Bir İsyanı Fotoğraflamak, Gezinin Fotoğrafçıları Naklediyor: Yücel Tunca
Mülakat: Özcan Yurdalan
2011 sonlarında Gezi Parkı üzerine
hükümetin bir takım planlarının olduğunu duyduk. Açıkçası çok ciddiye almamakla
beraber öğrencilerle konuşurken, “Bakın bunlar ilk kareleriniz ama şehrin
belleği açısından önemli şeyler çekiyorsunuz” diyordum. Sonra giderek planlar ciddiye
binmeye başladı, proje görünür hale geldi. Hükümetin kararlı olduğu anlaşılıyordu.
O dönemde Taksim Platformuyla ilişkilendim, eylemlere katılmaya başladım.
Hükümetin planlarını detaylı biçimde
öğrenmem de bu sırada oldu. 2012 Ekim ortalarında fotoğraf aracılığıyla ne
yapabilirim, diye
düşünmeye başladım. Parkı fotoğraflamaya devam ederken “Taksimden Elini Çek
Fotoğrafçılar Platformu İnisiyatifi” diye andığımız bir yapı oluşturduk.
Önce Facebook’ta “Taksim’den Elini Çek”
adlı bir grup sayfası hazırladık. Gezi Parkı ve Taksim ile ilgili bilgileri,
haberleri ve çektiğimiz fotoğrafları paylaşmaya başladık.
Galata Fotoğrafhanesi’nin belgesel programından
arkadaşlarımızdan bir grup Gezi Parkı projesi yapmaya karar verdi. Onlar
çekimlere devam ederken Kasım ayında başlayan Taksim nöbetlerine gidip gelmeye
başladık. Çektiğimiz Gezi Parkı fotoğraflarıyla küçük bildiriler hazırladık.
Bir yüzünde parkın günlük hayatını anlatan fotoğraflar, diğer yüzünde parkla ilgili
talepleri içeren bildiriler yer alıyordu. Bu şekilde dağıttığımız on bin fotoğraflı
bildiri çok ilgi gördü. Bazı vatandaşlar dönüp fotoğrafı farklı olan bildirilerden
istiyorlardı. Sonra canlı bir sergi yapalım
dedik. Yine çektiğimiz fotoğraflardan yirmi kadarını 50 x 70 cm boyutlarında
bastırdık, bir Cumartesi günü Basın ve Belgesel Programı’nda okuyan arkadaşlarımız
ve Nar Photos’un desteğiyle meydanda gezici sergi yaptık. Bir süre sonra Taksim
nöbetleri belli bir yorgunluk noktasına ulaştı devam edemez hale geldi. Bahara
girerken tansiyon düşmüştü.
27 Mayıs gecesi dozerlerin Divan
Oteli tarafından parka girdiğini Twitter’dan öğrendim. O gece çıkmadım, ertesi
sabah erkenden gittim. Çadırlar kurulmuştu. İlginçtir ama makinemi bile
almamıştım yanıma. Hatta ondan sonraki üç gün çoğunlukla parkta olmama rağmen hiç
fotoğraf çekmedim. Fotoğraf
çekmememin nedeni bir şaşkınlık yaşıyor oluşumdu. 50 kişilik, 100 kişilik son
derece barışçıl direniş yapan bu grubun ciddi bir polis müdahalesiyle
dağıtılmaya çalışılacağını, insanların yaralanacağını hiç tahmin etmemiştim.
Akla, siyasete, vicdana aykırıydı çünkü. O yüzden de hakikaten sadece şaşkındım.
Gazeteci ya da fotoğrafçı refleksi veremedim. “Ne oluyoruz? Bir dakika, yanlış
bir şey var burada” deyip duruyordum. Ama çadırların yakılması hadisesinden
itibaren sürecin farklı bir şekilde devam edeceğini anladım ve fotoğraf çekmeye
devam etmek gerektiğini düşündüm.
İlk birkaç gün neredeyse park ve
civarından ayrılmadım. Daha sonra bir gün arayla gidip geldim. O sırada
Galata’daki fotoğrafçı arkadaşlarla sürecin arşivini tutmak için birlikte
çalışmaya başladık.
