Küre'de İki Gün

F: Yücel Tunca
Aklımda İstanbul, sanki eksik bıraktığım, tamamlamam gereken çok önemli işler, ‘dokunmazsam öleceğim’ yanılsaması, gözlerimde kalacak bir bakış boşluğunu bilerek nasıl çıkacaktım bu yolculuğa? Hayat, sorulara cevap bulma süresinden daha hızlı akıyor neyse ki.  Şimdi buradayım işte. Bütün taşlar ve bulutlar, yağmur damlaları ve bütün tilkiler gelebildiğim için sevinmiş gibiler. O halde baştan başlayayım.

Mahallenin oyun parkına iner gibi indi uçak Sinop’ta. Nasıl minicik havaalanı anlatamam. Hemen yanı başımızda memleketin en kuzey ucu… Alabildiğine Karadeniz, alabildiğine yeşil her yer. Servet ile o sırada tanıştım. İki valizin zor sığdığı gelen yolcu bölümünden havasızlıktan boğulmak üzereyken kendimi dışarı atıp hayata geri döndüm. O kapılardan çıktığında hep elinde “Yüksel Tuncay” yazılı kağıdı tutan birileri olur, bu sefer yoktu. Telefonla aradım beni almaya gelmesi gereken kişiyi. Bir süre göz göze bakarak konuştuk ve sonra “Ha, baktığınız kişi benim, ben Servet” deyince nail olduk. 50 yaşlarında bir ‘Rizelu’ydu Servet.

Arabaya bindiğimizde kısa bir sohbet denemesi yaptık fakat Servet’in ağır işiten kulakları devamına izin vermeyince ısrarcı olmayıp yolun getireceklerine bıraktık kendimizi.

Su içmek, tuvalete gitmek için girdiğimiz benzin istasyonunda “İnebolu ne kadar uzakta?” diye sorup, “80 km filan” cevabını alınca iki şey birden olmuş oldu. Bir: Doğru yolda olduğumuzu öğrenmiş olduk. İki: Makul bir zamanlama ile İnebolu’ya varıp hemen çekimlere başlayabileceğimi anlamış oldum.

Servet uçar gibi gittiği için, “Şuradan mı gidilecek acaba?” sorusunu sorup yavaşlamasına o kadar sevindim ki seçtiği yolun doğruluğu ile ilgilenmedim bile. Hatta hemen yarım saat sonra yol bitip de bildiğin dere yatağında dangur dungur ilerlemeye devam etmesine de bir şey söylemedim, çünkü hayatım güvendeydi. Ancak o dere yatağı bir dağ yolunun başlangıcıydı ve o dağ yolu git git bitmeyen bir yoldu. “Ha bu tepenin ardi Karadeniz, ha bu ormanın bitiminde Karadeniz’e çikacağuz”, diye diye dağların doruklarına tırmandık. İniş başladığında bundan yine mutluluk payları çıkarmaya çalışıyordum: “Dağların bir eteği denize doğru iner canım!” Türkü sözünden hallice olan bu umut arayışının az daha kanlı bir kaza ile bitebileceğini nereden bilebilirdim ki? Az daha, gerçekten… Bir viraja girerken Servet manasız biçimde, yani hiçbir gerekçesi olmadan karşı şeride geçti. Ters yönden girdiğimiz virajdan yine ters yönde çıkarken burnumuzun dibinde bir başka otomobilin bitivermesi çok mu şaşırtıcı? Servet son anda kırdı direksiyonu ve diğer otomobilin şoförü de can havli ile kendi sağına kırıp fren yapınca mutlak çarpışmadan kurtulduk. Servet olayı “Yahu adam nasıl da hızlı çıkıyor yokuşu!” biçiminde değerlendirip, meseleyi kendi üzerinden çat diye atıverince bütün umutlarımı kaybettim. Cep telefonuma uzanıp kimlere veda edebileceğimi düşündüm ama dedim ya ‘dağ başı’ diye, kapsama alanı dışında kaderimizle baş başaydık.

