Fotoğraf Hırsızlığı Üzerine / 2018
Gerçek, öyle olmasını umduğun ya da inandığın şeydir.
"Günümüzde artık tek bir gerçekten söz edilemez" sözü bizi buralara
vardırdı. Farklı algılarla oluşturduğumuz gerçeklerin inançlısı, müridi ve
fanatiği olduk.
Nesnellikle bağlarımız çoktandır kopuk… Nesnel gerçekliğin herkes
için aşikâr olduğunu sandığınız durumlarda bile berraklığı bulandırmak için
türlü çırpınışlarla gayret sarf eden insanlar görürsünüz. Söz anlamını
kaybeder, geriye yoğun bir uğultu kalır.
Ortak insani değerlerde buluşma çabalarını boşa çıkartmaya
azmetmiş bazı olaylar zincirinde kendinize bu ortak değerler çerçevesinde bir
duruş yeri ararken zincir ayağınıza dolanır. Doğru bildikleriniz her gün, her
an ortak insani değerlerle yeniden test edilir. Bu testin farkındaysanız yine
şanslısınız demektir. Sonuçları gözden geçirip, içsel bir değerlendirme fırsatı
çıkar ortaya. Yok farkında değilseniz, bocalaya bocalaya kaybolup gidersiniz.
Değerlerin erozyonu yaklaşık böyle bir şeydir; düşünce ve vicdan ikliminizdeki
değişim neticede sizi kupkuru bir çöle dönüştürür.
Başından sonuna kadar hiç de önemsiz olarak kabul edilemeyecek şu
son fotoğraf hırsızlığı vakası üzerine yazıyorum bunları. ('İntihal' değil de
özellikle 'hırsızlık' demeyi tercih ettiğimin bilinmesini isterim.) Ağustos
ayının ortalarında iki fotoğrafçının ismini sıkça anmak durumunda kaldık. Bir
fotoğraf derneğinin yönetim kurulu üyeliği görevini yapan bir fotoğrafçı
(olayın duyulmasının hemen ardından görevinden istifa etmişti), başka bir
fotoğraf derneğinin düzenlediği yarışmada kendisine ait olmayan fotoğrafla jüri
özel ödülünü kazandı. Gerçek 'eser sahibi' fotoğrafçının itirazı sonrasında
yapılan küçük araştırma neticesinde eser hırsızlığı kesinleşti ve ödül geri
alındı. Aynı süreçte aynı fotoğrafçının aynı fotoğrafı 2017 yılından beri
Instagram'daki hesabında kendi fotoğrafıymış gibi paylaşmakta ve gelen övgüleri
kabul etmekte olduğu da anlaşıldı. Bütün bunlar ortaya çıkınca konunun
hassasiyeti nedeniyle kaçınılmaz bir infial ortamı oluştu. Olay hakkındaki ilk
paylaşımı 'eser sahibi' fotoğrafçının çalınan -fotoğrafının da yer aldığı
belgesel serinin danışmanı olma sorumluluğu nedeniyle- ben yaptığım için bu
infial durumunun oluşmasında payım olduğu bir gerçektir. Ancak yazdıklarımın ve
yazma gerekçemin kimilerinin talep ettiği gibi bir özrü gerektirdiğini
düşünmüyorum.
Bu türden olayların kanımca üç boyutu var: Bir boyutunu gerçek
kişiler, diğer boyutunu toplum, üçüncü boyutunu da kavramsal alan oluşturuyor.