Geçmişte uzun zaman toplumsal
olayları izlemiş bir gazeteci olmanın getirdiği reflekslerim vardı. Şu anda
gazetecilik yapmasam da yaşadıklarımızın haber değerini biliyordum, elimdeki
medyalar aracılığıyla duyurulmasına katkıda bulunabileceğimi düşünüyordum. Orada
olmak zorunda hissediyordum kendimi. Öte yandan hiçbir zaman kendimi bir militan
gibi hissetmediğim için, yapmam gerekenleri hangi enstrümanı kullanarak yapacağımı
sordum, cevap “fotoğraf çekmek” oldu. Ama o gelgitleri hep yaşadım. Mesela
fotoğraf çekerken mümkün olduğunca önde ve tehlikenin daha fazla olduğu yerde
bulunmak zorunda hissediyordum kendimi. Çünkü orada yaşananları başkalarına
göstereceğimiz fotoğraf oradaydı. İstiklal Caddesi’nde elli bin kişi varken
senin fotoğrafçı olarak ortalarda ya da arkalarda olma şansın yok. Önlerde olacaksın
çünkü reddettiğin, afişe etmek istediğin şiddet orada yaşanıyor. “Fotoğraf
makinesinin arkasına geçtiğinde daha mı güvende oluyorsun” sorusu geliyor insanın
aklına, hatta “fotoğraf makinesiyle kendini eylemcilerden ayırarak bir riski
bertaraf mı ediyorsun” diye düşünülüyor. Ama elindeki fotoğraf makinesiyle
olaya yakın olman gerektiği için on beş metre geride durma ihtimalin kalmıyor.
Kritik ve yoğun bir çatışma değilse
eylemcilerin arasında kalıp onların daha arka plandan fotoğraflarını çekmeyi
tercih ettiğim oldu. Ama özellikle 5 Haziran’a kadar hep ön planda olmaya
gayret ettim.
31 Mayıs’tan itibaren insanların kitlesel
bir şekilde dışarı çıkması, polis şiddeti karşısında geri çekilip sonra geri
dönmeleri çok heyecan vericiydi. Her 1 Mayıs’ta benzer şeyleri yaşıyorduk aslında
ama 3 saatin sonunda olay bitiyor, herkes evine dönüyordu. Burada ise bitmeyen
bir şey vardı; o sokaktan çıkıp öbürüne giriyorsun, o barikattan ayrılıp öbürüne
gidiyorsun. Can havliyle kaçan yoktu, Sigarasını içerek, elleri ceplerinde ya
da gülerek “uzaklaşanlar” çoğunluktaydı. İnsanların oradaki varoluşları bir
süre sonra o kadar legalize oldu ki, “şimdi biraz uzaklaşalım, gaz duman bitsin
nasılsa buradayız, tekrar geri geliriz” tavrına dönüştü. Daha önceki hiçbir
toplumsal hadisede yaşamadığımız bir şeydi bu. Beş bin kişi, on bin kişi tamam
belki ama Taksim Meydanı’nda elli bin kişiden fazla insanın bulunması, gece
yarılarına kadar orada kalmaları, ertesi gün tekrar gelmeleri hiç görmediğimiz bir
şeydi. Şaşırtıcıydı hakikaten. Sonraki süreçte daha da şaşırtıcı şeyler yaşandı.
Sürece adını koyan, karakteristik özelliğini veren gezi ruhu, dayanışma ruhu oldu.
Katılımcı kitlenin çok parçalı
yapısının yan yana durmayı zorlaştıracağı sanılıyordu ama öyle olmadı. Birikmiş
öfke, farklı grupların kendi aralarında ciddi bir tolerans oluşmasına yol açtı
belki de. Sık sık şu tuzağa düştük: Fotoğraf çeken arkadaşlarla “eyvah direnişçiler
arasında çatışma çıkıyor” dediğimiz anda bir şey oluyor, ortalık yatışıyordu.
