Belgesel Fotoğrafta Etik / 2018

Yakından tanıdığım bir arkadaşım var. Uzun zaman elinden fotoğraf makinesi eksik olmadı. İlk yıllarda sadece Pazar günlerini ayırarak çıktığı fotoğraf yürüyüşlerin giderek sıklaştırdı. Cumartesi sabahlarında, hafta içi öğle yemeği molalarında, uzun yaz günlerinin akşam saatlerinde, yıllık izinlerinde, resmi tatillerde ekipmanını toparlayıp kendini uzak yakın yollara vurdu, çekilmesi gereken ne varsa çekti.

Şehri defalarca karış karış gezdi. Bölge ahalisinin, özellikle çocuk ve yaşlılarının muhtemelen tamamını görüntüledi. Sokakları, sokaklardaki evleri, evlerin önündeki insanların hepsini kayıt altına aldı. İlkbaharda güneşin hangi binaların boşluğundan hangi gün çamaşırların üzerine düştüğünü, sonbaharda hangi bahçe duvarı üzerindeki sarmaşık yapraklarının ilk olarak kızardığını bilir hale geldi.

Çok geçmeden şehri tükettiğini hissetti. Yeni platoları keşfetmesi gerekiyordu. Bu konuda yazılmış birkaç kitaba göz gezdirdikten sonra pasaport gerektirmeyen rotalarını saptayıp tekrar yollara düştü. Kış aylarında uzaklardaki karlı; yaz aylarında yeşilin kavrulmadığı serin coğrafyalara uzandı. Sonbaharda hangi ormana, ilkbaharda hangi şelaleye gidilmesi gerektiğini öğrenmişti. En şahane günbatımlarını çekebileceği dorukları da, kıyıları da biliyordu.

Arşivi birkaç yıl içinde inanılmaz bir hızda büyümüştü. Devasa arşivindeki görüntüleri eşi dostu pek bir beğeniyordu. Yine de kulüpteki arkadaşlarıyla oturup fotoğraflara bakmak, yılda en az iki kez karma sergiye katılmak yetersiz kalmaya başlamıştı. O noktada kendisine yeni bir açılım yaratmak amacıyla önce yarışmalara katılmaya karar verdi. Sergilemeleri mansiyonlar, mansiyonları dereceler takip etti. Yarışmaların aynı zamanda yolculukları için makul bir finansman olduğunu fark edince ağırlığı bu yöne vermeye başladı. İşin matematiğini de kavramıştı. Hangi firma ya da kurumun organizasyonuna, saygınlıkları şüphe götürmeyen kişiliklerden oluşturulmuş hangi jüriye teslim edilecekse fotoğrafları buna göre çekti, buna göre seçti, buna göre işledi… Ödül sayısı arttıkça hedefini büyüttü, ekipmanını geliştirdi.

Sıranın yerellikten kurtulma aşamasına geldiğinin farkındaydı. Beşeri sınırları aşarak beynelmilel sahaya açıldı. Pirinç tarlalarındaki köylülerin ve sulama kanallarında kayıklarını isteğe göre dizen balıkçıların profesyonel modelliği yaratıcılığını günden güne besledi. Pasaportundaki giriş-çıkış damgalarıyla beraber başarı belgelerindeki diller çeşitlendi, adının önündeki harfler arttı.

İşi gücü bırakıp fotoğrafı hayatının merkezine koyma vaktiydi. Dünyalığını da hazır edip koymuştu bir kenara. İçi rahat, özgüveni tamdı. Fakat yine de eksik bir şeyler olduğunu söylüyordu içindeki ses.
 Soğuk bir Şubat sabahında, günün ilk ışıklarının uzun gölgeleri arasından kendisine bakan bir çift buğulu gözle karşılaştığında tam da bu noktadan itibaren fotoğrafçılık hayatının değişeceğini bilmeden fotoğraf makinesini açtı, kaldırdı ve deklanşöre basmaya başladı. Bu fotoğraflar kulüpte çok sükse yarattı. Sunum sonunda herkes onunla sohbete etmeye çalıştı; onu uzun zamandır tanıyanlar bu fotoğrafların onun o güne kadarki en iyi işi olduğunu söyledi, daha az tanıyanlar hangi makineyi kullandığını sordu. Fakat herkes “kadrajına sağlık” ve “ışığın bol olsun” diyerek kutladı. Günün sonunda kulübün saygın hocalarından bir üstat elini arkadaşımın omzuna pıt pıt vurup, “belgesel fotoğrafın görkemli dünyasına hoş geldin!” dedi. İşte bu söz dönüşümün kapılarını ardına kadar açacaktı.

Daha sonra bana anlattığı kadarıyla o akşam eve koşup belgesel fotoğraf ile ilgili araştırmalara başlayan arkadaşım birkaç gün içinde gözle görünür biçimde değişime uğradı. Avcıların giydiklerine benzeyen pantolon ve ceketlerini giymez oldu. Çok sayıda dijital fotoğraf makinesi ve objektiften oluşan setini, -üzerinde 35 mm f: 1.4 takılı full frame makine dışında- önce evdeki camlı dolaba kaldırdı, kısa süre sonra da tümünü satışa çıkartıp yerine kılıfı bir hayvanın derisinden yapılma -vintage brown rengi- filmli bir Leica aldı.