Son olaydan sonra Servet’e emir ile rica karışımı bir ses tonuyla “Yavaş gitmenizi rica ediyorum” diyebildiğim ve klima-radyo açma kapama işlerini üstlendiğim için Servet’in iki elinin direksiyonda kaldı ve ben de bu sayede bugün bütün bunları yazabiliyorum.

Öte yandan… Dünyanın en güzel çayırlarından geçtik, diyebilirim bu uzatılmış, yanlış yollara sapılarak yapılmış yolculuk boyunca. Dünyanın en güzel renkli çiçekleri ile dolu çayırlar ve minik ahşap evleriyle köyler köyler köyler elbette. Kapı önlerinde küçük köpeklerin uyukladığı, ağaçlarının dallarından sarı kirazların sarktığı, bahçe önlerinde hala pırıl pırıl duran Anadol otomobillerin özenle köpürtülerek yıkandığı köyler…

Yollarda biz akıp giderken, kara-gri bir küçük bulutun apaçık göğe meydan okurcasına gelip şakır şakır suyunu sadece bizim üstümüze boşaltıp çekip gitmesi de, hangi kasaba hatırlamıyorum ama muhtemelen yeni seçilmiş belediye başkanının hızlı icraatı sayesinde muasır medeniyetler seviyesinde bir görüntü arz etmesi de (kaldırımları ve tretuvar peyzajını nasıl anlatabilirim bilmiyorum!) unutulur gibi değildi.

Üç buçuk saatin sonunda vardık İnebolu’ya. Şehir Meydanı’nda Mühendis Bülent karşıladı bizi. İki araçlık konvoy yapıp yemek yiyeceğimiz sahil lokantasına gittik. “Aaa,” dedim, “beş sene önce geldiğimiz çekimde de burada yemiştik!” Nasıl hatırladıysam, kendime şaşırdım. Belki restoranın önünde göz alabildiğine uzanan sahil ve deniz aklımda böylece kalmış… Genç bir kadınla genç bir adam kocaman kumsala diktikleri renkli şemsiyenin altında birbirlerine sarılmış oturuyorlar. Uzun uzun denize baktıklarını anlıyorsun kıpırtısızlıklarından.

Ben köfte, diğerleri balık söylüyorlar hatırlamadığım garsonlara. Hafızamı zorluyorum ama nafile. Evet belli, geçen gelişimde de gözlerimi Karadeniz’e dikmişim ve ondan başka bir şey hiç hatırlamıyorum. Yanı başımızdaki havuzu mesela… Nasıl eğlenerek kendilerini suya bırakıyor insanlar! Hele içlerinden biri –ki 14 yaşın cılızlığında- defaten kendini ‘göbeklemece’ suya vuruyor. Az daha hacimli olsa delikanlı aradaki çitleri aşıp masaya kadar gelecek klorlu su. Karnı patlayacak diye endişeleniyorum; o ise pancar gibi kızarmış karnına aldırmadan yeniden yapıyor, yeniden atlıyor…

Yemek bitince hemen arabalara koşuyoruz. Ben yine “ayıp olmasıncı”yım. Mühendis Bülent’in aracına geçmektense Servet ile devam ediyorum yola. İnebolu Limanı’nın fotoğraflarını çekmeye gidiyoruz. Tarih öncesinden kalma merdivenlerden minik bir deniz fenerine ulaşıyoruz. Elbette sorumlusu “çarşıda”! Telefonlaşmalar neticesinde soluk soluğa gelen adam merdivenleri çıkıp ama yine de güler yüzüyle kapısını açıyor fenerin. Tırmanıp, tepesinden fotoğraflar çekiyorum. Bu yolculuğun ilk kareleri…

Bir dünya fotoğraf çekip tekrar yola koyuluyoruz iki otomobille. Bu arada benim aklımda bir şişe su almak var. “Nereden alalım, şuradaki büfe mi, aa kermes varmış, vayy çok güzel bir lunapark!” derken hem suyu unutuyorum hem de… “Nereye gidiyoruz biz Servet?!” Servet almış başını gidiyor sahil boyunca… “Dur Servet, geri dön Servet, ömrümü yedin Servet!” biçiminde vır vırın eşiğinde hissediyorum kendimi ama yapacak bir şey yok. Manasızca 10 dakika gittikten sonra dönüp esas yolu buluyoruz. Mühendis Bülent yok tabi ortalıkta!