Sanal ortamda çok sayıda fotoğraf ve
video dolaşmasının artısı eksisinden fazla oldu. Medya sansürüne karşı, devlet
tarafından yürütülen dezenformasyon, bilgi kirliliği ve bilgiye ulaşımın
engellenmesine karşı bir tepkiydi bu aynı zamanda. İnsanlar ilk kez ciddiyetle
işe yarayacak bu malzemeleri kullandılar. Sosyal medya sürecin devamlılığına büyük
katkıda bulundu. Sadece İstanbul’dan değil Türkiye’deki bütün eylemlerden
görüntü aktı. Bu sayede tansiyon düşmedi, heyecan, öfke hep ayakta kaldı. Sosyal
medyada tek başına yazı olsaydı haber kirliliği çok daha yoğun olabilirdi.
Fotoğraflar o kirlenmeyi belli ölçüde azalttı.
Eylemleri çekerken koruyucu donanımım
çok zayıftı. İlk beş günü bir atkıyla geçirdim. Sonra bez maskeye geçtim. 5
Haziran’da aşırı gazın içinde kalınca fotoğrafçı arkadaşım Eren Aytuğ yedek gaz
maskesini verdi. Sakallarım uzun olduğu için hiçbir işe yaramadı.
Alana giderken bilekli bir ayakkabı
giydim. Çok ince ve pamuklu giysilerden kaçındım. Hava sıcak olmasına rağmen mutlaka
uzun kollu gömlek giyindim ve ince bir ceket taşıdım yanımda. Sırt çantası aynı
zamanda saldırıya arkamı dönme güveni verdi bana. Yeri geldiğinde çantamı
kaldırıp arkasına saklandım.
İş güvenliği açısından fotoğrafçının güvenlik donanımının
tam olması gerekir. Tabi profesyonel bir gazeteciyle aktivist bir fotoğrafçının
tercihleri farklı olabilir. Foto muhabirinin tam donanımlı olması belki
darbeden korunmasını sağlar ancak
gazeteci
olduğu için polisin daha net hedefi haline de dönüşebilir.
Eylemci fotoğraflarında yüzlerin
göründüğü etkili görüntüler yakalama derdine hiç düşmedim. Aktif konumdaki
eylemcileri arkadan çekmeyi tercih ettim ya da daha pasif konumdaki eylemcileri
çalıştım. Barikatlardaki gençler zaten “yüzümüzü çekme, uzak dur” gibi müdahalelerde
bulunuyorlar, “tamam” deyip üstelemiyorum. Biraz oralarda zaman geçirince zaten
alışılıyor, fazla sorgu sual olmuyor.
Yürüyüşlerden çok iyi fotoğraf
çıkaramıyorum. Park benim için daha fotografikti. Etrafı gözlemleme ve o ruhu
yansıtacak fotoğrafları bulmaya çalışma açısından cennetti. Ama orada da çekeceğim
alanlara dikkat ettim. Bazı gruplar var ki görüntülenmek istemediklerini anlıyorsunuz.
Onlar genel planların içinde bir parça göründüler ama o kadar. Parkta
fotoğraf çekerken beklemediğim bir müdahale Müştereklerden geldi. “Rahatsız
oluyoruz” dediler. “Yasal bir sıkıntı mı var bilmek istiyorum” diye üsteleyince,
“Çok fotoğrafımız çekildi, artık taciz gibi hissediyoruz” dediler, “Tamam,”
dedim ve çekmedim.
Çatışmalar sırasında aynı sükûneti
sürdürdüğümü söyleyemem. Aktif gazetecilik yaptığım zaman da aynı dertten mustariptim.
Stresli ve ajite olunca bu beden dilime de yansıyor, gereksiz kavgalara ve
tartışmalara girmek durumunda kalabiliyorum. Aslında bu tür şeylerin olmaması
gerektiğini düşünüyorum. Ama bu benim kontrol edemediğim bir şey. O yüzden
çatışmalı ortamlarda çok rahat değilim. Gördüğüm inanılmaz cengâverler vardı. Neredeyse
taşla beraber uçarak fotoğraflar çekiyorlar, fişek gelirken onunla beraber
zıplayıp deklanşöre basıyorlardı. Böyle kahramanca çalışan çok fotoğrafçı
vardı. Ben onlara bakarken kendimi bir bidonun arkasında ya da bir kapının
oyuntusuna girmiş halde buldum. Dolayısıyla kendimi sıcak haber fotoğrafçısı
olarak tanımlayamam. Eskiden beri aşamadığım bir şeydi bu, meğerse hala aşamamışım.