Gerçek kişilerden başlayayım… Fiziki anlamda net bilgilerden yola çıkılarak
saptanabilen mağdur eden ve mağdur edilen kişilerin olaydaki sorumlulukları ve
mağduriyetleri hafifsenemez ya da gözardı edilerek tartışma doğrudan doğruya
kavramsal alana aktarılamaz. Meselenin ikinci boyutu olan toplumun, olay ve
olayın tarafları hakkında bilgi sahibi olma hakkı vardır. Birlikte yaşadığımız
hayatın bileşenlerini oluşturan her bir öznenin, ortak değerler silsilesi
içerinde kabul edemeyeceğimiz fiilleri ortak yaşam kültürümüz bakımından önem
taşır. Toplum kendisine ulaşan olay bilgisi sonrasında öznelerinin yapısı
gereği parçalı bir tepki ortaya koyar. Bazı tepkiler en başta söylediğim
şekilde olsa bile: Gerçek, öyle olmasını umduğun ya da inandığın şeydir.
Öznelerin tepkilerini ortak bir potadan çıkmış tepkiler şeklinde beklemek boş
bir beklentidir ve dahası iyi ki de böyledir. Toplumdan gelen tepkilerin farklı
olaylarda ne denli yıkıcı farklılıklar gösterebileceğini Türkiye’de yaşayan
herkes yakından bilir.
Tepkilerin farklılıkları içinde sivri dilli olanlar, entelektüel
düzeye sahip olanlar, barbarca olanlar ve suyu bulandıran türde olanlar vardır.
Hatta sessiz kalmayı seçmek de bunlara eklenmelidir. Bırakalım ciddi
meselelerdeki tartışmaları, bakkal alışverişlerinde dahi izini sürebileceğimiz
vicdan, erdem, ideoloji farkları üzerinden satır satır okuyabiliriz bu tepki
sahiplerini...
Üçüncü boyut olarak andığım kavramsal boyut ise çok daha derin
suları gerektirdiği için sıralamada en sonda yer alır. Sorunların özneler ve
özneler arasındaki bağlar nedeniyle toplumsal olduğunun kabulü neticesinde
meseledeki politik zemin kendini açık etmeye başlar. İlk andan itibaren zaten
politik olan mevzu kavramsal alanda konuşulmaya başlandığında duygusallığından
sıyrılır. Ortak değerlerimizin oluştuğu yer olarak politika hem yaptıklarımızla
hem de yapmadıklarımızla, sustuğumuz noktalar itibariyle bizi imler. Politika
aynı zamanda kendimizle ve birbirimizle yüzleşme alanıdır. Hayatla karşı
karşıya kalan düşüncenin ürettiği eylem ve eylemsizlik katalizörümüz haline
gelir. Etik üzerine kafa yormak için politik zeminlerimizin berraklaşmasına
ihtiyaç duyulur. Burada berraklık yoksa yalpalamalar başlar. Kendi yarattığımız
sisin içinde belirsizleşiriz, sözlerimizin uzandığı yer de bununla birlikte
silikleşir.
Hayat ve hayatlarımız üzerine gerektiği kadar düşünüp
tartışmadığımız için, biriktirdiklerimizle yetinmeyi seçtiğimiz için, kendimizi
çok tekrarlanan düşüncelere teslim ettiğimiz için, elde ettiğimiz irili ufaklı
iktidarlara sıkı sıkıya sarıldığımız için içsel belirsizliklerimizi,
yalpalamalarımızı görmekte zorluk çekeriz. Bu nedenle “diğerleri”ne ihtiyacımız
vardır her zaman. Dostane ya da düşmanca da olsa omuzlarımızdan tutulup
silkelenmek, karşılanması zor olsa dahi, iyidir. Bireysel değerlerimizi gözden
geçirmede, ortak değerlerde buluşma zorunluluğumuzu tekrar tekrar fark etmede
çok işe yarar. Bunları göğüsleyebildiğimiz durumda kavramlar dünyasına girip
oradan hayata bir ayna tutma şansı yakalayabiliriz.
Yücel Tunca / Bergama, 18 Ağustos 2018
(e-dergi Fotografya'nın 40. sayısında yayınlanmıştır.)
(e-dergi Fotografya'nın 40. sayısında yayınlanmıştır.)
Yorumlar
Yorum Gönder