. Ancak, ulaşılan bilgiler bu iddiayı ispatlayabilmiş değil.

Gerek Urfa, gerekse Harran ve civarı, söylencelerle, efsanelerle, tarihi kayıtlarla iç içe geçmiş çok zengin ve farklı gerçekliklere sahip bir coğrafyada bulunuyor. Bu farklılıkların kültürel atmosfere yansımasıyla yöre gerçek bir ilgi merkezine dönüşüyor. Turizm ve ekonomi gelişirken, bölge insanını etkileyen kültürel erozyonu sorgulayan kimse ise ne yazık ki henüz yok. Oysa bugünden sonrasının iki büyük probleminden biri de bu: Kuru topraklara suyu getiren GAP’ın toprağı çamura dönüştürmesi ve turizmle tanışıp ekonomisi dış dünyaya açılan Harran insanının kendi kültürü içine kapanarak, yaşadığı zamandan, bugünün dünyasından kopması...



Yorumlar

Çok Okunanlar