DİSK’in basın açıklaması yaptığı 31
Mayıs öğlen saatlerinde çok ani bir saldırı gerçekleşti. Lobna’nın vurulduğu
gündü. Yoğun bir gaz bulutu içinde kaldık. İlk tecrübeydi ve herkes birbirine
çarparak kaçmaya çalışıyordu. Düşenler ayaklar altında kalıyordu. Her yönden
gaz sıkıldığı için kimse nereye kaçacağını bilemiyordu. Atkıyla korunmaya
çalıştım ama hiçbir şekilde kesmedi, soluksuz kaldığımı hatırlıyorum. Gazın biraz
açıldığı sırada iki yaralıyla burun buruna geldim, kanlar içinde kalmışlardı.
Bir an şok yaşadım. Yine bir başka dumanın içinden gazeteci arkadaşlarım Tolga Sezgin
ve Jivan Güner’ın korunmak için birbirlerine sarılmış biçimde çıktıklarını görünce
“iyi bir görüntü” deyip deklanşöre bastım ama hemen arkasından Jivan’ın
kafasından kanlar boşaldığını farkettim, elim ayağım çözüldü.
Bu süreçte ben hem eylemciydim hem
de fotoğrafçı. Eyleme fotoğraf çekerek katıldım. Bu durum daha ısrarcı olmamı
sağladı. Sadece fotoğrafçı kimliğiyle orada olsaydım pek sanmıyorum ki 48 saat
uyumadan çalışabileyim.
Genellikle 50 mm lensle ve geniş açı
objektifle çalıştım, teleobjektifi sadece11 Haziran’da polis baskınının yoğun olduğu
gün ve onun akşamındaki çatışmalarda kullandım.
Çektiğim fotoğrafları seçerken o gün
yaşadıklarımın tipik yanı neydi diye bakıyorum. Ona dair ne çekmişim diye
arıyorum. Dayanışma ruhunu nasıl anlatırım diye yola çıktığım günlerin birinde,
elden ele su kolilerinin taşındığını gördüm. Kazancı yokuşunun başına bir
kamyon gelmiş, oradan başlayan zincir meydanı geçiyor, parkın arkasına kadar
gidiyordu. Kim bilir kaç kişilikti. Gece vakti çok kalabalıktı, zincirin
tamamını bir türlü göremiyordum ama on kadar insandan oluşan bir bölümünü
çektim. 15-20 karelik çalışmada aradığım fotoğrafı bulmuştum. O gecelik
bıraktım fotoğraf çekmeyi. Fotoğraf seçerken de o tür tipik görüntüler aradım. Şiddet
konusunda fotoğrafın propagandist yanından faydalanmaktan kaçınmadım. Sosyal
medyaya koyacağım fotoğrafları bir iki cümle de olsa metinle beraber kullandım.
Bilgi içeren yorumlar yazdım. Kimi zaman uzun metinlere döndü o yazılar ama
metinle birlikte dağılan fotoğraflar diğerlerinden daha fazla ilgi görüyordu.
Alanda çok fazla sayıda fotoğrafçı
bulunması belli bir çalışma zorluğu yarattı. Olayların sıcaklığında
birbirimizin çalışmasını zaman zaman engelledik. Bunlar alışık olduğumuz
şeylerdi. Gezi’deki dayanışma ruhunun meslektaşlar arasında da olmasını
bekliyorsun. Oysa bir kısım foto muhabiri için o bir iş, orada bulunmasının
başka bir anlamı yok. Ben de kontrolsüz davranan profesyonel arkadaşlardan
birisine sert bir müdahalede bulundum. Afalladı ve paralize olup, çekildi. 15
dakika sonra yanıma geldi “sen beni çok kırdın biraz önce farkında mısın ”
dedi. Çok üzüldüm sarıldım, “kusura bakma ne olur” dedim.