Çok geçmeden olağanüstü Küre ormanları başlıyor. O andan itibaren de, “çamların arasından orman içlerine doğru incecik sızan patikalarda yürümek” düşlerine yatıyorum. Nasıl da tuhaf düşlere yataklık yapıyor ağaç dipleri!

En çok eflatun çiçekler hakkında konuşmak istiyorum yol boyunca.  Servet duymuyor tabi. Onların ince uzun, zarif görünümleri, öbekleri, kim bilir nasıl kokuyor oldukları, onlara ne ad verildiği, hangi “gil”lerden oldukları, aralarına yatsan seni kabul edip etmeyecekleri ve daha bin tane şey…

Sonunda Küre’ye vardık. İşte beş sene önce geldiğimde tam şurada olan dağ artık yok! İnanılır gibi değil! Daha doğrusu tek bir yamacı kalmış geriye. Kurt gibi yemişler dağı içten içe. Bakır çıkaracağız diye cumhuriyetin ilk zamanlarından beri usul usul ve içten içe yenilen dağ, özelleştirme sonrasında sanki hortum dayanıp “hüüüüp” diye emilmiş.

Maden bölgesinin etrafında dolanıp fotoğraflar çekiyorum.

Gün batımına yakın otele inip, eşyalarımı bırakıyorum. Açlıktan bitkin düşmüş durumdayım. Mühendis Bülent’in önerisini elbette reddetmiyorum. Eriyoklar Vadisi’nde yiyeceğiz yemeğimizi, açık havada. Vadiye inmiyoruz ama işte tam karşımızda bütün görkemiyle duruyor. Beş-on masalı kır lokantasına oturup “Ecevit Çorbası” ve menemen söylüyoruz. Adamların “kapatıyorduk” demelerine aldırmayıp, “çok açız, bildiğiniz gibi değil” diyerek acındırıyoruz kendimizi. “Ama önce çay getirin lütfen” deyip de on dakika içinde çaydanlık önümüze getirildiği esnada gök gürlemeye başlıyor. Hava kararmak üzere, küme küme gri bulutlar geliyor dört bir yandan ve dağların üstünde şimşekler çakıyor durmaksızın. Çaylarımızın daha ilk yudumuna yağmur damlaları düşünce apar topar kapalı bölüme geçiyoruz. Yaş, evlilik, çocuk, sorumluluklar filan gibi iflah olmaz bir muhabbet başlıyor. Sıcak menemenden önce dilimi kavuran Ecevit çorbasını “nam nam nam” diyerek ve de “lüp” diye yutuyorum.

Sağanak yağmur beklentisi boş çıkıyor. Sakin, huzurlu bir yağmur dökülüyor. Bütün gün kızgın güneşin dağladığı toprak serin damlalarla buluşunca hani olabilecek en güzel biçimde kokmaya başlıyor. Muhtemeldir ki yol boyundaki o eflatun çiçeklerin de payı var bu kokuda.

Günün boğucu sıcağı, toprağı olduğu kadar ve hatta belki de daha fazla asfaltı kavurmuş olmalı. Dönüşte ıslak yoldan tüten buharlar büyüleyici bir gece manzarası yaratıyorlar. İlk gecenin derin uykusu ikinci güne erkenden başlamamı kolaylaştırıyor.

İkinci günün sabahını, kuzuların arasında ömrüm boyunca yürüyebileceğim çayırları bulduğum gün olarak kaydediyorum hafızama. Küçümencik Çatak Barajı’nın yanı başındaki köyü, son iki günün “en beğenilen köy”ü ilan ediyorum.