Fotoğrafçılar için büyülü, diğer insanlar için sıradan görünen Leica ile hangi konuları çalışabileceğini günlerce dalgın dalgın düşünen fotoğrafçı arkadaşım çok geçmeden bir gün elinde dört kontak, gözleri ışıl ışıl çıka geldi kulübe. Savaştan kaçarak buralara sığınan göçmen bir ailenin derme çatma evine girmiş ve tam bir saat boyunca onların bir günlük hayatlarını fotoğraflamıştı. Bir yandan hep birlikte elden ele geçirilen küçücük görüntülere bakmaya çalışılırken bir yandan da arkadaşımızın bu deneyimine kulak kabartılıyor, sorular birbirini kovalıyordu. Fotoğrafların hangi mahallede çekildiği, hangi filmi kullandığı, kaç makara çektiği, bu göçmenlerin neden ülkelerine dönüp ülkeleri için savaşmadıkları, kaç çocuklarının olduğu, dilenip dilenmedikleri, bu serinin sergisinin ne zaman olacağı, şu çok güzel portre ile yakınlardaki bir yarışmaya katılmayı düşünüp düşünmediği gibi son derece önemli detaylar konuşuldu. Fotoğrafçı arkadaşım tüm soruları uzun uzun cevapladı, projesini tamamlamak için bir ya da iki kez daha o eve gideceğini söyledi. Etrafındakiler kulüpten ayrılırken belgesel çalışmanın zorluğu konusunda hemfikir olmuştu. 

Fotoğrafçı arkadaşım ilk belgesel fotoğraf projesini 9 kaset filmle tamamladı. 50x70 cm boyutlarında fine-art kağıda basılıp kalın beyaz ahşap çerçevelerin içine yerleştirilen 30 kadar siyah-beyaz fotoğraf, şehrin merkezindeki bir sanat galerisinde sergilendiğinde büyük ilgi gördü. Çocuklarını kaçak göçmen işçi olarak çalışan bakıcıya bırakıp açılışa eşiyle birlikte gelen fotoğrafçı arkadaşım “Mültecilerin Zorlu Hayatı” adını verdiği sergiye gösterilen ilgiden son derece mutlu olmuştu. Kadrajlarının inanılmaz derecede sağlam olduğu, kompozisyon kurallarına ölümüne bağlılığının saygıyı hak ettiği, ışık kullanımının takdire şayan olduğu, fotoğraflardaki keskinliğin hayranlık uyandırdığı yönündeki izleyici yorumları, yaptığı işin çok doğru bir iş olduğuna dair inancını arttırdı. Çevresini saranlara akşam boyunca bundan sonraki belgesel fotoğraf projesinin konusunun ne olacağını fazla açık etmeden ve detaya girmeden, hararetle anlattı.

Daha ilk günden “Dönüşüm: Yeni Bir Kente Doğru” adını verdiği ikinci projesine zaman kaybetmeden başlayan fotoğrafçı arkadaşım aynı başarıyı bu serisinde de yakaladı. İlk çalışması şehirdeki festival kapsamında davetli olarak sergilenirken o inşaat tozuna bulanmış vaziyette yüksek vinç kulelerine tırmanıyor, ters ışıkta harika siluetler oluşturan kepçesi ya da damperi kalkmış iş makinelerine alt açıdan yaklaşarak etkileyici görüntüler kaydediyordu.

Festivaldeki sergisinin son gününde, fotoğrafları görenlerin “mutlaka kitaplaştırmalısın” dedikleri yeni çalışmasını tamamladı. Kitap fikri heyecan vericiydi. Hemen sponsor arayışına girdi. Birkaç müteahhitlik firmasına dosyasını sundu, birkaç yayıneviyle görüşme yaptı. Hepsi de fotoğrafları çok beğendiklerini ancak son dönemde -ne yazık ki- bütçelerinin yeterli olmadığını münasip bir dille bildirdiler. Maketi dahi ortaya çıkmış durumda olan kitaptan vazgeçemeyeceğini fark edince finansmanı kredi alarak kendisi sağlamaya karar verdi. Böyle olunca kitaba logosunu koyup dağıtımını yapacak yayınevi bulmak kolaylaşmıştı.

Güçlü bir halkla ilişkiler çalışması sonrasında gösterişli bir kokteyl ile hem kitabın lansmanı hem de sergi açılışı yapıldı. Belediye başkanının da katıldığı açılış töreninde fotoğrafları hakkında kulağına fısıldananlardan ziyadesiyle hoşnut kalmıştı.

Fakat ne olduysa bundan sonra oldu. Sergi farklı şehirlere taşınır, kitabı için imza günleri düzenlenirken fotoğrafçı arkadaşım üçüncü çalışmasının ne olabileceğini düşünüyordu. Aklına gelen fikirleri beğenmiyor, etkili olabileceğinden emin olamıyordu. Çıtayı yükseltmişti bir kere. Öyle bir konu bulmalıydı ki o güne kadar yapılanlardan çok daha büyük bir ses getirmeliydi fotoğrafları. Giderek sıkıştığını hissetmeye başladı. Çalışılacak konu kalmamıştı! Geceleri uyku uyuyamaz, Facebook’ta fotoğraf paylaşamaz olmuştu.

Buhranlı günlerinde imdadına eşi yetişti. Son zamanlarda arkadaşımın çok yorulduğunu, bir tatile çıkmalarının iyi olacağını söyleyerek onu ikna etti. Çocuklarını, evleri istimlak edildiği için uzak bir mahalleye taşınmak zorunda kalmış eski komşularına emanet ederek bir haftalığına, geçmiş yıllarda harika gün batımları çektiği deniz kıyısındaki küçük kasabaya gittiler. Kaldıkları butik otelin hemen bitişiğinde bir resim atölyesi işleten çiftle tanışmaları böyle oldu.

Fotoğrafçı arkadaşım hayatına bir ressam olarak devam ediyor artık. Leica da evlerinin salonundaki camlı dolapta duruyor.

Yücel Tunca / Bergama, Mart 2018
(Mersin Fotoğraf Derneği'nin e-dergisi Fotograf'ın 2. sayısında yayınlanmıştır.)

Yorumlar

Çok Okunanlar