Nerede ne çekeceğime karar verirken
alanda gelişen olaylardan ve ortada dolaşan haberlerden yola çıkıyordum. Gece
saat 3’e 4’e kadar meydanda olunca ertesi sabah ne olacağına ilişkin bir şeyler
anlaşılıyor. Daha çok Taksim, Gezi Parkı, Elmadağ ve Tarlabaşı civarında
durmayı tercih ettim. Çatışmaların yoğun olduğu bölgelerden, özellikle gece
çatışmalarından biraz uzak durmaya çalıştım.
Gezi Parkı’ndan polisler çekildikten
sonra “bugün sırf çadırlarda çalışacağım” ya da “bugün bütün barikatları
dolaşacağım”, ya da “bugün AKM’ye çıkacağım” diye birtakım hedefler koydum. Tek
bir hikâye peşinden gitmedim, galiba büyük hikâyenin kendisi çok parçalıydı ve
bu parçaların hepsinde var olmak istedim.
Grup içinde bir iş bölümü
yapılabilirdi belki ama şimdi aradan zaman geçince bunları konuşuyoruz. O günlerde
kendi adıma kafam hiç böyle değildi. İçin pırpır ediyor, vücudun titriyor,
adrenalin bin beş yüz olmuş, soğukkanlılıkla iş bölümü yapalım diyecek bir durum
yoktu.
Gezi direnişi sırasında ortaya çıkan
fotoğrafları iki ayrı döneme ayırarak konuşmak lazım. Çatışmalı dönemlerde
çekilen fotoğraflar ile parkta bir hayat kurulmaya çalışılırken çekilenleri
ayrı değerlendirmek lazım.
Çatışmalar sırasında daha ilk gün, “sırtı
dönük göstericiye kalkanla saldıran polisler” fotoğrafı çıktı ortaya.
Aradığımdan değil, oluverdi. O fotoğraf benim için pasif direnişin iyi bir
sembolü, güçler arasındaki dengeleri anlatması açısından başarılı. Mekânsal
bilgilerle birlikte birçok veriyi içeriyor. O fotoğraf çok dolaştı, kullanıldı
ve farklı tekniklerle yeniden üretildi. Ama ben ikonik bir görüntü oluşturmak
için çabalamadım. Hatta şöyle diyebilirim, çektiğim fotoğraflar sembol
fotoğraflar olmaktan ziyade gözlemci fotoğraflardı.
Etkisi, duygusu benim için çok güçlü
fotoğrafı AKM’nin üstüne çıktığım bir akşam hissettim. Kaldıraç’ın kocaman
kızıl bayrağı dalgalanıyordu, meydan kalabalıktı ve ufukta inanılmaz bir gün
batımı vardı. Sevdiğim bir fotoğraf oldu. Coşkusu yüksek, yüreği kabarık bir
fotoğraf…
Bir başka sevdiğim biraz tipografiye dayalı bir görüntüydü.
İçimde en çok yer eden fotoğraf da o oldu. Genç bir direnişçi bir gece inşaat
halindeki dalış tünelinin çukuruna düştü. Ben yukarıdaydım bir grup insan onun
yanına giderken bir türlü aşağı inecek yer bulamıyordum. Bir süre sonra sağlık
görevlileri geldi, inmekten vazgeçtim ve tepeden fotoğraf çekerken birden bire
duvarda kocaman “biz böyle olsun istemedik” yazısını gördüm. Yazının önünden
sedyeyle çocuğu götürüyorlardı. Ortaya çıkan fotoğraf, gezi ruhunun barışçı yanını
gösteren, “böyle yaralanmalar, ölümler olsun istemedik” dedirten bir görüntüydü.