Öğle yemeğine kadar kırlarda dolanıp barajdı, bilmem neydi çeşit çeşit fotoğraf çekiyorum. Nedense bu yaşıma kadar hiç böylesine güzelini görmediğimi düşündüğüm çam ormanlarının içindeki kurumaya başlamış ağaçları fark edinceye kadar keyfim son derece yerinde. Ukrayna’dan getirilen kerestelerle beraber gelen bir böcek türünün musallat söylüyor ikinci günün mühendisi Ali. Çamları tepe noktalarından başlayarak yiyor bu böcek. Dadandığı ağaç hızla tepeden aşağıya kuruyor ve bir anda içi boşalıp devriliyor. Salgının büyük bir hızla yayıldığını anlatıyor Ali. Ormancıların müdahalesinin çok yetersiz kaldığını da söylüyor. Bir-iki kare fotoğraf çekiyorum ki İstanbul’da gazeteci arkadaşlardan ilgilenen olur mu bir bakayım diye… Kazım Koyuncu dostumun ölüm yıl dönümünde bugün, hayatımda gördüğüm en güzel çam ormanlarının ölümüyle mi karşılaşıyorum şimdi de?

Öğle yemeğinden sonra beni alıp giydiriyorlar: Uzun çizmeler, sarı yağmurluklar, sarı baretler… Arzın merkezine seyahat başlıyor. Karanlığın içinde spiral biçimindeki yoldan, insanın içindeki tüm organların yerini değiştirecek bir sarsıntıyla madenin derinliklerine doğru iniyoruz. Başlarda hafif bir klostrofobik bir atak hissi kendini gösteriyor ama aynı hızla da kayboluyor çünkü son derece ilginçleşiyor her şey derinlik arttıkça. 700-800 metre dipte çalışan işçiler, tuhaf kocaman ve de uzaktan kumanda ile yönetilebilen araçlar, kafayı yemek üzere olan yeni mezun genç mühendis Sinan, dünya tatlısı, şakacı elektrik teknisyeni Ahmet, gülmeyi çok seven adaşım bir başka mühendis, karizmasından sarsıldığım maden işçisi Mevlüt… İki saatliğine inip, neredeyse dört saat kalıyoruz Dünya’nın arzına yakın derinliklerde.

Çamura bulanmış olarak dışarı çıktığımızda bulutların yeniden güneşi örttüğünü görüyoruz. Daha yapacak işler var. Bitirip yola çıkmalıyım hava kararmadan. Fakat tam o sırada dışarıda yine kıyamet kopuyor. Şimşekler, gök gürültüleri ve maden işleme alanının tepesindeki sarı çatı kaplamalarına hızla çarpan yağmur damlalarının şamatası… “Paydos!” deyip dışarı çıktığımız an, ani ve sert bir rüzgâr bizi doğrudan geri itiyor. Ödümüz kopuyor! “Bu da neydi böyle?” diye soruyor herkes birbirine. Ve bir anda Karadeniz, yağmur olup yağmaya başlıyor. Bırak arabaya kadar üç adım atmayı, arabayı bile göremeyeceğin kadar güçlü yağıyor. Bu manzarayı görünce daha iyi anlıyorum son yıllarda buralarda sıkça yaşanan selleri. Hangarın kapısını açıp otomobili içeri sokmasını rica ediyoruz Servet’ten. Açılan kapıdan giren yağmur bize ulaşıp kapalı yerde bile ıslanmamıza sebep oluyor. “Bildiğin tufan!” diyoruz birbirimize gülümseyerek; gülümsüyoruz çünkü olağandışı bir hava olayını yaşıyor olmanın tuhaf heyecanını paylaşıyor herkes birbiriyle.

Vazgeçiyoruz Küre’den ayrılmaktan. Servet ile bu havada yollara düşmek akıl karı değil. Madenin misafirhanede kalmaya karar veriyoruz. Misafirhaneye doğru aşağıya inerken yağmur azalıyor, hafifliyor. Bunu fırsat bilen bir tilki ormanın içinden çılgınca koşarak çıkıyor, önümüzden geçip çalılıkların arasında kayboluyor. Belli ki o da yuvasına ulaşmaya çalışıyor… O tilkiyi düşünerek dalıp gidiyorum otomobilin yarı açık camına başımı yaslayıp. Dışarıda, aynı eflatun çiçeklerin ve çamların sayesinde insanın aklını karıştıracak kadar güzel kokular salmaya başlıyor toprak ve asfalttan buharlar yükseliyor. İstanbul’u iki günde unutmuş olmanın hafifliği var içimde.

2014

Yorumlar

Çok Okunanlar