Gezi sürecinde sanatlar arası
ilişkilenme çok yoğun yaşandı. Olması gereken tam da buydu, olayın doğasının
gereğiydi. Fotoğraflar videolarda kullanıldı, resimlere dönüştü, stencil
yapıldı, birileri müzik yaptı, başkaları o müzikleri fotoğrafların üstüne koydu,
yeni anlamlar yükledi. Farklı sanatlar birbirinden etkilenerek ortaya yeni
yorumlar çıkardı.
Fotoğraf açısından baktığımız zaman
daha çok düz anlatımcı fotoğraflar gördük şimdiye kadar. Bu yanıyla
fotoğrafçıların çalışmaları pek verimli değildi. Olayların sıcaklığı ve kapsamının
geniş olması fotoğrafçıları çok daha yorumlu, sanatsal anlatımı olan, imgesel
güce sahip fotoğraflara götürmedi belki de. Belki de bir demlenme süresinden
sonra ortaya çıkacak o tür görüntüler.
Kitlenin içinde biraz fazla maço bir
havanın esmesi hatta belli bir noktadan sonra baskın hale gelmesi işin siyasi
kısmına bence ciddi bir darbe vurdu. Bir ara, şöyle bir duygu yaşadım: Gezi
ruhunu anladık, gördük, saptadık, belgelemeye de devam edelim ama bu noktadan
sonrası benim heyecanlarımı, beklentilerimi, umutlarımı kapsamıyor artık.
Dolayısıyla biraz daha çeperde bulunayım diyerek profesyonel gazeteci olmamanın
avantajını kullandım. Eylemci misin, fotoğrafçı mısın sorusundaki eylemci yanım,
yakın olmadığımı anladığım durumlarda beni geri çekti. Hem cinsiyetçi söylemlerin,
hem ulusalcı üslupların artması, direnişi benim umduğum ve beklediğim alanın
dışına çıkarmaya başlamıştı.
Birkaç gün önce genç arkadaşlardan
biri “Biz hala örgütsüz fotoğrafçılar isek bu sizin yüzünüzden, sizin
kuşağınızdan itibaren hiç kimse bu işlerin örgütlenmesi için çalışmadı, ısrarcı
olmadı, hiçbir şeyi göze almadı. Biz bugün bu kadar dağınıksak kendimize de
soralım ama siz de kendinizi sıyırmayın bu işin içinden” dedi. Birçok açıdan
haklıydı.
Geriye baktığımızda sendika dışında
örgütlenme tecrübeleri Çağdaş Gazeteciler Derneği gibi muhalif yapılar şeklinde
görünüyor ama onlar daha çok siyasi duruş ortaya koyan örgütlenme biçimleri. Foto
muhabirlerinin ve bağımsız fotoğrafçıların haklarını korumaya yönelik,
refleksler gösterebilen kurumlar olmayı hiçbir zaman hedeflemediler. Mesleki
eğitimler planlayan kurumlara dönüşmediler. Onların eksikliğini hissediyoruz şimdi.
Direniş sırasında fotoğrafçılar son
derece riskli ortamlarda çalıştı, çok yaralanan oldu, pek çok makina hasar gördü.
Çoğu, zararlarını kendi cebinden karşılamak zorunda kalacak. Polislerin bir
fotoğrafçıya “seni gazeteci olarak tanımıyorum” demesine karşı fotoğrafçının
yanında duracak bir kurum yok. Başına bir şey gelen fotoğrafçıya
arkadaşlarından başka yardım edecek kimse bulunmuyor.
İşin
kötüsü fotoğrafçılar arasında böyle bir beklenti ve ihtiyaç da söz konusu
değil, herhangi bir arayış yok. Böyle olunca güvencesiz şartlarda çalışmaya
devam edilecek belli ki. Batıdaki örneklere bakınca çatışmalı ortamlarda
gazetecilerin ne yapması gerektiğini öğreten kurslar, kılık kıyafet konusunda
destek veren kurumlarla fotoğrafçıyı buluşturan organizasyonlar, yaralanma,
sakat kalma durumlarında sigortalarının çalıştırılmasını sağlayan kuruluşlar
bulunuyor. Ancak bu örgütlenmeyi şu anda Türkiye’deki piyasa koşullarında
sağlamak çok zor görünüyor.
Serbest çalışan fotoğrafçıların
durumu ise bu haliyle sürdürülemez. Ekonomik risklerini karşılayacak, iş gücü
kayıplarını destekleyecek, haklarını savunacak bir yapı oluşturulabilirse
inandırıcı ve yürütülebilir olur. Bunu imece usulüyle gerçekleştirmek çok kolay
olmayacak gibi gözüküyor. Bir kez başlatılıp yürütülemeyen deneyimler daha
sonra büyük bir yılgınlığa ve küskünlüğe dönüşüyor. Yeterli bir zemin oluşmadan
girişimde bulunmamak lazım.
Gezi direnişi sırasında birlikte
çalışan Fotoğrafçı İnisiyatifi, Belgesel Fotoğraf Topluluğu içinde bir gruba
dönüştü.“www.taksimdenelinicek.org” adresinde bir web sitesi ortaya çıktı. 1800’lerden
bu yana toplumsal olaylar da dahil olmak üzere Taksim’de yaşananların fotoğraflarını
bu sitede bir araya getirdik. Peşi sıra da Fotoğraf Notları: Gezi Direnişi
başlığını taşıyan bir kitap yayımladık.
Bu tür ortamlarda çalışacak fotoğrafçıların
sakin olmayı becermesi gerekiyor. İstediğimiz kadar taraflardan birinin yanında
hissedelim kendimizi, bırakalım bu tutum çektiğimiz fotoğraflara yansısın. Benim
gibi sükûnetini koruyamayan birkaç kişi daha görüyorum. Meydanda sürekli bir
tartışma ve hararet hali yaratınca kötü bir provokasyona dönüşebiliyor bizim o
öfkemiz. Oysa o sırada bizim biraz daha nötr kalıp taraflılığımızı elimizdeki
aletle yaratacağımız görüntülere aktarabilme becerisini ortaya koymamız
gerekiyor. Öyle profesyonel bir soğukkanlılıktan da söz etmiyorum. Sakin fotoğraf
çekmekten, paniğe kapılmamaktan bahsediyorum.
Fotoğrafçının, çekmekte olduğu
fotoğraf hakkında epey bir fikir sahibi olması gerekiyor. Bu süreçte çok
tartıştığımız konulardan biri buydu. Kimin fotoğrafını, neresinden çekeceksin? Taş
atan bir eylemcinin yüzündeki ifadeyi gösteren anı yakalamanın fotoğrafçıya
verdiği bir haz vardır, bunu biliyoruz ama bu hazzı yaşamak adına o insanı deşifre
etmek göze alınabilecek bir şey midir? Bu profesyonelliğin gereği midir?
Fotoğrafçının bütün bunları düşünmesi ve çözmesi lazım. Bütün bunlarla birlikte
orada neden bulunduğuna karar vermesi, ruhsal hazırlığını ona göre yapması
gerekiyor. Yaralanan bir arkadaşımızın “ne işim vardı benim orada, bu benim
işim değil ki” dediğini duydum. Bu biraz geç söylenmiş bir sözdü aslında.
Bu süreçte ben fotoğrafa olan
inancımı tazeledim. Uzun zamandır özellikle belgesel alanda çektiğimiz
fotoğrafların hayattaki karşılıklarını çok görmüyorduk. Çektiklerimizin
süreçteki bir damla olduğunu hissetmek iyi bir etki yaratıyor insanda. Evet,
diyorsun fotoğraf yeri geldiğinde son derece işlevsel bir toplumsal etki
yaratabiliyor. Kişisel olarak daha iyiyim şimdi. Hiçbir zaman “bizden bir şey
olmaz” cümlesini kurmamıştım ama burada birlikte olma halinin çok şeylere gebe
olduğunu görmenin huzuruna ve iç rahatlığına sahibim artık.
İlk
günlerden beri herkesin birbirine söylediği söz hala geçerli:
“Farkında mısınız? Hepimizin başı
yukarıda, yüzümüzde bir gülümsemeyle dolaşıyoruz.”
Yorumlar
Yorum Gönder